- 1085 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİSLİ GÖL
SİSLİ GÖL
1.BÖLÜM
(GİGİ)
Ben ona Gigi derdim. Aslında gerçek adı Ganime Karanfil’di. Dünyanın en tatlı ve o kadar da yalnız insanı. Seksen yaşlarındaydı. Olgun bir başak gibi zarifti ve o kadar da naçar kalmıştı insanlara. Karlar düşen saçlarına sanki bir gerçeği gizler gibi, Hıdırellez sabahları kına yakardı. Bahçedeki ulu kestane ağacına salıncak kurar, kınalı saçlarına kırmızı güller takar, bağıra bağıra şarkı söylerdi. Gigi’nin şarkılarıyla uyanırdım: “Bugün uyku mu olur?”derdi. Yeniden doğmuş gibi taze hissederdi kendini.
Hıdırellez sabahları suyu Prenses Bayırları’ndan gelen sokak çeşmesinden su alırdı. Zemzem aktığına inanırdı Gigi. Annem her kına yakışında kızardı ona: “Ellerin çok kötü kokuyor Gigi. Sen hiçbir zaman asil bir kadın olmayı öğrenemeyeceksin.”derdi. Annem Gigi’den hoşlanmazdı. Gigi, Sisli Göl’den gelin gelmişti muhacir köyüne. Sık sık dedemi anlatırdı, sıra sıra dut ağaçları diktiğinden ve Silistreli oluşundan bahsederdi. Hatta bahçemizdeki yaşlı dut ağaçlarının Doksan Üç Harbi’nden sonra dikildiğini söylerdi. O sıralar köyde çok fazla çiftlik ve yel değirmeni olduğunu, hatta köyümüzün Osmanlı arşivlerinde “Çiftlikler Diyarı” olarak geçtiğinden bahsederdi.
Babam en güzel sofralık ve şaraplık üzümleri yetiştirirdi bağlarımızda. Kâhya Nedim Efendi, babamın en yakın yardımcısıydı. Altmış yaşlarında, uzun boylu, iri cüsseli, mavi gözlü bir Boşnak’tı. Yıllar öncesi Yugoslavya’dan gelmişler ve bu köye yerleşmişlerdi. Kendisiyle barışık, çevresindeki tüm canlıları seven Nedim Efendi’ye bir tek inatçı kişiliği yakışmazdı. Nuh dedi mi Peygamber demezdi. Babam Gönen’e gittiğinde işçilerin yevmiyelerini dahi o dağıtırdı.
Kâhya Nedim Efendi chevrolet otomobilimizle Gigi’yi Gönen’e götürürdü. Ara sıra Bursalı halamda giderdi onlarla. Gönen’de Salı günleri büyük bir pazar kurulurdu. Gigi yaptığı iğne oyalarını bu pazarda sattırırdı Nedim Efendi’ye. Aslında onun paraya da ihtiyacı yoktu; ama bu işi severdi. Halam, Gigi’ye hep takılırdı. “Bu iğne oyalarıyla kendini çok fazla yoruyorsun. Her renkten boyadın da fıstıkisi mi kaldı?” derdi. Bazen onlarla ben de giderdim. Bana dondurma söylerdi Gigi, çok sevdiğim horoz şekerinden alırdı. Halam daha gençti Gigi’den. Gigi, halamın gençliğini ballandıra ballandıra anlatır dururdu bana; onun aşklarından, giyime olan tutkusundan bahsederdi. Gigi ile halam ayda bir kaplıcalara giderlerdi. Sıcak suyun romatizmalarına iyi geldiğini söylerdi Gigi. Kaplıcaların kadınlara açık olduğu günleri bilirdi. Kaplıcaya on yaşlarıma kadar onlarla birlikte girebilmiştim. Mermerden yapılmış sıra sıra odalar, her odada peştamala sarılmış kadınlar. Gigi ile halam mermer taşın üzerine uzanır sıra ile birbirlerine kese atarlardı. Ben de kurnanın üzerine oturur üzerime sıcak su dökerdim. Bazen hamamda o kadar uzun süre kalırlardı ki sıkılırdım. Buhardan rahat nefes alamazdım. Odadan çıkar koridorun sonundaki havuzlu bölüme yönelirdim. Şişman ve zayıf, uzun ve kısa boylu bir yığın kadın aslanlı havuzun başında yıkanır, bazıları ise sudan hiç çıkmazlardı. Havuzun çevresindeki kurnaların başı insan doluydu. Birbirlerine kese atan, birbirlerinin başından su döken insanlar vardı. Hamam nem, kükürt ve sabun kokardı. Orada en çok aslan başlı kurnalardan dökülen sular dikkatimi çekerdi. Bir keresinde kurnanın başında oturan tombul bir kadının pembe büyük memelerini görünce çok şaşırmış ve utanmıştım. Bir de kese atılan bir kadının peştamalının altından sıyrılan büyük poposu beni çok şaşırtmıştı. Kadın ona baktığımı fark etmiş olacak hızla toparlanmış beni oradan kovalamıştı.
—Buraya bu veletleri neden alırlar anlamam, diye bağırmıştı.
Koridorun sonundan halam bağırırdı.
—İdris nerdesin? Seni aramadığımız yer kalmadı. Havuzlu bölüme mi gittin yoksa?
Halama oradan kovulduğumu hiç söyleyememiştim. Tüm hazırlıklar bittikten sonra hamamdan ayrılırdık. O gün kadınlar hamamına son gidişim olmuştu. Bir daha Gigi’nin yetkililerle ağız dalaşı yapmasına rağmen, oraya girememiştim.
Hamamdan çıktıktan sonra Nedim Efendi’yi verilen saatte bizi bekler bulurduk. Gigi bir şekercinin önünde arabayı durdurur, oya paraları ile şeker alırdı. Bu şekerleri köyde taksinin camından çocuklara fırlatırdı. Çocuklar arı sürüsü gibi şekerlere hücum ederlerdi. Gigi, anneme de hediye almayı ihmal etmezdi. Annem, Gigi’nin aldığı hediyelere hep burun kıvırır, onları zevksiz ve alelade bulurdu. Kâhya Nedim Efendi, üzüm bağlarının olgunlaştığı on altı haziranda Gönen’de kurulan panayıra götürürdü bizi. Annem panayırları pek sevmezdi. Panayırda limonata dahi içmezdi. “Panayırda çingenelerin arasında ne yapacağım.” derdi. Oysa Gigi’yle panayırı baştan sona gezerdik. Gigi tavşan balonları alırdı bize, atlıkarıncaya bindirirdi. Hayvanat bahçesine götürürdü. Oradaki aslanlar ve maymunlar ilgimi çekerdi. Tüm köylü o gün Gönen Panayırı’nda olurdu. Köyden gece yarılarına kadar dolmuşlar çalışırdı. Gigi çok geç kalmazdı dönmek için. Döndüğünde annemden işiteceği sözleri çok iyi bilirdi.
Gigi, daima böğürtlen ve alıç çayı içerdi. Alıç çayının kalbine iyi geldiğini söylerdi. Aslında Gigi iyi bir botanikçi de sayılabilirdi. Yaz gelince böğürtlen, alıç, adaçayı, kuşburnu, ayva yaprağı toplar ve onları gölgede kuruturdu. Bahçenin bir köşesinde daima bir alıç ağacı bulunurdu. Babam alıç ağacını kesmeye ve hatta dallarına muşmula aşılamaya cesaret edemezdi. Çünkü alıç ağacı kesenin bir yıl içinde öleceğini söylerdi Gigi. İlkbaharda öbek öbek beyaz çiçekler açan ve sonbaharda ise kırmızı meyveleriyle donanan alıç ağacı; Gigi için yaşamı, bereketi ve ölümsüzlüğü simgelerdi. Sisli Göl’deyken Rumların alıç dallarını hastalıklardan ve nazardan korunmak için yeni doğan bebeklerin beşiklerine astıklarını anlatırdı hep. Hatta İsa’nın dikenli tacının da alıç ağacının dallarından yapıldığını söylerdi. Rumlar alıç yapraklarının asırlarca İsa’nın alnına değdiği için şeytan işi yıldırımın alıç ağacına kesinlikle düşmeyeceğine inanırlarmış. Aslında Gigi’nin fazla batıl inanışları yoktu. Sisli Göl’de yaşamlar iç içeydi ve inançlar etkileşim halindeydi.
Gigi, zaman zaman bahçedeki erik ağaçlarından olgunlaşmamış erikleri toplar, renk vermesi için aralarına birkaç kiraz koyar ve hoşaf yapardı. Bunları kâselere doldurur, konuklarına ikram ederdi. Muhacirlerin hoşafı, Manavların hamuru, Tatarların eti, Çerkezlerinse tavuk sevdiğini söylerdi. Bandırma ve Gönen’in köylerinde çok sayıda Muhacir, Yörük, Tatar, Boşnak, Arnavut, Çerkez, Pomak ve Manav köyleri bulunurdu. Zaman zaman köyler arasında dargınlıklar, sürtüşmeler olsa da Arnavut köyleri dışında genellikle birbirlerinden kız alıp verirlerdi.
