- 842 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SIRA SİZDE!!!
SEVGİLİ MÜNEVVER HANIM TEYZECİĞİM,
SENİN DE KULAKLARIN ÇINLASIN
EY AZİZ NESİN!
Saygı, sevgi ve özlemle ellerinizden öpüyorum diyebilmek isterdim. Ama yine de diyeceğim. Ne fark eder ki, anılarımda tüm canlılığınızla yaşıyorsunuz hâlâ.
Yaşasaydınız, yüz on veya yüz yirmi yaşında olacaktınız. Ve o üzüldüğünüz, kahrolup gözyaşı döktüğünüz, gerek kendinizin, gerekse toplumun koşullarına binlerce şükrederdiniz; bu güne dek yaşayabilseydiniz de, bu gününü görebilseydiniz gelinen sürecin, kahrınızdan ölürdünüz bu defa!
Çünkü ben ve benim gibi düşünenler, günde bilmem kaç kez ölüyoruz. Her an eskiyi, eskinin değerlerini, eskinin insanını ve insanlığını özlüyoruz!
Size çok acır ve üzülürdüm koşullarınıza, on üç yaşımla. Bugün, daha doğrusu bu sabah, ne kadar şanslı olduğunuzu, bizlerin sizin o acınası halinizi bile mumla arayacağımız gerçeğini gördüm. İçim buruldu önce, acıdı, kanadı da sonrasında. Gerçi, düşüncesi bile zaman zaman acıtır, gözü yaşlı, boğazım yumrulu izlerdim o insanları; Ama bu sabah daha bir gözüme gözüme girdiler. Daha bir acıdı yüreğim. Daha bir kanadı. Gecenin bir yarısı, geçen zamana inat, yatışacağına, yoğunlaşıyor üstelik.
Bu gün yine sabahın köründe hastanedeydim. Nedir, ne değildir bir türlü cevabına ulaşamadığım, (Hızla artan kanser hücreleri) deyiminin fırtınasında, ayalardır koridorlarında savrulup durduğum hastanedeydim.
Karar verdim; birine beddua edeceksem bundan sonra. Allah seni S.S.K li yapsın diyeceğim. Bir kırtasiye, bir kırtasiye, bir o kadar da yöntem. Sabah gayet iyi çıkıyorum evden; karamsarlığa kapılmamak, kendimi daha iyi hissetmek adına, yürüyüş gereksinimimi de gidermiş olurum düşüncesiyle, hiçbir ulaşım aracına binmiyorum. Takıyorum CD man’imi yürüyorum hastaneye. Bir iyiyim, bir zindeyim her şeye rağmen. Akşam hastaneden üstümden kamyon geçmiş gibi, üstelik elim ayağım titreyerek, tansiyonum kim bilir kaçlarda, çıkıp geliyorum eve en hızlı ulaşım aracıyla. Oysa hastane dendiğinde, hasta gidilip, iyi dönülen, şifa bulunan yer geliyor akla. Akıldakinin tersine, daha da hastalanarak çıkıyoruz oradan.
Münevver hanım teyzeciğim, bir bilseniz, günümüzde insanca yaşamak, hele S.S.K li olmak ne denli zorlaştı; oysaki insan olmak, olabilmek çok da zor olmamasına rağmen.
En yüksek primi S.S.K li ödediği halde, çalıştığı sürece zaten adamsanmazken, bir de emekli olursa, hepten kıymet ifade etmez davranışlar bütününün ortasında buluveriyor kendisini.
Günlerce, randevu alabilmek için defalarca telefon ediyorsunuz. Ne mümkün! Sinirleriniz bozuluyor, zaten kötü olan ruhsal durumunuz daha da kötüleşiyor. Bu arada, ara vermeksizin kullanmak durumunda olduğunuz ilaçlarınız da bitmiş, kontrol zamanınız geçmiş oluyor. Kendiniz alamazsınız ilaçlarınızı. Aldığınız maaş boğazınıza yetmiyor ki zaten. Kimi kirasını verememiş, elektriği, suyu kesilme noktasında kimisinin. En kolay feragat edilecek şey sağlık. İkinci, üç, beşinci sıralarına atılıyor gereksinimlerin. Ayrıca, alabilme gücünüz de olsa ilacınızı, bakalım doktor devamını mı isteyecek, değişik bir tedavi mi uygulama gereği duyacak veya tümden kesecek mi tedaviyi? Öyle ya, belki yeterli bu kadarı, belki de fazlası zararlı. Neye dayanarak hareket edeceksiniz? Ya da çok ciddi bir durum söz konusu; değil tetkikler için verilen üç beş ay sonraki randevular, saat, hatta saniyeleri önemli kılan hastalıklar da söz konusu bazılarımız için, kendimiz fark etmesek de.
