ŞİİRSEL BİR YOLCULUKTU SENİ SEVMEK
Kırılası parmaklarım titriyor onurumun tellerinde
Artık eskimiş bir meyhanenin gözlüklerindeyim
Buğulanmış bir camın ardından
Dağınık saçlarımla adını yazıyorum şehrime...
Unutalı çok zaman geçmişti üstünden. Henüz omuzlarımdan sıyrılmamıştı bir küstahın gülüşü. Bir yanda hakim bir yanda tanıksız ben, birbirimize haykırıyorduk sürekli.. Avazım çıkmıyordu bir türlü, çıkamazdı da yediğim tokat nöbetlerinde.. Yağmura perdeyi her aralayışımda içim parçalanıyordu. Ağaçlar ıslanıyor ben ıskalanıyordum gitgide.. Umuda dair yazabileceklerim yoktu ki şiire gönül vereyim. Gençliğimden kalma sayfaları gizliyordum sürekli. Çekmeceleri her açtığımda şiir göz kırpıyordu oysa ben çeviriyordum yüzümü onurumu kurtarmanın telaşına.. Şiir dediğin onursuz kelimeleri taşımamalıydı, umut yağdırmalıydı hasat zamanlarında..
Şimdi o günsüz gecesiz zamanlar aklıma geldiğinde kaçıncı sigaradayım bilmiyorum...
Ben geceye yıldız kondurdukça şehrim kararıyordu. Bir küçük buse gülüşüme denk düşüyordu kraliçemin yanağından, öyle ki gizemli geleceğim dahi takılmıyordu sanrılarıma... Kendimden önce ölülerime ağlıyordum. Oysa onlar mutluydu, onlar gökyüzünde birer buluta yerleşmiş beni izliyorlardı. Erken bir ölüm vardı hiç unutmam… Hayatı öğretirken çocuklarına, kalleş bir pusuda vurmuşlardı aydın zekasını.. Sevgili öğretmenim, sevgili Mehmet abim beyaz gömleğinde duruyor mu hala kan izleri? Haberin düştüğünde devrimlerimin bir kalesi göçüyordu evimden… Devrim insandır. İnsan devrimleşemezse yaşayamaz. Dizelerime şöyle bir baktığımda kurşun izleri bulaşmıştı şiir dünyama... Şehir ıslak, şehir yorgun ve bir o kadar kirliydi… Kalanlara gülümsüyordum bilgece yine de kurtaramıyordum faili belli ölülerimi. Siz hiç kalabalıkta ağladınız mı? Gözlerinize bir yumak oturur da ipliği süzülmeden tutuverirsiniz içinizde. Hani yüreğiniz sızlar ya çaresizce işte tam da o sızının ortasına bir hançer sokulur ve oyulursunuz yok olana dek... Yine de yaşarsınız lanet ederek, çünkü henüz ağlamak vardır yazgınızda bahara beş kala...
Her şey normalse şiir yazılabilir mi? Bir konak düşünüzde sırmalı perdelerin ardından sokağı izlemenin keyfi girer araya… Çocuklar yüzünüze artık ’anne’ diye bakmaktadır. Albümden çıkarır yılları kucaklarsanız. Bende bir süreliğine öyle yaptım. Her fotoğraf biraz şarap tadında biraz da rakı kederindeydi... Birer birer yitirdiklerim gülümserdi resimden gözyaşlarıma… Hayatın kimseyi beklemediğini daha o zamandan anlamıştım.
Bir düğün fotoğrafında henüz baharında bir gelin yok olmuştu sararan sayfalarda. Yaşı yirmi sekiz, ismi Canan’dı, onun ani ölümüne ’kader’ dediler. Canan’sa ne olduğunu bilemedi. Ama ben ona ’Sarı Gelin’ adını takmıştım bile…
Yaşam elbette kimi zaman da mutluluk bırakıyordu avuçlarımıza yoksa çekilir miydi şiirsiz?
Gözlerinizi belki gökyüzüne kapatabilirsiniz ama deniz o müthiş güzelliğiyle kirpiklerinizden süzülüverir içinize… Çok kere denize karşı oturmalarımda geceyi bekledim. Kimse görmeden hüzünlerimi sularına bırakmanın tuhaf bir rehaveti vardı. Arınmış bir şekilde yürüyordum o küçük eve... Sen kendi acılarında kavrulurken ben gözyaşlarımın tuzunu içiyordum aşk yerine… Bir adamın ellerinde kimi zaman kadın kimi zaman köle oluyordum.
Bu müthiş tezat ayaklarıma kara sular indiriyordu. Sonra halkalanmış gözlerimi merhemlerle kapatarak soluğu babaevinde alıyordum. Böylece devriliyordu zaman umutlarımın devrilişi kadar...
Ansızın Devrim asıldı bir gün.
Beklenmedik bir telefonla Karadeniz sularını sele dönüştürdü. Sümela Manastırı’na gittiğimiz gün bana efsanesini ilk o anlatmıştı. Küçük aklıyla beni aşıyordu sürekli ve hayranlığıma imzasını atıyordu. Sadece on bir yıl hayat biçilmişti alınyazısına… Giderken on bin yıl iz bırakmıştı kalbime. Kalbim ağlıyordu, ona bir şans vermeli ve şiir bırakmalıydım yanına... Küçük kağıtlara düştüğüm mısralarla belki Devrim’e dokunabilirdim.