Sonbahar gelince bağlardaki üzümler toplanır, köşkün bahçesine getirilirdi. Tüm komşular toplanır, üzümler su oluklarında ezilerek şıraları çıkarılır, bunlar kille karıştırılır, büyük ateşler yakılarak kazanlarda kaynatılırdı. Pekmez kaynayana dek köşkün bahçesinde saklambaç oynanır, tüm çocuklar sağa sola dağılırdı. Gigi pekmez kaynatılırken elindeki kepçeyle sürekli şırayı karıştırır ve kazanın başından ayrılmazdı. Pekmez kıvamına gelince onu kaplara, şişelere boşaltır ve tüm çocukları kazandibi yalamaya çağırırdı. Tüm mahalle çocukları kazanın başına oturur, parmaklarımızla kazanın dibinde kalan pekmezleri yalardık. Kazanda pekmez soğudukça kazana iyice yapışır, bütün gece başından ayrılmazdık. Gigi:
— Çocuklar fazla kazandibi yalamayın, düğününüzde kar yağar, derdi.
Babamın Bursa’da geçirmiş olduğu trafik kazası ve yaralı bir halde göğsünde beyaz sargılarla eve getirilişini hiç unutmamıştım. Kazadan bir ay sonra chevrolet otomobil Bursa’dan getirilmiş ve kestane ağacının altına öylece bırakılıvermişti. Yıllardır kestane ağacıyla aynı mekânı aynı iklimi paylaşmışlardı. Chevrolet otomobilin koltuğunda oturan babam mıydı? Babam ne haldeydi acaba? Yıllardır türlü bahanelerle Türkiye’ye gelmiyorlardı. Para göndermeyi hiç ihmal etmiyordu babam. Gözleri nasıl bakardı babamın? Ve babam çıkıp gidiyordu sisli hayallerimden, yerine yayları fırlamış, tozlu koltuklar ve üzerinde sararmış kestane yaprakları kalıyordu. Hatta babamı model alıp onunla özdeşim kurduğum için kendime kızıyordum. Neden babamın yerinde hissetmiştim kendimi, yıllardır o direksiyonu sağa sola her çevirişimde?
O sisli haziran gününde, gözyaşları arasında Almanya’ya gidişleri hala aklımdaydı. Ve çocukluğumdan, gençliğime hatta bütün hayatıma yansıyacaktı. Köydeki köşkte hepimize yetecek iş vardı. Burada olsalardı, zeytinlikler, tarlalar satılmazdı. Üzüm bağlarını niye satmışlardı ki? Gigi’ye mi yoksa bana mı geride bırakılan bir hediyeydi bu? Annemin köşkün salonunda babama dil döküp yalvarışları dün gibi gözlerimin önündeydi. “Herkes gidiyormuş Almanya’ya, herkes daha modern bir hayat yaşıyormuş, hem değişiklik olur bir süre sonra İdris’i de yanlarına alırlar ve geleceklerini teminat altına alırlarmış. Çocukların geleceği farklı olurmuş, hem ne varmış ki bu eskiyen baba köşkünde? Ne varmış zeytinliklerde, üzüm bağlarında, ahırlarda ne iş varmış?” Annemin ısrarlarına dayanamayıp koltukta düşünceli, mıh gibi otura kalmıştı babam. Bir süre düşündükten sonra: “Bir yolunu buluruz.” demişti. Annem dediklerini yaptırabilmenin gururuyla merdivenlere yönelmişti. Ya Gigi ne olacaktı? Gigi söz konusu bile edilmemişti. Yoksa köşkte hapsedecekler miydi onu?
Sisli bir günde, üzüm çiçeklerinin yerlere yıldız yıldız döküldüğü o gün hatırımdan çıkmaz. Annem, babam ve kardeşlerim yeni kıyafetlerini giymiş, bavullarını hazırlamışlardı. Yeni bir hayata başlamanın mutluluğunu yüzlerinde taşıyorlardı. Annem bana sarılarak;
—İdris üzüleceğini biliyorum ama bir süre Gigi ile kalmalısın, seneye seni de oraya alırız, demişti.
İçimde: “ Yoksa Gigi çok mu hasta? Yakında ölecek mi?” gibi belli belirsiz sorular türemişti.
Kâhya Nedim Efendi bavulları arabaya yüklemiş, sıra vedalaşmaya gelmişti. Kardeşim boynuma sarılmış ağlıyordu. Babam da bana sarılmış başını dik tutmaya çalışıyordu. Herkes Gigi ile de vedalaşmıştı. Babam Gigi ile vedalaşırken:
—Anne hakkını helal et, demişti.
Ne hakkıydı bu? Kimin kimde hakkı vardı. Gigi’nin öleceği yolundaki kuşkularım daha da artmıştı. Kabul etmiyordum böyle bir şeyi, Gigi ölemezdi. Veda öpücüklerinin ardından sallanan eller, sonsuz umutlarla, yeni beklentilerle telaşlı gözler ve arkada birbirine sarılı kalan iki hüzünlü yürek. Ağaçlı yoldan bahçe kapısına doğru ilerleyen arabanın kapıdan kayboluşu ve sonu gelmez bir veda ediş. İşte o an içimden bir şeyler eksilir gibi olmuştu. Ailemin yeni hayata başlama sevinci ile gidişleri ve Gigi’nin kucağında kalan on yaşlarında bir yalnızlık. Uzun bir süre Gigi’ye sarılı kalmıştım, bırakırsam o da alıp başını gidiverecek gibi gelmişti.
Yıllarca dut, kestane ve badem ağaçlarıyla çevrili bahçemizdeki köşkte yapayalnız yaşamıştık. İzmir’e öğretmenlik eğitimi almaya gideceğim gün içime bir kurt düşmüş, yüreğimin en kuytularını kemirmeye başlamıştı. Gigi’yi köşkte tek başına bırakıp buralardan nasıl gidecektim? Herkes gibi ben de mi gidiyordum? O gün istasyondaki tüm yüzler soluk, renkler o kadar anlamsız ve mat gelmişti gözüme. Biraz sonra tren hareket edecek ve Gigi’yi uzun bir süre görmeyecektim. Bandırma Ekspresi hareket ettiğinde Gigi’den uzaklaştıkça içim yanıyordu.
2.BÖLÜM
(SİSLİ GÖL’E GİDİŞ)
İzmir’den yaz tatili için köşke geldiğimde Gigi, “Sisli Göl”diye tutturmuştu. Ve temmuz ayının ortalarında en yakın arkadaşı Emine Nine’nin ölümü de onu derinden sarsmıştı. Artık kimseyle doğru dürüst konuşmak bile istemiyordu. Köşkte yapayalnız iki yabancı gibiydik. Kahvaltıları köşkün bahçesinde yapıyorduk. Gigi kahvaltıdan sonra sallanan sandalyesine oturuyor, çok geçmeden oracıkta uyuyordu. Bir süre onu uyurken seyrediyordum. Yüzünde çok yaşamışlığın verdiği derin ve anlamlı çizgiler vardı. Ağustos ayının sonlarına doğruydu. Akşam yemeğinden sonra Gigi:
— Yarın Sisli Göl’e gitmek istiyorum, dedi.
—Sisli Göle mi?
Oysa Gigi bu köye bildim bileli hiç gitmemişti. Çocukluk yıllarımda da Gigi’nin oraya gitmek için tutturduğu olurdu ama babam şiddetle karşı çıkardı. O zamanlar olaylara hiçbir anlam veremezdim. O dönemler çiftliğin işleri de yoğundu. Üzüm bağlarıyla ilgilenmek babamın oldukça zamanını alıyordu. Üzüm bağlarını kazmak, çapalamak, üzümleri tek tek ilaçlayıp kükürt atmak ve sonbaharda üzümleri toplamak onu çok yoruyordu. Babam girişken ruhlu ve sosyal bir insandı. Gönen ve Bandırma çevresinde sözü dinlenir, hatırı sayılırdı.
— Ben ne zaman sünnet olacağım baba?
—Boyun buzdolabı kadar olunca oğlum.
—Boyum buzdolabı kadar olmuş mu baba?
Babam hemen beni mutfaktaki buzdolabının yanına diker eliyle de başımın üzerinden ölçü alarak:
—Hayır, oğlum daha bir karış var, derdi.
Sünnet düğünüm 12 Eylül 1980 tarihinde ordunun yönetime el koyduğu dönemde olmuştu. Kenan Evren Paşa geçmişti başa. Düğünümde yasaklar vardı, çalgılar gelememiş ve köşkün içinde köy kızları tarafından dümbelekler çalınmış, şarkılar söylenmişti. Sokağa çıkma yasağı olduğu için Bursa’dan akrabalarım bile gelememişti.