Bir kolaylık getirdiler sözüm ona, semt polikliniğinden sevk alıp devlet hastanesine gidebiliyorsunuz. Bir sevindim, bir sevindim sormayın! Numune Hastanesine sevk aldım. Dört aydır gidip geliyorum. Ve şu an tam bir enkaz halindeyim. Sonuç? Sonuç yok henüz! Bir yere varamadım ki. Bir kere, her gidişinizde sevk isteniyor, bir sürü fotokopi eşliğinde. Çantanızda bir tomar fotokopiyle dolaşmak zorundasınız. Her tetkike gidişte, yine sevk, fotokopiler eşliğinde ve iki ayrı yerden bilgi işlem girişleri. Korkunç, bitmez, tükenmez kuyruklar, havasızlıktan boğularak, kan ter içinde. Zaman zaman kuyruklarda fenalaşmalar, hatta bayılmalar daha fazla dayanamayıp. Bir de yanlış yönlendirilmişseniz, boşa geçen beklemeler sonrası, başka kuyruklarda yeniden sıralanmalar. Çoğunlukla da yanlış yönlendiriliyorsunuz. Çünkü öyle apar topar, hazırlıksız ve alt yapısız veya düşünülmeksizin bir uygulama ki pek çok konuda olduğu gibi. Görevlilerin de büyük bir bölümü, henüz tam olarak anlayamamış ve oturtamamışlar, akışın nasıl ve ne yönde olacağını. Onlar da çaresiz, onlar da şaşkın ve sıkıntılı, onlar da bu işten bunalıyor. Üstelik sorumlusu onlarmış ve yanlış yönlendirmeleri veya soruları tatminkâr cevaplayamamaları, sanki kasıtlı yapıyorlarmış gibi, yükleniliyor, bağırıp çağırılınıyor hastalarca. İşi hakarete, küfre vardıranlar da oluyor. Hatta bir defasında; defalarca izah ettiği halde, anlamayan diyemeyeceğim, anlamak istemeyen bir hasta yakını tarafından dövülen hemşirenin kanlar içinde, perişan haline bile şahit oldum.
S.S.K lilik kültürümüzü, gittiğimiz yerlere de götürdüğümüz sürece, sunulan güzelliklerden, kolaylıklardan, minnetle yararlanıp, geçici düzensizlik ve çalışanların bocalayışlarına hoşgörü ve anlayışla yaklaşmak yerine, oralardaki oluşturulmaya çalışılan güzellikleri de, düzenleri de bozup, işlersizlikler oluşturmamız da kaçınılmaz oluyor. Aynen Hoca’nın minik öyküsünü anımsatırca, herkes bir yerde, ama bir yere kadar haklı.
İş burada da saygı sorunu olarak çıkıyor karşımıza. Görevli ve doktorlar hastalara, hastalar, kendilerine hizmet vermeye çalışanlara ve birbirlerine saygı duysa, saygılı davransa sorun belki tam olarak çözülmeyecek ama kolaylaşacak. Nahoşluklar yaşanmayacak, sinirler ve sağlıklar daha da bozulmayacak. Birazcık saygı ilk anahtar, arkası gelir zamanla.
O pırıl pırıl genç kızlar, o pırıl pırıl genç erkekler, görevliler yani. Hiç yakışıyor mu, teyze, amca, dayı diye üstelik sen diye hitap etmeler; hatta anlayamayanları son derece çirkin azarlamalar. Ya gencecik, kızınız, oğlunuz yaşındaki doktorların sen diye hitap edip horlayıcı yaklaşımları; doktor olmalarını haklı bir üstünlük görürcesine. Olmuyor, yakışmıyor, haklılıkları, mağduriyetleri, pek çok konuda tartışmasız kabul edilirliğine rağmen.
Hasta çok ve de kapılara yığılıp sıraya, kurallara riayetsiz bencilliklerle itişip kakışmaları, sen diye hitap edip, en olmadıklıklarla, doktor ve hemşireleri bunaltmaları da ayrı bir yakışmazlık.