Büyüklerimizi yitirdikçe Babam uyarırdı. ’Sakın bizi unutmayın’...
Unutamadık ki Babacığım… Bak sen seviyorsun diye yeniden şiir yazmaya başladım… Kitaplarını kimseye vermedim, hepsi aynı düzen içinde duruyor düzenli acılarım kadar. Biliyor musun Babacığım elektrikler kesildiğinde yine aynı şeyi yapıyoruz. Sen yoksun ama mandolindeki parmakların eşlik ediyor türkülerimize... Ve en çok sevdiğin Yemen türküsü dilimizde. Sonra hani perdeleri açardın ya ayışığı girsin de korkmayalım diye, yine açıyoruz ama bu kez karanlıktan korkmadan... Sen yoksun ama biz seninle kimi zaman Van’daki evimize gidiyoruz oradan beni uyandırdığın şehir Diyarbakır’a geçiyoruz. Trabzon’u unutmadık bu kargaşada, Karadeniz hala yüreğimizde senin küçük arkadaşın Devrim’le birlikte... Çocuklarımız büyüdü Baba ve onlara öğrettik otlu peyniri, kardeşliği ve barışı. Hatta en çok da sevginin ’her şeyin anahtarı’ olduğunu… Ne zaman yenik düşecek olsalar yalan kelimelere seni hatırlatıyoruz onlara… Erdemi seninle birlikte kucaklıyorlar...
Sana hiç söylemedim ama ben bir gün aşık oldum Baba… Şimdi düşünüyorum da acaba kızar mıydın yoksa gözlerimdeki ışıltıya sevinir miydin? Büyük bir ihtimalle sevinirdin biliyorum. Çünkü sen benden her zaman şiir geçmesi gerektiğine inanırdın. Sen beni benden önce keşfetmiştin. Bil ki çok mutluydum çünkü o senin gibi şefkat kokuyordu. Ne zaman vazgeçecek olsam şiirden o ’yaşamak şiirden geçer biraz da ölmekten’ diyordu.
Şimdi seninle konuşamıyoruz sevgili...
Kırılası parmaklarım titriyor onurumun tellerinde
Artık eskimiş bir meyhanenin gözlüklerindeyim
Yani büyüdüm… Sana ’seni seviyorum’ diyebilmek bir şiirdi. Sana bir gece ansızın hüzünlerimi alıp gelmek molasız bir yolculuk gibiydi. Memleketimin çocuklarını senin gözlerinde görmeyi seçiyordum. Unutulmuş ve kırgın çocuklarını… Seninle ayaklanma yapıyordum tüm hapisanelerimde. Çıkan isyanda ilk senin arkana saklanıyordum. Biliyordum ki açılan ateşlerde beni sen koruyacaktın. Bazen bir adam aşağılık bir biçimde bakınca gözlerime umursamıyordum. Yanımdaydın ya her saniye şımarıklığım ondan olsa gerek hayatın tuzunu fazla kaçırıyordum.
En çok da günüm-gecem-akşamım-güneşim-üşümelerim-uykularım-uykusuzluklarım-yıldızlarım-ayışığım-çocuklarım-yani ben yani şiir yani hayat ve devrimlerim yeniden kucak açmış beni bekliyorlardı.
Öyle erdemli bir yolculuktu ki kimi zaman nasıl yetişirim diye düşünüyordum. Ya bu tren kaçarsa ya bu gemi unutursa beni? Binlerce sorularımla uyuyordum ki düşlerimde elimi tuttuğun zaman yeniyordum tüm korkularımı...
Bir gün söndü ışıklar… Deniz eski renginde değildi, griye sarılmıştı. Demiryoluna koştum yoktun, limana geldim ter içinde yolcular da yoktu. Yalnızdım, üşüdüm ve bir banka öylesine oturdum. Belki uyuyakalmışsındır diye bekledim bir süre sahilde… Yüzümdeki meltem saçlarımı dağıtıyordu, düzeltme derdinde değildim. Hava sıcaktı, Ağustos’un tam ortası... Yapraklar yeşil, bank sarıydı; üzerine bırakılan not ise bembeyazdı.
’Artık ben yokum, bundan böyle kendi kanatlarınla uçacaksın ve bil ki seni hala çok seviyorum… Biliyorum bu notu alınca ağlayacaksın, belki de benden pişmanlık duyacaksın. Sadece şunu unutma sen yalnız ve yalnız benim ’gülüm’sün...’
Şiir miydi okuduklarım? Hayır küçük bir mektupdu sadece... Dediği gibi sadece ağlamadım hayatı ağlattım, şiiri ağlattım… Körfeze döktüm acılarımı, giden gemilere umutsuzca baktım. Akşam güneşi renk değiştirmişti.
Kızıla dönüyordu ümitlerim… Susmamalıydım, susarsam bu aşk bitecekti.. Yazdım yazdım sürekli yazıyordum... Ne bir tren vardı yüküne katılacağım ne de bir yol...
Akşam güneşi belki beni anlardı, açtım sesini sonuna dek... Kulağıma gelen küçük dalga sesleri üzerime bir vedayı giydiriyordu... Bense eli kolu bağlanmış bir harman yeli gibi, estim estim...
Şimdi;
Buğulanmış bir camın ardından
Dağınık saçlarımla adını yazıyorum şehrime...
Mine Gültepe