Ben marjinal biri miydim baba? Çocukluğum neden herkesten farklıydı? Kimseyle kavga etmiyordum. Hatta başka çocuklar gibi okuldan gizlice kitap çalmıyordum. Komşuların bağ ve bahçelerine zarar da vermiyordum ve hatta karpuzlara çakı ile pencere açmıyordum. Hatırlıyor musun baba? Söğüt ağaçlarının dallarından kırıp gelmiştim bir gün ve Kâhya Nedim Efendi o dallardan düdük yapmıştı. Gün boyu öttürüp durmuştum. Akşam eve döndüğünde sinirliydin ve köşkün merdivenlerinde düdük çaldığım için kızmıştın.
Hatırlıyor musun baba chevrolet marka arabamız vardı ve onunla Bandırma’ya düğüne gitmiştik? O akşam Eurovision şarkı yarışması olduğun için düğünde bile duramamıştım. Puanlamaya eve yetişebilmek için sabırsızlanmıştım. Yolda eve dönerken:
—Daha hızlı git baba, yetişemeyeceğiz daha hızlı sür…
Oysa sen benim değil de annemin sözünü dinlemiştin o an. Tıpkı Almanya’ya gitmeden önceki gibi… “Yok, herkes gidiyormuş Almanya’ya! Yok, çok modaymış! Yok, daha lüks yaşayacakmışız! Hem ne varmış ki bu eskiyen köşkte? Çiftlikte, bağlarda, bu küçük köyde ne varmış?”
Çok şey var anne. Senin alıp gittiğin mutlu yanlarımız kadar, mutsuz yanlarımız da var. Hala köşkün bahçelerinde hazan ve hüzün var. Köşkün bahçesinde küçük bir çocuk ve gözü yaşlı bir ihtiyar var…
İdris kısa bir süre Gigi’yle köşkte kalacak ve sonra onu da alacaklarmış Almanya’ya. Gigi çürümeye bırakılmış bir araba gibi bir kenara itilmiş ve söz konusu bile edilmemişti.
Gigi, Kâhya Nedim Efendi ile gitmek istiyordu Sisli Göl’e. Oysaki Kâhya Nedim Efendi köşkten ayrılalı yıllar olmuştu. Acaba gelir miydi yine köşke? Artık chevrolet otomobilimiz de yoktu. Babamın trafik kazasından sonra kestane ağacının altında çürümeye bırakılmıştı. Gigi’yle aynı kaderi paylaşıyorlardı belki…
Gigi neden “Sisli Göl” diye tutturmuştu. Neden oraya gitmeyi bu kadar arzuluyordu?
Yatağımda uzun bir süre Gigi’yi düşündüm. Belki de dedemle evlendikten sonra ilk kez Sisli Göl’e gidecekti. Gigi daha önceleri de birçok kere Sisli Göl’e gitmek için köşkten kaçmıştı ama yolu defalarca ya otobüs terminalinden ya da tren istasyonundan çevrilmişti. Babam her defasında engel oluyordu gidişine…
Sabahleyin Gigi bavullarını hazırlamıştı. Yoksa Sisli Göl’de kalmayı mı düşünüyordu? Tek kelime etmiyordu, üstelik kahvaltısını bile etmemişti. Gigi benden yardım bekliyor gibiydi. Gözlerindeki hüzün ve ürkek telaş, Kâhya Nedim Efendi’ye gitmemi gerektirmişti. Kâhya Nedim Efendi tekrar Sisli Göl’e gitme riskine kendini atar mıydı? Bir kere denemişti bunu ve babamdan fırça yemiş köşkten kovulmuştu. Bunların buruk acısını Kâhya Nedim Efendi hiç unutabilir miydi?
Kâhya Nedim Efendi’nin evi köyün biraz dışında ve bağ yolu üzerindeydi. Bu eve ilk defa geliyordum. Meyve bahçeleri arasında kerpiçten yapılmış, ön yüzünde uzun bir sundurması olan küçük bir Balkan eviydi. Eve doğru yürürken adımlarımın geri geri gittiğini hissediyordum. Ya Kâhya Nedim Efendi Gigi’nin dileğini yerine getirmeyecek olursa? Ya tekrar oraya gitme cüretine cesaret edemeyecek olursa? Gigi’ye nasıl cevap verirdim. Yaşlı bir kadının hayalleri yıkmaya hakkım da yoktu. Gigi ısrarla oraya Kâhya Nedim Efendi ile gitmeyi istiyordu. Belki ona olan sevgisinden, güveninden kaynaklanıyordu.
Kâhya Nedim Efendi’yi bahçesinde domates toplarken bulmuştum. Beni tanımıştı ve yüzünde şaşkın bir ifade vardı.
— İyi günler efendim.
—İyi günler. Hoş geldin İdris.
—Hoş bulduk efendim. Seni çok önemli bir iş için görmek istedim.
—Önemli bir iş mi? Köşkle olan alakamın yıllar önce kesildiğini sanıyordum.
—Yoo, Nedim Efendi. Senden yaşlı bir kadını son isteğini yerine getirmeni istiyorum sadece.
—Yoksa Gigi’ye bir şey mi oldu?
—Hayır, Nedim Efendi. Tabii ki bir şey olmadı ama Gigi sizi görmek istiyor. Tekrar sizinle Sisli Göl’e gitmek istiyor.
— Yoo Hanımım neden illaki bende ısrar eder anlamam. Köyde birçok kişi ve birçok araba varken.
—Lütfen Nedim Efendi.
— Hayır, hayır babandan bir kere daha tekme yemek istemem. Hem köşke gitmeyeceğime dair kendi kendime söz verdim.
Kâhya Nedim Efendi sinirlenmişti. Elindeki domates dolu sepeti hızla yere fırlatmıştı.
— Nedim Efendi lütfen. Gigi’nin son arzusu sayılabilecek bir olayı geri çevirmezsin sanırım.
— Olayları belki biliyorsundur. Yıllar önce Gigi’yi o köye götürmek istemiştim. Ama baban yoldan bizi jandarma eşliğinde geri çevirmişti.
— Neden Nedim Efendi. Babam neden Gigi’nin o köye gitmesine izin vermiyordu?
— Bu soruların cevabını en son öğreneceğin kişi ben olurdum herhalde.
—Gigi’nin Sisli Göl’e gitmek istemesinin babam için ne sakıncası olabilirdi ki. Gigi o köyde doğmuş ve o köyde büyümüştü. Çocukluğu ve gençliği o köyde geçmişti.
— Ve o olaylar…
—Hangi olaylar Nedim Efendi?
—Şey… Yok, ağzımdan kaçtı. Saçmalıyorum galiba.
Nedim Efendi eve doğru yönelmişti. Yolda kendi kendine söyleniyordu. Peşinden onu izliyor ve onu razı etmeye çalışıyordum. Nedim Efendinin inatlığından Gigi hep bahsederdi.
Kâhya Nedim Efendi bahçe çeşmesinden ellerini yıkıyor ve söyleniyordu.
—Bunca iş arasında bir de Gigi’nin Sisli Göl’e gitme sevdası. Başka zaman ve başka kişi bulamadı mı ki? Hem niçin ben? Hayır, hayır bir daha o köye hayatta gitmem. Boşuna nefesini tüketme. Başımı bir daha belaya sokacağımı sanıyorsan aldanıyorsun.
—Son sözün bu mu?
—Evet, kararım kesin. Kesinlikle o köye gitmeyeceğim.
Kâhya Nedim Efendinin evinden ayrılırken, onu ikna edemeyişime üzülüyordum. Gigi, bu duruma çok üzülecekti. Oysa onu mutlu görmeyi arzu ederdim. Şimdi köşkün bahçesinde beni bekliyordu ve ona verecek cevabım yoktu.
Gigi’nin bavulları bahçede duruyordu. Köşkün merdivenlerinden çıkarken Gigi’yi mutlu edemeyişimin ezikliğini duyuyordum. Gigi birden kapıda belirmişti ve yüzüne bakacak cesareti kendimde bulamamıştım.
Az sonra korna sesleri duyulmuştu. Köşkün bahçesinde kırmızı bir araba durmuştu. Gelen Kâhya Nedim Efendi’ydi. Çok şaşırmış, hayrete düşmüştüm ve çok sevinmiştim. Gigi’yi hiç bu kadar sevinçli görmemiştim.
Bavulları arabaya yerleştirirken Nedim Efendi:
—Çok büyük konuşmuşum İdris. Ama kendimle baş başa kalınca düşündüm. Gigi’nin bana çok emeği geçti. Hem artık köşkten kovulmama imkân da yok. Gigi’yi kırmamın anlamı yok. Hem dünyada en son kıracağım kişi Gigi olurdu.
Gigi siyah bir elbise giymiş, başına siyah bir şapka takmıştı. Onu çoktandır böyle şık görmemiştim. Dudaklarına kırmızı bir ruj sürmüş, göz kapaklarını boyamıştı. Gigi arabaya binerken:
—Günaydın Hanımım.
—Günaydın Nedim Efendi. Biliyor musun seni neden çağırdım?
—Evet hanımım. İdris’le her şeyi konuştuk. İşlerimin yoğunluğuna rağmen, sana vefa borcum olduğu için geldim.