Bir de sayın hemşirelerimiz! Oranın bir hastane, karşılarına gelenlerin de, ne kadar cahil de olsa, ne kadar bilgisiz de olsa, önce insan sonra da hasta olduklarını unutmasalar. Öyle ya, orası kenar mahallede bir sokak arası değil, karşısındaki ise mahallenin çomarı hiç değil! Dedim ya açıklanabilirliği, Hocanın eşine verdiği cevapta hayat buluyor.
Kimsenin henüz pek bir şey bildiği yok. Sabah 7’de gel sıra al deniliyor. Gidiyorsunuz, sabahın 5-6’sında yola çıkıp, millet geceden mi gelmiş ne, yine kuyruğun arkalarındasınız. Sıranız geliyor, bu bölüme telefonla randevu alacaksınız deniliyor. Dört beş adımla kapının dışına çıkıyor, ankesörlü telefondan arıyorsunuz cevap veren hanım kız “Dolu” diyor. Eve dönüyorsunuz. Günlerce, defalarca telefon edip duruyorsunuz. Bir gün nihayet, çok şükür alıyorsunuz randevunuzu. Bekliyorsunuz, bekliyorsunuz, itiş kakışlar, bağrış çağırışlar, kavgalar, gelen trafik kazası veya başka kazalar sonucu kopan bacak, yarılmış kafalar; jandarmalar, polisler arasındaki mahkûmlar, ağlayan, inleyen, feryat edenler arasında, sabrınız zorlanarak, sinirleriniz gerilerek, tansiyonunuz inip veya çıkıp el ayağınız titreyerek. Nihayet sıranız geliyor!
- Kim söyledi sizin buraya gelmenizi? Bizimle ilgisi yok.
- Ben söylediğiniz bölüme istedim; ama randevu veren hanım ısrarla buraya yönlendirdi.
- Olur mu canım siz oraya gidin.
Tekrar sıra, tekrar randevu söylenen bölüm için.
- Kardeşim, öyle lâfla bakamam ben. Konsültasyon kâğıdı getirin.
Gidiyorsunuz, konsültasyonu isteyen doktora.
- Biz veremeyiz, onları ilgilendiriyor. Tekrar oraya gidin.
Tekrar gidiyorsunuz.
- Olur mu kardeşim icat çıkartmasınlar. Gidin konsültasyon kağıdını versinler.
Yine dönüyorsunuz.
- Olmuyormuş konsültasyon kağıdı istiyorlar.
- Olmaz kardeşim. Ben niye vereyim. İlk nereye muayene olmuşsan oraya git.
Yine gidiyorsunuz, daha önce sizi muayene eden ve o bölüme yönlendiren doktor yok. Başka bir doktora, derdinizi dört aydır oluşmuş dosyanızla birlikte anlatıyorsunuz. “İki ay geçmiş, bir daha tetkik yapalım değişiklik var mı?” diyor. Bir, bir buçuk ay da onunla uğraşıyorsunuz. Bir sürü işlemler gidip gelmelerle. Sonuçları götürdüğünüzde, yine bir başka doktor, o da, bence bir de şu açıdan bakalım, şuraya gidin diyor. Orası da konsültasyon kağıdı istiyor. Bir sürü uğraştan sonra kâğıdı alıp geliyorsunuz. Bu defa bu bölümün tetkikleri, yine sevkler, yine fotokopiler, kuyruklar her gelişte. Sonuçlar ve doktor görüşüyle, ilk noktaya geliyorsunuz. Yine başka doktor.
- Bunları kim istedi? Niye istedi ki?
Sanki ben doktorum ve iyi biliyorum nedenleri, niçinleri. O da sizi başka bölüme gönderiyor. Bir önceki doktorun görüşüne katılmıyor, başka bakış açısı var çünkü. Bu defa akıllandınız, tecrübelendiniz. Konsültasyon kâğıdı talep ediyorsunuz. Sıraya giriyorsunuz, sıra numarası almak için. Sıranız geliyor, “Gidin sorun, müsaitseler baksınlar, orası sırasız” deniliyor.
Gidiyorsunuz.
- Olur mu canım, ne sırasızı, kim uyduruyor? Ama vardiyada müsaidiz, sıra versinler. Deniliyor.