—Bugün Sisli Göl’e gitmek istiyorum. Bugün küçük bir serçe kadar hürüm ve bir çocuk kadar da sevinçliyim. Hani bayram sabahları yeni kıyafetlerini giymek için yarışan çocuklar vardır ya! Tıpkı onlar gibiyim.
—Hanımım tekrar bizi jandarma çevirmesin? Sisli Göl’e gitmeden önce iyice düşündünüz mü?
—Artık hiçbir güç bizi çeviremez Nedim Efendi. Her şeyi göze aldım. Eşimi yıllar önce kaybettim. Şimdi o bile engel olamaz gidişime. Oğlumun gücü de buna yetmez. Haydi, Nedim Efendi gidelim. Daha fazla tahammül edemeyeceğim. Haydi, İdris sen de gelmelisin bizimle.
Köyden ayrılmıştık, ayçiçeği tarlaları arasındaki yoldan Sisli Göl’e doğru yol alıyorduk. Gigi etrafı telaşla inceliyordu. Ayçiçekleri tarlalarda kurumuş, biçilmeye hazırlanıyorlardı. Bazı yerlerden biçerdöver sesleri geliyordu.
— Hanımım şu tarlayı hatırladınız mı?
— Nasıl hatırlamam. O babamın tarlası. Kime satılmıştı?
— Halıcıgillerin İsmail’e.
Gigi, buruk bir eda ile tarlalara bakıyordu. Gözlerinin çok uzak tarihleri gördüğü belliydi. Arabamız meşe ağaçlarından oluşan koruluğa girmişti. Ağaçlar mevsimin soluk tonlarını taşıyorlardı. Yolda yürüyen işçi kadınlar ve az ileride otlayan koyunlar çok geçmeden aramızda kalıyordu. Fazla yüksek olmayan bir tepeyi aştıktan sonra; Kuş Gölü tüm heybetiyle karşımızda duruyordu. Gigi yerinde duramıyor, hop oturup hop kalkıyordu. Derin derin nefes alıp veriyordu. Heyecanı arttıkça elleri daha da titremeye başlıyordu. Hapisten çıkmış gibi hürdü bugün. Özgürdü, güneşi hiç bu kadar sıcak hissetmemişti üzerinde. Gigi bugün kendi gökyüzünde uçuyordu.
Az sonra Sisli Göl görünmüştü. Gigi heyecandan nefes nefese kalmıştı.
—Biliyor musun Nedim Efendi? Doğduğum yerlere gelmeyeli bir ömür oldu. Yüreğim buna nasıl dayandı biliyor musun?
—Evet Hanımım. Kimsenin buna hakkı yoktu. Sana karşı herkes haksızlık etti. Mahşerde herkes günahının cezasını çekecek. Ben bile Hanımım.
—Hayır, Nedim Efendi. Sen elinden geleni hep yaptın. Yıllardır beni Sisli Göl’e götürmek için çaba gösterdin. Senin bunda hiçbir suçun yok.
Sisli Göl, Kuş Gölü’nün kıyısında kurulmuş eski bir Rum köyüydü. Her mevsim sisli oluşundan dolayı “Sisli Göl” adını almıştı. Gölün ardındaki heybetli dağlar Gigi’yi selamlıyor gibiydi. Gigi penceresini açmış, kuşlarla konuşmaya başlamıştı. Başını pencereden çıkardığında birdenbire şapkası uçmuştu. Kâhya Nedim Efendi şapkayı almak için arabayı durdurduğu sırada, Gigi:
— Ben geldim Sisli Göl, ben geldim anne, ben geldim Helen, ben geldim…
Birden ses tonu değişmişti. Unutamadığı birini hatırlamış gibiydi. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
—Kâhya Nedim Efendi. Köyün girişindeki şu tek katlı ahşap ev, Meryemlerin değil mi?
— Evet Hanımım.
— Baksana Meryem evin bahçesinde duruyor. Bak göl kıyısına doğru koşmaya başladı. Ben geldim. Ganime geldi. Ganime’ yi neden görmedi ki? Oysa benim en sevdiğim çocukluk arkadaşımdı o.
—Meryem, Meryem. Benim Ganime.
— Hayır Hanımım. Orada kimse yok. Hem Meryem öleli on beş yıl oluyor.
Gigi susmuştu. Meryem’in ölüm haberini bugüne kadar ona kimse söylememişti. Araba köyün içine girmişti. Akasya ağaçlarıyla kaplı, Arnavut kaldırımlı yoldan geçtikten sonra, Gigi sağdaki evi işaret ederek;
—Kâhya Nedim Efendi.
— Evet Hanımım.
— Şurası Gülcülerin evi değil mi? Evet tanıdım Tamara o evi hep eflatuna boyar… İki dakika dur! Tamara’yı görelim ne olur. O beni çok sever. Okulda Tamara ile beraber otururduk, onunla okul çıkışında birlikte ders çalışırdık.
— Hanımım o evde artık kimse oturmuyor.
—Yoo yo Nedim Efendi yalan söylüyorsun. Bak Tamara bana pencereden bakıyor. Beni yanına çağırıyor, bu kadar zaman sonra onu tekrar görmeme hayır demezsin değil mi Nedim Efendi?
— Hayır Hanımım. Baksana ev çok eski ve boyaları yer yer dökülmüş. Artık burada oturmadıklarından emin olmalısın. Onlar buradan göç edeli oldukça uzun bir zaman oldu.
Gigi’nin mutluluğuna gölge düşmüştü. Rengi solmuştu, dudaklarındaysa hep aynı isimler vardı. Gigi birden yerinden fırlamıştı.
—Bakın okulum. İlkokulu burada okudum.
Gigi soldaki çam ağaçları arasındaki, geniş bahçesi bulunan tarihi okulu gösteriyordu.
— Etrafta kimseler yok. Derste olmalılar. Helen ve Tamara benim okula geldiğimi neden fark etmediler? Yoksa beni hasta mı sanıyorlar? Okula gelmediğim için öğretmenim beni cezalandıracak. Yine koridorda tek ayak üzerinde dikili tutacak.
Kâhya Nedim Efendi, okulun yaz tatilinde olduğu için kapalı bulunduğunu belirtmekle yetinmişti. Köy meydanından geçerken sağda ve soldaki kahvelerde oturan köylüler arabayı dikkatle inceliyordu. Gigi:
— Hacer nerede oturuyor? Nedim Efendi. Lütfen gelmişken Hacer’ i de görelim.
— Göl kıyısındaki bir Rum evine yerleştiler.
— Lütfen, Nedim Efendi, arabayı oraya sür.
Arabamız köy meydanından soldaki sokağa sapmıştı. Dar bir sokaktan Sisli Göl’ün kıyısına çıkmıştık. Göl kenarında birçok sandal duruyordu. Kâhya Nedim Efendi:
—Hacer’in çok hasta olduğunu söylüyorlar.
—Hasta mı? Oysa okuldayken hiç hasta olmamıştı. Lütfen, Hacer’i ziyaret edelim. Beni görünce çok sevinecek.
Arabamız gölün kenarındaki harap bir evin önünde durmuştu. İki katlı taştan yapılmış evin bahçesinde sıralar halinde dut ağaçları vardı.
—Hacer, ben geldim Ganime. Seni çok özledim. Beni neden karşılamadın? Sen de beni özlemedin mi Hacer?
—Hanımım, O çok hasta, seni karşılayamaz.
Evin kapısı gıcırtıyla açılmıştı. Çoktandır yağlanmamışa benziyordu. Kapıda genç bir kız karşılamıştı. Genç kız bizi ikinci kata çıkarmış, evin göle bakan tarafındaki odaların birinin önünde durarak;
—İşte burası!
Gigi kapıyı çaldığı sırada. Genç kız.
—Kapıyı çalmanıza gerek yok. Babaannem sizi duyamaz. Lütfen içeri girin bayan.
Gigi kapıyı hızla açmış. Pencerenin önünde duran geniş yatağa doğru yönelmişti. Yatakta çok yaşlı bir kadın yatıyordu.
—Hacer aç gözlerini ben geldim. Beni hatırladın değil mi?
Hasta gözlerini açmış, bomboş gözlerle bizi süzüyor hiçbir şey konuşmuyordu. Arkamızdan genç kız yanımıza gelerek;
—O çok hasta ve sizi duyamaz. O yıllardır kimseyle konuşmaz. Sadece yemeğini yer ve pencereden gölü seyreder. Gigi:
—Nasıl tanımaz. Beni tanıdın değil mi Hacer? Benim Ganime.
—Hiçbir faydası yok bayan. O hiç kimseyi tanıyamaz.
Babaannem yaşlı kadına sarılmış, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Çok geçmeden Nedim Efendi Gigi’nin omzundan tutarak onu teselli etmeye çalışmıştı.
—Hanımım. Hacer Hanım iyileşince yine geliriz. Lütfen şimdi gidelim.
Gigi’yi arabaya kadar Nedim Efendi ile koluna girerek götürmüştük. Nedim Efendi:
—Hanımım artık geri dönelim mi?