Gece muayenesi, dolayısıyla birkaç saat daha beklemeyi göze alıyor, sıra numarası almak için yine sıraya giriyorsunuz. Orası telefonla randevu sistemine bağlı, kapının dışına çıkın, oradan telefon edin verelim diyorlar.
- Bey kardeşim, ha kapının içi, ha dışı. Şuradan versenize. Kaçıncı geliş gidişim?
Sıranın verildiği yer, kapıdan girince hemen solda. İki adım atıp dışına çıkacağım, oradan yine aynı yeri arayacağım. Çıldırmamak için, sakin olmaya çalışıp la havle çekerken, bir yandan da Aziz Nesinin kulaklarını çınlatıyorum! Olmuyor tabi. Yine eve dönüp günlerce süren randevu savaşımı. Gidiyorsunuz, birine yirmi gün, birine bir ay, bir diğerine bir buçuk ay sonraya randevu.
Bir ara vazgeçmeyi düşündüm, lanet olsun diyerek. Ama devam edeceğim. Bu trajikomik serüven nereye kadar, ne kadar sürecek ve nasıl sonuçlanacak merak ediyorum çünkü. Hastalığımı ise unuttum. Alışkanlık da oldu, her gün mesaiye gider gibi, sabahın 6’sında evden çıkıp, akşam 7-8’lerde eve gelmek.
Bekliyorum şimdi. Ama gayet zindeyken ağır bir hastalıktan yeni çıkmış gibiyim; yorgun, bitkin, sinirlerim yıpranmış, tansiyonum düştüğü için başım dönüyor, gözüm kararıyor. Bir de oralarda, duvar üstlerinde mi, metal sandalyelerde mi oturmaktandır, yoksa mikrop mu kaptım nedir, üç gündür tuvaletten çıkamıyorum; hem sistit, hem bağırsak bozukluğu.
Buna da şükür, hiç değilse araştırıyorlar. Antalya Devlet Hastanesindeki gibi gerekli tetkikleri yapmaksızın birbirlerine havale edip, en sonunda dayanılmaz ağrılarıma psikolojik teşhisi koyup. “Bu kadar ağrı psikolojik olur mu?” dememe; doktorun, “Ne dememi bekliyorsun. Kanser mi demeliyim. İçin rahat edecekse söyleyeyim, evet kansersin, hadi çık dışarı beni meşgul etme, işim gücüm var.” dediği gibi demiyorlar. Bir yılı bulan gel-git ler ve dayanılmaz ağrılarım sonucu, Ankara’ya gidip, Atatürk hastanesinde, kanser denilen ağrılarımın disk kayması ve sinir sıkışması olduğunu öğreniyorum, dilimin ucuna gelenleri baskılayarak. Ya da, yine Antalya SSK hastanesindeki gibi elimdeki görme alan taramalarına, raporlara, göz bankalarının ve pek çok doktorun aynı teşhisi koymasına ve aniden kör olma riskimin yüksek olduğunu söylemesine rağmen, uzaktan bakarak yüzde yüz görüyorsun, göz arkası tertemiz, bir şeyin yok diye veya menopoz tetkiklerinde smear testine gerek yok, şüpheli görüldüğü halde oluşmuş kitlelerin ultrason tetkikiyle de araştırılması gerektiği görüşüne rağmen, gerekmez diye baştan savmıyorlar. Bilmiyorlar mı ki hastalığın ciddiyetinden ziyade, doktorun ciddiyetsizliği üzüyor ve de bunalıma, dahasında da depresyona sokuyor insanı?
Okurken bile yoruldunuz değil mi? Oysaki daha bitmedi hastane serüvenim. Allah, daha ciddi rahatsızlıkları olanlara, oralara gidip koşturamayacak durumda olanlara yardım etsin.
Ne anlatacaktım, ne anlattım. Ama nereye gitseniz, ne yana baksanız o kadar çok işlersizlik var ki, sizin bizzat yaşayıp yaşamamanız da önemli değil. Bu, yakın zamanda yaşadığım bunaltıcı, bunaltıcı olduğu kadar da trajikomik bir olay olduğu için aktardım. Hepsi içini acıtıyor, hepsi bir başka üzüyor insanı, bir başka yaralıyor.