—Yoo hayır. Hayır, Nedim Efendi.
— Bu kadar üzülmene gönlüm razı olmuyor hanımım.
Gigi susmuştu. Kâhya Nedim Efendi onu geri dönmek için ikna edememişti. Oysaki Gigi buraya bavullarıyla gelmişti. Onu hiç bu kadar şık ve bakımlı görmemiştim. Arabamız kaldırım yolda giderken Gigi sağdaki camiye dönüştürülmüş eski bir Rum kilisesine bakarak;
—Yavaşla Nedim Efendi.
Gigi başını pencereden çıkarmış tarihi yapıyı inceliyordu. Camide bir grup insan namaz kılmaya hazırlanıyor, şadırvanda abdest alıyordu. Bahçedeki mor salkım çiçeği tarihi yapıya sıkıca sarılmış, ona esrarengiz bir görünüm vermişti. Gigi;
—Kâhya Nedim Efendi, beni o eve götürmeni istiyorum.
—Hayır, hanımım bu kadarı da fazla. Yıllar sonra bir daha o eve gitmek imkânsız bir olay.
—Lütfen Nedim Efendi. Lütfen.
Kâhya Nedim Efendi tedirgin bir yüz ifadesi ile boynunu eğerek;
—Peki Hanımım.
Arabamız tarihi yapının yanındaki dar sokağa sapmıştı. Dut ağaçları gölgesiyle kaplı yolda ilerliyorduk. Gigi etrafı merakla inceliyordu. Buralara ilk defa gelen birinin bakışları değildi bunlar. Tabii Gigi bu köyde doğmuştu. Çocukluğu buralarda geçmişti, belki de bu dut ağaçları arasındaki yolda oynamıştı.
—Nedim Efendi biliyor musun? Helen ile Paskalya bayramlarında yumurtaları renk renk boyardık. Yumurta boyamayı Helen’den öğrenmiştim. Oysa babam Helen’le oynamamı hiç istemezdi. Sen Müslüman bir kızsın, kilisede ne arıyorsun? Gâvur mu olacaksın? Derdi. Babamın sözlerine hiç anlam veremezdim. Kilisede papazların ve rahibelerin ayinleri ilgimi çekerdi. Helen’le kilisede arka sıralarda otururduk. Kiliseden çıkışta Rum kadınlarının pişirdikleri paskalya ekmeklerinden yerdik. Herkese paskalya ekmeği dağıtılırdı. Paskalya ekmeğini bazen evde gizlice yerdim. Bir defasında anneme yakalanmıştım.
—Nereden buldun o ekmeği? Gâvur mu olacaksın kızım. Ramazan ayında camiye gitmek istemezsin. Gâvurların bayramlarına her zaman gidersin. Çabuk bırak o ekmeği elinden.
O yaşlarda ne annemi nede babamı anlayabilmiştim. Gigi:
—Nedim Efendi bu ev Helenlerin bak.
Mavi renkleri yer yer dökülmüş, etrafını sarmaşıklar sarmış, yaşanmadığı her halinden belli olan, terkedilmiş bir evi göstererek:
—İdris bak Helenlerin evi. Çocukluğum, genç kızlığım bu evde geçti. Gigi, pencereden “Helen, Helen” diye bağırıyordu.
—Hanımım. Lütfen nefesinizi tüketmeyin. Helenler buradan yıllar önce göç ettiler. Artık burada değirmencinin dışında tek bir Rum yaşamıyor.
Arabamız gölü gören bir yel değirmeninin önünde durmuştu. Gigi:
—Nedim Efendi aşağıya inmek istiyorum.
—Hayır, hanımım bu değirmeni uzaktan seyretmeniz gerekiyor. Oraya daha fazla yaklaşamazsınız.
—Lütfen Nedim Efendi.
—Hanımım buraya kadar her şeyi göze alarak geldim. Sizi kırmadım ama lütfen beni anlayışla karşılayın ve daha fazlasını istemeyin.
—Son kez Nedim Efendi.
—Peki Hanımım.
—Dido, Dido! Sevgili Dido! Seni çok özledim.
Gigi, değirmenin yanındaki görkemli bir evi dikkatlice inceliyordu. Yel değirmeni gölden esen rüzgârın ritminde salına salına dönüyordu. Değirmenin önünde köylerden gelen traktörler ve römorklara yüklenmiş buğday çuvalları vardı. Gigi’nin gözleri değirmenin çarkına takılmış, gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Gigi:
—Nedim Efendi o burda mı? Biliyor musun?
—Evet hanımım. Onu en son üç ay önce değirmene geldiğimde görmüştüm.
—Oh Allah’a şükür yaşıyor.
—Lütfen, Nedim Efendi arabayı bir süre durdur. Buraları öyle özledim ki, bir müddet bu manzarayı seyretmek istiyorum.
Yıllara meydan okuyan değirmenin çarkı ağır ağır dönerken iki balıkçıl kuşu göle doğru uçuyordu.
3. BÖLÜM
(PASKALYA BAYRAMI)
Sisli bir nisan akşamında Ganime, telaşlı bir halde pencerenin önünde duruyor, sağa sola yürüyordu. Perdeleri sıkıca tutup, avuçlamasından heyecanlı oluşu anlaşılıyordu. Sabırsızlığı her halinden belliydi. Gözleri uzaklara, çok uzaklara bakıyordu. Belki gölün sisli oluşu onu ilk kez bu kadar üzüyordu.
—Ganime saat gecenin on ikisi ve sen hala yatmadın mı?
—Hayır anne.
—Hem o pencerenin önünde ne yapıyorsun öyle?
—Hiç anne. Bu akşam hiç uykum yok. Gölün manzarası çok güzel.
—Sisli bir gecede gölün manzarasının güzel olduğunu ilk söyleyen sen olmalısın. Şu perdeleri kapat artık ve yatağına yat.
—Peki anne. Sen odana git. Ben biraz sonra yatarım.
—İyi geceler.
Ganime odanın içinde durmadan dolaşıyor, kararsızlığın verdiği tedirginlikten başı ağrımaya başlamıştı. Bir yanda anne ve babası ve bir yanda da Dido. Hıristiyan olmasına rağmen onu çok seviyordu. Hislerine bir türlü engel olamıyordu. Dido’nun sarı saçlarına, mavi gözlerine, atletik vücuduna vurulmuştu. Bir gece Sisli Göl’ün kıyısında buluşmuşlardı. Sıkıca birbirlerine sarılmışlardı. Dido onu hem öpüyor, hem de kucaklıyordu. İlk defa böyle oluyordu. Ganime’nin içi ilk kez bu kadar kıpır kıpırdı. Ona dokunan ilk erkekti Dido. Ganime ona karşı koyamıyordu. Gölün kıyısındaki sandalların arasında uzun süre öpüşmüşler, sevişmişlerdi. Dido’nun dudaklarını dudaklarıyla birleştirdiğinde kalbi durabilirdi. Ganime birdenbire irkilmiş Dido’yu üzerinden ihtirasla itmişti. “Yoo Dido, daha fazla devam edemem.”
—Ganime dur gitme benimle kal.
Ganime Sisli Göl’den hızla uzaklaşmıştı. Gecenin serinliğinde, kimselere görünmeden gizlice tarlalarda koşmuştu. Soluk soluğa evlerinin kapısına gelmişti. Kapıyı hafifçe açmış ve ikinci kattaki odasına ailesine görünmeden çıkmış, yatağına yatmıştı.
O gece Dido hiç aklından çıkmamıştı. İlk kez bu denli heyecanlanmış, bedeninde büyük bir zevk duymuştu. Mavi gözlerinin içini okurcasına deli dolu bakışı, kaslı kollarının vücudunu sarışı onu nefessiz bırakmıştı. Birden ailesi gelmişti aklına. Evlenmeden önce böyle bir ilişkiye giremeyeceğini hatırlamıştı. Dido’yu çok istemesine rağmen ondan uzaklaşmayı başarabilmişti.
Aradan bir ay geçmişti. Dido ile hiç görüşmemişti. Onu çok arzuluyor ve görmek istiyordu. Ama bu arzuya karşı koyamayacağından emin olamadığı için Dido ile buluşmayı göze alamıyordu. Yarın Paskalya Bayramı’ydı. Çocukluğundan beri Paskalya Bayramı’nda kiliseye giderdi. Yine gidecekti. Helen’i görecekti. Belki Dido’yu da görebilirdi. Kim bilir?
Ertesi gün Paskalya Bayramı için annesinden izin almak kolay olmamıştı. Annesi karşı koymasına rağmen yine de Ganime’yi kıramamıştı. Nisan ayının en güzel günüydü bugün. Kaç gündür sağanak halinde yağan yağmurlar ilk kez dinmiş, bulutlar Paskalya Bayramı’nı kutlamak için aralanmıştı.
Köyün içinde ilerlerken köy kadınları ona bakıyor ve aralarında konuşuyorlardı. İçlerinden birinin:
—Yine kiliseye gidiyor. Yine değirmencinin oğlu Dido’yu görecek, dediğini duymuştu. Diğer köy kadını ise:
—Bu kızın Müslümanlıkla alakası yok. Çoktan gâvur olmuş baksana.
Ganime geç mi kalmıştı yoksa? Kilisede genç bir papaz onu daha kilisenin giriş kapısında karşılamıştı. Onu tanımıştı, geçen yıl bu kiliseye gelen papazdı.
—Hoş geldin Ganime. Paskalya Bayramı’nız kutlu olsun.
—Teşekkürler Efendim.
Ganime, bahçesinde mor salkım çiçekleri açmış kilisenin kapısından içeriye girmişti. Kilise bu bayram daha kalabalık gelmişti gözüne. Sıraların hepsi doluydu ve herkes kilise orgunun eşliğinde ilahiler söylüyordu. Ganime gözleriyle Dido’yu aramıştı kalabalığın arasında. Başkalarını ona benzettiği için kıskançlık duymuştu. Öne doğru ilerlerken ardından bir el omzuna dokunmuştu:
—Ganime sen.
—Helen, seni gördüğüme çok sevindim. Helen sarı uzun saçlarına küçük kırmızı güllerden oluşan bir şapka takmıştı. Yeşil gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Helen:
—Hemen şuraya geç ve ilahilere eşlik et.
Ganime Rumcayı çok iyi derecede biliyordu. Çocukluğundan beri bütün ilahileri de ezberlemişti. İlahilere katılması onun için zor olmamıştı.
Ganime, Dido’yu görememenin burukluğu içindeydi. Helen, Ganime’nin telaşının farkına varmıştı.
—Dido’yu arıyorsun değil mi?
—Şeyy. Evet Helen. Onu gördün mü?
—Yoo, hayır, Dido’yu hiç görmedim. Hem kiliseye ben de geç geldim. Kimbilir belki buralardadır.
Yan taraftaki yaşlı bir kadın onları konuşmamaları için uyarmıştı. Ayinler ve dualardan sonra herkes birbirinin bayramını kutlamaya başlamıştı. Kiliseden dışarı çıktıklarında kilisenin bahçesinde masalarının üzerindeki tüllerle süslü sepetlere, şekerler, kandil simitleri ve paskalya çörekleri hazırlanmıştı. Başka sepetlerdeki kırmızı yumurtaları dikkatle incelemişti Ganime. Biliyordu ki komşuda kazanlar kaynayıp, kırmızı soğan kabukları içine atıldı mı, “Paskalya Bayramı” geliyor.
Helen:
—Ganime kırk gün önceden oruca başladın değil mi?
—Oruç mu? Yoo hayır. Biz yalnızca ramazan ayında oruç tutarız.
—Biz de paskalyadan önce. Ganime sakın beni yanlış algılama şaka yaptım. Tabii ki Müslümanlar paskalyada oruç tutmazlar.
—Siz niye oruç tutuyorsunuz Helen? Bugüne kadar hiç dikkat etmemiştim.
—Bizim inancımıza göre; Hazreti İsa çarmıha gerildikten sonra taş bir lahit içine gömülür. Lahitin başına, askerler dikilir. Gömüldüğünün üçüncü günü İsa yeniden dirilir ve göğe yükselir. İşte Paskalya Bayramı’nda İsa’nın dirilişini kutluyoruz.
Paskalyadan kırk gün önce Hıristiyanlar “Büyük Perhiz’e” yani oruca başlarlar. Bu dönemde yiyecekleri haşlayarak yeriz. Hayvansal yağlar yerine bitkisel yağları kullanırız. Büyük Perhiz dönemi paskalya yortusuna hazırlıktır. Büyük perhizden çıkan Hıristiyanlık âleminin paskalyada mideleri bayram eder. Ortodokslar kuzu çevirir.
—Peki, neden yumurtalar başka renge değil de hep kırmızıya boyanır?
—Kırmızı yumurta ve şarap bizim için yeniden doğuşu simgeler.
—Haydi, Ganime şu kırmızı yumurtalardan birer tane alalım ve tokuşturalım. Bakalım kimin yumurtası kırılacak? Helen ve Ganime, kırmızı yumurta almak için masaya doğru yönelmişlerdi. Ganime tüllerle süslü sepetteki kırmızı yumurtalara uzanırken, ardından uzanan bir el, eline dokunmuştu. Ganime hızla geri dönüp bakmıştı.
—Dido! Dido sen!
—Evet, benim Ganime
—Ganime aşkım!
Birbirine sıkıca sarılmışlardı. Ganime’nin gözlerinden yaşların süzüldüğünü fark etmişti Helen. Helen:
—Galiba bu Paskalya Bayramı’nda yumurtanı Dido ile vuruştursan daha iyi olur Ganime. Bu sana şans getirir. Ne dersin Dido, bir yumurta al hadi.
Ganime ve Dido yumurtalarını tokuşturmuşlar ve kırılan Dido’nun yumurtası olmuştu. Helen:
—Bu gece de kiliseye geleceksin değil mi Ganime?
—Bu gece yarısı Hz. İsa gökyüzüne uçmuş. Kilisede büyük ayin var, ne olur Ganime sen de gel.
—Helen gelmeyi çok isterdim. Ama annemden ancak bugün için izin koparabildim. Akşam için tekrar izin alacağımı zannetmem.
—Akşama doğru gider ve annenden izin alırız olur mu? Haydi, şu çöreklerden de ye. Ve sonra bizim eve gidelim. Annem evde içli pilav hazırlamıştır. Dido sen de bizimle geleceksin değil mi?
Ani bir soru karşısında Dido şaşırmıştı. Gözleriyle Ganime’ye bakmıştı. Ganime’nin gözlerinde anlam aramış ve çok geçmeden kabul etmişti.
Mavi boyalı, sarmaşıklarla kaplı bahçesinde büyük bir manolya ağacı olan Helenlerin evi Ganime’nin çok hoşuna giderdi. Çünkü çocukluğu bu evde geçmişti. Şakalaşarak bahçe kapısından girmişlerdi. Helen’in annesi onları bahçede karşılamıştı.
—İyi paskalyalar anneciğim. Bak Ganime ve Dido da geldi. Onlara kadar içli pilav kalmıştır herhalde?
—Tabii kızım. Bugün herkese yetecek kadar yiyecek hazırladım. Haydi, şu ağacın altındaki masaya oturun. Benim bu yumurtaları bu geceki ayine yetiştirmem gerekiyor. Helen size iyi bir ziyafet hazırlayacaktır umarım. Hem manolya ağacının altında Paskalya Bayramı’nı kutlamak herkese nasip olmaz.
Yemekten sonra Dido, akşama kiliseye geleceğini belirterek oradan ayrılmıştı. Yumurtalar kazandan çıkarılmış soğumaya bırakılmıştı. Helen’in annesi eve doğru yönelmişti. Helen:
—Dido’yu çok seviyorsun değil mi Ganime? Peki, bu aşk nereye kadar sürecek?
—Bilmiyorum Helen bilmiyorum.
—Ailen Dido ile evlenmene izin vermez değil mi?
—Annem belki, ama babam asla.
—Aslında dinlerin çatışma unsuru olarak algılanmasını anlayabilmiş değilim.
—Hepimiz Tanrı’ya inanıyoruz Helen. Hepimiz Tanrı’nın bir olduğuna inanıyoruz.
—Haklısın Ganime. Dört büyük din aynı kapıya çıkıyor ama yaşam biçimi olarak detaylar var. Sizlerinde kutsal geceleriniz var. Oysa biz sizin kutsal geceleriniz için camiye gelmiyoruz Ganime.
—Ama bayramlarda yine birlikte değil miyiz? Aynı iklimi, aynı toprağı paylaşmıyor muyuz?
—Sen çok büyük bir insansın Ganime. Kimse kiliseye gelip, bizim ayinlerimize katılmazken, sen büyük bir sevgi ile bizimlesin.
—Siz de bizim camilerimize gelip dua edebilirsiniz Helen.
—Babam buna kesinlikle izin vermez. Çünkü o fanatik bir Ortodoks’tur.
Ganime, Helen’i dikkatle dinliyor, gözleriyle manolya ağacının koyu yeşil yapraklarını süzüyordu. Helen:
—Manolyalar yakında açar Ganime.
Helen konuyu değiştirmek istemişti. Ama çok geçmeden yine aynı konuya dönmüştü.
Çok zor bir durumdasın Ganime. İki büyük dinin ve iki farklı kültürün arasında kalmışsın. Hem büyük bir aşkın acısını çekiyorsun. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
—“İki ucu kirli değnek” diye açıklar bunu Türk Atasözü.
—Karar vermen çok güç Ganime ama artık bir kararın eşiğindesin. Ya Dido’yla evlenmelisin ya da kalbini sonsuza dek ona kapalı tutmalısın.
—Yoo Helen buna dayanamam. Onun deli dolu mavi gözlerini görmeden ömür boyu yaşayamam.
—Ya ne yapacaksın Ganime?
Ganime, içinden çıkılması zor bir kararın eşiğinde dalıp gitmişti. Düşünceli bir hali vardı.