O sabah, hastanenin kapısında, hangisi olduğunu şu an anımsayamadığım bir huzurevinin minibüsü vardı. İçinde bir hayli yaşlı, hanımlar ve beyler. Bazıları tekerlekli sandalyelerle, bazıları birilerinin kollarında, ıstırap içinde, bin bir zorlukla indiriliyordu. Hastaydılar, kimi zorlukla konuşuyor, bir türlü derdini anlatamamanın sıkıntısını yüzlerinde taşıyor, kimi de ıstıraptan inliyordu.
Kahroldum. Tutamadım gözyaşlarımı. Oysa bir gün önce, yedi sülale gelen hastaları, her biri bir işlemin ucundan tutuyor, kolaylaştırıyor işlerini diye kıskanmış, kendimi pek bir garip, pek bir kimsesiz hissetmiştim oradan oraya koşuştururken. Şimdi şükrediyorum. Kimsem yoktu ama kendi işime koşacak gücüm vardı. Ve dua ettim her zamanki gibi, son nefesime dek, ayakta ve kendime yetecek gücüm olması, kimseye muhtaç olmamak isteğiyle. Hayatta hiç kimsesi olmayanların kaçınılmazlıkları acıtsa da içimi, diğerleri daha bir acıtıyordu. Öyle ya; bu insanlar, bir kaç, bazıları beş on çocuğa, yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş, hayat şartları, iş güç dememiş, rezil etmemiş, muhtaç etmemiş, en önemlisi, yük diye başlarından atmamışlardı. Şimdi onlar; sayıları her ne kadarsa, o kadar çocuk bir araya gelip, üstelik ana baba olmanın ne demek olduğunu daha iyi anladıkları bu günde, bir anaya, bir babaya bakamayıp, başkalarına muhtaç bırakıyorlar. Hatta bazıları arayıp sormuyorlar bile. Aklım almıyor, affedemiyor, kabullenemiyorum bu vefasızlığı bu acımasızlığı. Sizin de içiniz acımıştır. Ne demek, nereye varmak istediğimi çok iyi anlamışsınızdır eminim.
Orta ikinci sınıftaydım sizinle tanıştığımızda. Sosyal Yardım Kolu Başkanı seçilmiştim. Hala bu ad altında bir etkinlik var mı okullarda bilmem. Varsa da işlerliği ne boyutta? Okulumuz tam gündü, Çarşamba günleri hariç. O gün öğleden sonraki boş zamanımızda kolumuzun gereğini gerçekleştirirdik. Her birimiz birer avuç hububat, şeker, çay getirsek evimizden, harçlıklarımızdan da tasarruf etsek, biriken parayı da kasap ve manavdan alınacaklara ayırsak, epeyce yardımımız olur düşüncesiyle hareket ederdik. Tabi bu kadarla da kalmaz, ailelerimiz de yürekten katılırdı bu etkinliğimize.
Pek çok aileye gidilir zaman zaman, ama size mutlaka gelinirdi. Kimimiz cam, kapı siler, kimimiz çamaşırlarınızı yıkar, kimimiz evi temizler, kimimiz yemeğinizi yapardık. Ev dediğiniz iki oda, ne işi olur ki, ele mi yapışır? Eğlence gibi gelirdi bir yerde de bize. Güle oynaya, üstelik yardımcı olmanın hazzıyla, bir sinema ya da pastaneden alınabilecekten daha fazla haz alarak ulaşırdık akşama. Siz de coşkumuza katılır, mutlu olurdunuz. “Gençleşiyorum sizlerle” derdiniz. Akşamüstü çay yapardınız bize. O görevi alamamıştık bir türlü elinizden. Getirdiğimiz kekleri, kurabiyeleri, kim yiyecek bu kadar şeyi, yoruldunuz, oturun dinlenin der yine bize ikram ederdiniz. Her defasında, bir başka ibret dolu öykü eşliğinde içerdik çaylarımızı. Öyle güzel, öyle yaşayarak anlatırdınız ki, kendinizle birlikte bizi de alır götürürdünüz o çok eskilere ve biz de yaşardık adeta sizinle birlikte. Dediğim gibi, bu çay saatlerinde bir yandan dinlenir, bir yandan da, pehlivan tefrikası gibi, hep haftaya sarkan anlattıklarınızdan ne dersler çıkarırdık.