—İki kırmızı yumurta getirir misin Helen?
Helen şaşkın şaşkın ona bakıyordu. Ganime konuyu değiştirmek mi istiyordu? Oysaki derin bakışları konudan hiç kopmadığını gösteriyordu. Az sonra Helen iki kırmızı yumurta ile gelmişti. Ganime yumurtalardan birini almış ve sıkıca tutmuştu.
—Şimdi Helen yumurtama vur lütfen.
Helen yumurtasıyla Ganime’nin yumurtasına vurmuş ve Ganime’nin yumurtası kırılmıştı.
—Sağol Helen sağol!
—Ne oldu Ganime?
—Karar vermemde bana yardımcı olduğun için.
—Nasıl yani?
—Eğer benim yumurtam değil de, senin yumurtan kırılsaydı, Dido’yu sonsuza dek görmeyecektim. Buna nasıl dayanırdım bilmiyorum ama az önce kendi kendime söz vermiştim.
—Yani şimdi Dido’yla evlenecek misin?
—Evet Helen. Onu çok seviyorum. Bu Paskalya Bayramı’nın bana uğur getireceğine inanıyorum. Tanrı benimle ve Dido’yla evlenmemden yana.
—Tanrı seni korusun Ganime.
Helen’in annesi yanlarına gelerek:
—Siz aranızda ne konuşuyorsunuz öyle? Hem de sabahtan beri kaynatmakta olduğum yumurtaları kırarsınız ha! Sizi gidi küçük şeytanlar.
—Ganime manolyalar yakında açacaklar. Büyük beyaz kokulu çiçekleri açacak ve her yer mis gibi kokacak. Senin manolyaları ne kadar çok sevdiğini çocukluğumdan beri unutmadım Ganime.
—Evet, Helen en sevdiğim çiçekler onlar.
Ganime birden ayağa kalkmıştı. Telaşlı bir hali vardı.
—Helen artık eve gitmeliyim. Annem beni çoktan merak etmiştir. Ona karşı dürüst olmalıyım.
—Ganime, akşama kiliseye geleceksin değil mi?
—Bilmiyorum Helen, bilmiyorum.
—Haydi, beraber sizin eve gidelim ve ailenden izin alalım.
Sokakta gördükleri herkesin bayramlarını kutluyorlardı. Köyün dışına çıkmışlardı. Buğday tarlaları dalga dalga dalgalanıyordu. Tatlı bir bahar rüzgârı çıkmıştı. Güneşin sıcaklığı azalmış, etrafa ikindi serinliği çökmeye başlamıştı. Ganimelerin evi küçük bir tepenin üzerinde görünmüştü. İki katlı pembe boyalı güzel bir evdi. Kapıyı açan Ganime’nin annesi olmuştu. Helen’i görünce biraz şaşırmıştı. Yüzünde kaygılı bir hal vardı. Helen:
—İyi paskalyalar efendim.
—Teşekkür ederim. İyi paskalyalar Helen.
Az sonra geniş salonda oturmuşlardı. Yanlarına Ganime’nin babası geldiğinde biraz korkmuşlardı. Ahmet Bey onları gördüğüne pek sevinmemiş gibiydi. Yine de belli etmek istemiyor gibi davranmış ve Helen’in bayramını kutlamıştı. Biraz sonra Sebile Hanım onlara portakal suyu ikram etmişti. İçeceklerini içerken Helen konuyu açmıştı. Ahmet Bey ve Sebile Hanım yüz yüze görüşmek için başka bir odaya yönelmişlerdi. Ahmet Bey Ganime’nin durumundan endişe duyuyor gibiydi. Ahmet Bey’in yüksek sesteki konuşması salondan duyulmuştu.
Ganime her ne kadar Helen ile başka konularda konuşmak istese de Ahmet Bey’in konuşmasına kulak misafiri olmuştu. Biraz sonra Sebile Hanım yanlarına gelerek:
—Lütfen Ganime çok fazla geç kalma.
Bahçeye çıktıklarında anne ve babasının yüksek sesteki tartışmaları duyulmuş, her ikisi de olanlara üzülmüştü.
4. BÖLÜM
(DİDO)
Akşam kiliseye erken gelmişlerdi. İçeride çok az kişi vardı. Henüz Dido gelmemişti. Ganime anne ve babasını tartışırken bıraktığı için endişe duymuştu. Helen ile arka sıralara oturmuşlardı. Ganime oturdukları yerden Dido’yu rahatça görebilirdi. Bir süre sonra Dido kilisenin kapısında belirmişti. Onları arıyordu. Neyseki Dido’nun onları görmesi zor olmamıştı. Dido Ganime’ye sımsıkı sarılmış, onu dudaklarından öpmüştü. Helen ile tokalaşarak yanlarına oturmuştu. Ganime, kilise orgunu eşliğinde ilahiler söylerken, bir yandan da göz ucuyla Dido’yu izliyordu. Bazen onunla göz göze geliyorlardı. Ganime düşünceliydi. Dido ile evlendiklerinde onunla kiliseye mi gelecekti? Yoksa camiye mi gidecekti? Ganime ilk kez kendini suçluyordu. Yoksa günaha mı giriyordu?
—Affet Allah’ım beni affet. Onu çok seviyorum. Onunla birlikte olduğum için beni affet.
Gece yarısına doğru kilisedeki tüm ışıklar sönmüştü. Büyük kandil ağır ağır aşağıya doğru indiriliyordu. İnsanlar ellerindeki mumları bu kandilden tek tek yakıyorlardı. Dido’nun anne ve babası da oradaydı. Ganime onları fark etmişti. Bay Filipo ve Bayan Sofiya ellerindeki mumları yakmak için büyük kandile doğru yönelmişlerdi. Bayan Sofiya’nın üzerinde siyah bir elbise, başında mavi kurdeleli bir şapka vardı.
Kilisede yanan mumlar elden ele dolaşmaya başlamıştı. Az sonra Helen’in eline de bir mum ulaşmıştı. Helen yanan mumu önce Dido’ya uzatmıştı. Dido elindeki mumu Ganime’ye uzatarak:
—İnançlarına güveniyorsun değil mi? Eğer yanan mumu söndürmeden eve götürürsen sana şans getirecek ve dilediğin kabul olacak.
Ganime ürkek bir şekilde mumu eline almıştı. Ama eve kadar söndürmeden götürebileceğinden emin değildi. Helen ve Dido’nun eline de mumlar ulaşmıştı.
Ellerindeki mumlarla kiliseden çıkmışlardı. Ganime elindeki mumu sönmesin diye diğer eli ile kapatıyordu. İçinde bir korku vardı. Aniden çıkan bir rüzgâr elindeki mumu söndürmüştü. Ganime’nin içi yanmıştı. Biliyordu dileği olmayacaktı. Bu aşka gölge düşecekti.
Dido ile uzun süre göz göze bakıştılar. Ganime Dido’nun gözlerinden gözlerini kaçırmaya çalışmıştı. Dido:
—Ganime ne olur benimle gel.
Ani bir soru karşısında ne yapacağını şaşırmış, paniğe kapılmıştı.
—Hayır, Dido seninle gelemem. Anneme söz verdim, bu akşam seninle gelemem.
Ganime’nin içi ilk kez bu kadar karmaşık bir hal almıştı. Bir yanı Dido ile git, bir yanı kal diyordu. Helen:
—Bak Ganime, Bayan Sofiya ve Bay Filipo
—Memnun oldum efendim.
Bay Filipo, Ganime’yi tepeden tırnağa incelemişti. Ondan hoşlanmamış gibiydi.
Ganime kilisenin önünde bekleyen arabayı fark etmemişti bile. Helen:
—Ganime bu sizin araba değil mi?
Ganime çok şaşırmıştı. Babası ilk kez onu almaya gelmişti. Çok geçmeden kilisenin kapısında babasını görmüştü. Ganime Dido’ya bakarak arabaya binmişti. Babasına durumu fark ettirmek istemiyordu. Ahmet Bey arabanın arka kapısını açarak:
—Helen eğer istersen seni eve kadar bırakabilirim.
Helen Ahmet Bey’i kırmamıştı. Ganime, Dido’yu bir daha görmeyecekmiş gibi ona bir kez daha bakmıştı. Araba dut ağaçları arasındaki yoldan Helenlerin evine doğru yol alıyordu. Helenlerin evlerinin kapısının önünde araba durmuş, Helen “İyi geceler” dileyerek onlardan ayrılmıştı.
Araba tekrar geldiği yoldan dönerken, Ganime dut ağaçları arasında Dido’yu fark etmişti. Başını telaşla çevirmiş ve ona bakmıştı. Bir yandan da durumu babasından saklaması gerektiğine inanıyordu. Ganime’nin elinde sönmüş bir mum kalakalmıştı, tıpkı umutlarının, hayallerinin yarım kalışı gibi.
Evlerine dönene kadar babası onunla konuşmamıştı.