Unuttuğunuzdan mı, yoksa en hoşunuza giden, en hazlı ve gururlu anı o oluşundan mı bilemem, en ayrıcalıklı tuttuğunuz Atatürk’le ilgili anınızı sık sık, en ince ayrıntısına kadar, o anki heyecanı her defasında tüm canlılığıyla yaşayarak anlatırdınız. Öyle anlatırdınız ki trenin İzmit istasyonunda bir süre durup, Atatürk pencereden halkı selamlarken, göz göze geldiğiniz o anı, o günleri. Kendimizi tren istasyonunda bulur, Atatürk’ü görmüş hatta hepimiz tek tek Atatürk’le göz göze gelmiş olurduk. Eşinizin savaşta esir düşüp, sonra da kaçışını, aç, susuz, dağ tepe aşarak günlerce, eve ulaştığında, postalıyla birlikte ayak derilerinin de sıyrılıp çıktığını; yollarda hayvan dışkılarından, tahılları ayıklayıp yediğini dahi. O günlerin zorluklarını, acılarını, olanaksızlıklarını, Atatürk’ün yaptıklarını ve yaşattıklarını bir başka açıdan, halkın bakış açısından anlatırdınız. Okulda öğretilen tek düze, yüzeysel ve oldukça matematiksel tarihe, bir başka boyut getirdiğiniz için çok mutlu olur, ufkumuz açılırken, her defasında, önce Allah’a, sonra Atatürk’e ve tüm emeği geçenlere, en son da bu günümüze binlerce şükran duymayı borç bilirdik. O günleri birebir yaşayan herkeste olduğu gibi, sizde de Atatürk’ün ayrı bir yeri vardı ve her defasında, ellerimizi açtırıp, önce sunduğu nimetlerden, sağlıktan dolayı Allah’a şükrettirip, sonra da başta Atatürk olmak üzere, tüm ölmüşlere Fatiha okuttururdunuz. Mutluluk akardı gözlerinizden, siz anlattıkça, sıkılmadan, üstelik zevkle dinleyenleriniz olduğu için, arayanınız, soranınız da olduğu için ayrıca. “Torunlarım gelmiş gibi oluyorum” derdiniz. Hayatta hiç kimseniz yoktu; Allah ve bizden başka. Komşularınız da ihmal etmezdi ama yine de bizi bir başka tutardınız. Biz de çok mutlu olurduk, sizi mutlu kılmış olmaktan. Tarihin içinden çıkmış gibi olurduk o kapıdan çıkıp evimize giderken. Karmakarışık, bambaşka, değişik bakış açılarıyla, şükürler ve keşkelerle ama her defasında yeni kararlarla, güzelden, iyiden yana.
Eviniz de, bir hayırseverin kira talep etmeksizin size verdiği bir evdi. Çok onurluydunuz, yaralanıyordunuz. Üzülüyordu ev sahibiniz bu duygunuza. Her ay okula gelir, “Hanım kızım alın şu parayı, bu da kiranız diye verin, o da bana vererek huzurlu olsun. Yazık üzülmesin” derdi. Ev sahibinin verdiği para, kira olarak yine kendisine dönerdi.
Birkaç yıl önce, İstanbul’dan İzmit’e dönerken, trende çok duygusal bir olay yaşadım. Onu da anlatmadan geçemeyeceğim.
Tenhaydı tren her nedense, karşımdaki bey ısrarla bana bakıyor, bakmakla da kalmayıp iyiden iyiye inceliyordu. Rahatsız olmuştum, ama bir yerden de tanıyorum gibime geliyordu. O da birine benzetmiş olmalı diye rahatlamaya çalışarak, sürekli dışarıya baksam da, camdaki aksinden bakışlarını ayırmadığını gördükçe iyice huzursuzlaşıyordum. Rahatsızlığımı belirtmek, gerekirse terslemek adına bir şeyler söylemek üzereydim ki, o benden önce davrandı.
- Özür dilerim, rahatsız ettim biliyorum ama yanlışlık yapmak istemedim. Emin olmak adına sormakta geciktim, bağışlayın. Rafet beyin kızı mısınız?
- Evet, nereden tanıyorsunuz babamı?
- Çok benziyorsunuz. Sizi ortaokuldan bu yana hiç görmedim ama pek değişmemiş simanız. Babanız, hayatımın kilometre taşlarından biriydi. Her an minnetle anıyorum ama izini kaybettim. Nasıl iyi mi? Nerede? Ne yapıyor?..
Heyecanla soruyor soruyordu. Hazine bulmuş olmanın ya da kaybettiği çok değerli bir şeye yeniden, hiç ummadığı bir anda kavuşmanın mutluluğu vardı gözlerinde.
- Maalesef, babamı kaybettik; otuz yılı aşkın bir süre önce.
Üzüldü! Çok üzüldü! Gözleri doldu. Taziyeler ve rahmet dilemelerin ardından anlattı:
- Babanız bir sosyal yardım derneği kurmuştu arkadaşlarıyla birlikte. Küçüktünüz hatırlar mısınız bilmem?
- Hatırlamaz mıyım, nerem küçüktü, sizden birkaç yaş küçüktüm herhalde. Bizim okuldaki etkinliklerimize de az destek olmamışlardı.
- Biliyorsunuz, her yıl zekât verilir, gelirin kırkta biri. O derneğin üyeleri her ay gelirlerinin kırkta birini verirlerdi. Bir de bakkal dükkânı açtılar. Muhtaç birini o işin başına geçirdiler. Onun maaşı ve diğer giderlerden kalan kâr derneğe aktarılıyor, ihtiyacı olanlara, odun, kömür, erzak, kira, ilaç, doktor, her ne ihtiyaçları varsa karşılıyorlardı. Üniversite öğrencilerine de yardım ediliyor, karşılığında onlardan, maddi durumları müsait olmayan ailelerin çocuklarına ücretsiz ders vermeleri isteniyordu. O dönem tanıdım babanızı. Babam ölmüştü. Sosyal bir güvencesi de yoktu. Ben Hukuk Fakültesini kazanmıştım. Kız kardeşim de Lise son sınıfa geçmişti. Annem evlere temizliğe gidiyor, bizi okutmaya; ben de boş zamanlarımda ufak tefek işlerde çalışarak ona destek olmaya çalışıyordum. Ama o yıl hastalandı, çalışamazdı, verem olmuştu çünkü. Evin erkeği olarak üniversite hayalimden vazgeçip, doğru dürüst bir işte çalışmak, annemi tedavi ettirip, kardeşimi de okutmak zorundaydım. O kızdı ve onun okuması benden de önemliydi. Bir akşam kapımız çalındı. Babanız ve bir arkadaşı, bir araba odunu kapıya yıktırmış, kucaklarında yiyecek paketleri ve bir zarf içinde parayla geldiler. “Sen okuyacaksın. Baban yoksa biz varız” dediler. Ben şimdi avukatım, kız kardeşim de doktor. Annem ise sağ ve sağlıklı çok şükür.
İkimiz de ağlıyorduk, çevremizdeki meraklı bakışlara aldırmaksızın. İkimiz de kalkıp birbirimizi kucaklamamak için zor tutuyorduk kendimizi, yanlış anlaşılabilir endişesiyle.
Yaa... Münevver Hanım Teyzeciğim, bir huzur evi arabası, beni nerelere götürdü bu gün.
Günümüzde, kimsesiz bitişik komşusunun öldüğünü, ancak koku dışarıya taşarsa, kapı kırıldığında anlıyor insanlar. Aç mı? Tok mu? Hasta mı? Umurunda değil kimse kimsenin. Mışıl mışıl uyuyorlar yastığa baş koyduklarında. Hiçbir vicdani muhasebeye gerek duymaksızın. Üst kat komşunuzun, ağır bir ameliyat geçirdiğini aylar sonra duyuyor, belki de hiç haberiniz bile olmuyor. Bir alt kattakinin kızını evlendirdiğini, bir gün tesadüfen kucağında çocuğuyla, annesine gelirken karşılaştığınızda öğreniyorsunuz. Hâlbuki evler, eskisi gibi tek tek, dağınık ve bir birinden uzak da değil. Apartmanda yaşam, büyük bir evin, çeşitli bölümlerinde yaşarcasına, aynı çatı altında, yani aile gibi. Ama okyanus ötesi ülkelerce bir yaşam.
Rahat uyuyun. Nurlar içinde yatın Münevver Hanım teyzeciğim. Ve nice Münevver Hanım teyzeler, Rafet bey amcalar.
Siz, evet sizler; Avukat Adiller, Doktor Umutlar, Mühendis Güvenler, Öğretmen Önderler, Hemşire Şefkatler, Binbaşı Tunalar…
SIRA SİZDE!..