5. BÖLÜM
(SİSLİ GÖL’E KAÇIŞ)
Paskalya Bayramı’ndan sonra aradan on gün geçmişti. Dido’yu hiç görmemişti. Eğer Dido’yu görse ondan kopamayacağını ve bir daha geri dönemeyeceğini biliyordu. Ganime, o akşam yine pencerenin önünde Sisli Göl’ü izliyordu. Gölden esen tatlı rüzgârlar penceresinden içeriye doluyordu. Gölün kenarında bir ışık belirmişti. Işık durmadan yanıp sönüyordu. Ganime, gözlerine inanamamıştı, bu Dido’ydu. Yine buluştukları yere gelmişti ve onu bekliyordu. Hayır, çok arzulamasına rağmen bu akşam gidemezdi Sisli Göl’e. Duygularına karşı koyamayacağından ilk kez bu kadar emindi. Dido’nun mavi gözlerine baksa ve kendini onun kaslı kollarına bıraksa, bir daha ona karşı koyamazdı. Geri dönemeyeceğinden korkuyordu. Hem ailesine karşı dürüst olmalıydı. Onları yüz üstü bırakıp gidemezdi.
Oysa Paskalya Bayramı’nda kendi kendine söz vermişti. Helen’le yumurtalarını tokuşturduklarında yumurtası kırılmıştı. Dido’yla gidecekti, sonsuza kadar onunla olacaktı. Dido’dan güzel çocukları olacaktı. Dido’dan oldukları için onları daha çok sevecekti. Sonra aniden garip bir duyguya kapılıyordu. Sanki gizli bir el dokunacak, bu mutluluğu gölgede bırakacaktı.
Ertesi akşam da gölde ışık yanıp sönmüştü. Ama Ganime kararını vermişti, Sisli Göl’e gitmeyecekti. Bir yandan da Dido’nun hasreti yüreğine oturuyor, onu içten içe kemiriyordu. “Ya Dido bir gün bu sevdadan vazgeçerse?” diye de çok korkuyordu. Çünkü onu her şeyden ve herkesten çok seviyordu.
Ganime’nin odasının kapısı çalınmıştı. İçeriye gelen babasıydı. Çok şaşırmıştı, babası uzun bir süredir ilk kez odasına geliyordu. Pencerenin önündeki berjer koltuğa oturmuştu.
—Kızım bugün Bay Filipo’nun değirmenine uğradım. Ve duyduklarım karşısında çok şaşırdım. Herkes seni konuşuyordu. Paskalya Bayramı’nda kilisede geçenleri herkes biliyordu.
—Kilisede ne geçmiş baba?
—Seni Bay Filipo’nun oğlu Dido ile görmüşler.
Ganime, Dido’nun adını babasından duyunca çok şaşırmış ve korkmuştu. “Babası Dido ile arasında geçen her şeyi biliyor muydu acaba?
—Kızım aklını başına al artık. Biliyorsun Bay Filipo bir Rum.
—Evet, baba o bir Rum ama yıllardır onlarla bir arada kardeşçe yaşıyoruz.
—Hem köyde birçok Müslüman delikanlı varken, neden bir Hıristiyan gencine gönül verirsin hala anlayabilmiş değilim.
—Baba Dido’nun Hıristiyan olması neyi değiştirir? Hepimiz aynı Allah’a ibadet etmiyor muyuz?
Ahmet Bey’in ses tonu sertleşmişti.
—Kesinlikle ve kesinlikle Hıristiyan biriyle evlenmene karşıyım. Sen ilk ve son göz ağrımsın kızım. Hatırlıyorum da doğduğunda ne kadar mutlu olmuştuk. Yıllardır seni en iyi koşullarda yetiştirmeye çalıştık. Ve şimdi sen bir Rum genciyle aşk yaşıyorsun.
—Baba, Dido’yu seviyorum.
—Ganime, şunu bil ki eğer günün birinde Dido ile gidersen seni sonsuza dek affetmem. Ama böyle bir şey yapmayacağına inanıyorum. Benim kızım akıllıdır, bir Rum genci için ailesinden vazgeçmez. Ganime bu ilişkiyi bitireceksin değil mi?
—…
Babası odadan ayrıldığında, Ganime kendini yatağına atmış uzun süre ağlamıştı. Şimdi ne yapacaktı? Babası her şeyi biliyordu ve karşı çıkıyordu. Tüm köylü durumu öğrenmişti. Herkes Dido’yu sevdiğini biliyordu. Onu tanıdıktan sonra başka birini nasıl severdi? Hem babasının sözleri ne anlama geliyordu. Dido ile gitse babası onu affeder miydi? Hayır, kesinlikle affetmezdi. Ganime bunu çok iyi biliyordu.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra annesi onunla açık açık konuşmuştu.
—Kızım Dido ile ilişkini çok önceden biliyordum. Belki bir gün vazgeçersin, kendiliğinden bitirirsin diye bekledim hep. Ama sen ısrarla devam ettin. Onların bayramlarına gittin, onlarla arkadaşlık ettin ve ondan kopamadın. Babanın Ortodoks biriyle evlenmene izin vereceğini sanmam. Hem baban izin verse bile; Dido’nun ailesi Müslüman bir kızla evlenmesine izin verecek mi sanıyorsun?
—Neden anne? Babamla ağız birliği etmiş gibi davranıyorsunuz. Biz birbirimizi çok seviyoruz.
—Kızım henüz çok gençsin ve birçok şeyin farkında değilsin. Artık büyüdün, şimdi seninle daha da açık konuşacağım. Lütfen bağışla beni. Ganime’m ilk göz ağrım hala dünyayı tozpembe görüyorsun. Ama dünya bunlardan ibaret değil. Dido ile bir gece yattıktan sonra gerçekleri göreceksin, hayatın başka renklerinin olduğunu anlayacaksın. Diyelim ki; Dido ile evlendiniz. Sen camiye, Dido kiliseye mi gidecek? Camiye gitmene engel olmayacağından nasıl emin olabilirsin?
—Hayır, anne, Dido böyle bir şey yapmaz.
—Peki, ya çocuklarınız hangi dine inanacak? Bay Filipo koyu bir Ortodoks ve torunlarını Hıristiyan olarak yetiştirecek. Onların göz göre Hıristiyan olmalarına izin verebilecek misin?
—…
Ganime son fincanı da kuruladıktan sonra bahçeye çıkmıştı. Yalnız kalmak istiyordu. Uzun süre dolaşmıştı. Bahçedeki karabakal kuşları dertlerini paylaşmak istercesine uzun uzun ötüşmüşlerdi. Ganime annesinin ve babasının sözlerini düşünüyordu. Düşündükçe girdap onu daha derine çekiyor ve su yüzeyine çıkmak için bocalayıp duruyordu. “Ya şimdi ne olacaktı? Başka birisi ile evlense; yüzüne baktıkça Dido’nun yüzünü görmeyeceğinden nasıl emin olabilirdi?”
O akşam yatağında kitap okumayı denemiş olmamıştı. Aklı çok karışıktı ve kendini bir türlü kitaba verememişti. Müziği açmış ve bir süre sonra yine kapatmıştı. Yatağında uzun uzun düşünmüştü. Artık bu evde bir yabancı gibiydi. Pencereye doğru gözleri takılmıştı. İçinden bir ses, yatağından kalkmasını ve pencereyi açmasını söylüyordu. Diğer bir ses de yatağında kalmasını. Ganime uyumayı denemişti ama uyuyamıyordu. Kendi kendisini kandıramazdı. Yatağından hızla fırlamış ve penceresini açmıştı. Kestane ağacının yapraklarının serin hışırtılarını duyuyordu. Sisli Göl ay ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Ayın yüzü bile haline şaşmıştı. Ganime ayı bir insan yüzüne benzetmişti, ayın tedirginliği Ganime’yi de tedirgin yapmıştı. Dido yine gelmişti. Işık sürekli yanıp sönüyordu. Hayır, yapamazdı Dido ile gidemezdi. Ailesine çok şey borçluydu, onları yüz üstü bırakamazdı.
Ya Dido? Onu çok sevmişti. Ne zaman adını duysa içi kıpır kıpır oluyordu.Şimdi Dido’yu yüz üstü bırakabilir miydi? Ganime bu aşktan korkuyordu ve karar vermekte gecikiyordu. Birden kalbinin ta derinliklerinden gelen sesi dinledi. Artık bu evde kalamayacağını hissetti. Oysa kendi kendine verdiği bir sözü vardı. Hem Helen de buna şahitti. Eline çekmecesinden bir kalem ve kâğıt alarak yazmaya başladı.
“Anne peşimden gelmeyin. Dido ile sonsuza dek gidiyorum.”
Ganime.
Yazdığı kâğıdı konsolun önüne bırakmıştı. Sonra balkona yöneldi. Çocukluğunda kestane ağacının dallarından aşağı inişlerini hatırladı.Balkondan kestane ağacının dallarına ulaşması zor olmamıştı. Ağaçtan inerken durakladı ve son kez evlerine doğru baktı. Anne ve babasının odasından küçük bir ışık sızıyordu. Ganime’nin gözleri bu ışıkta takılıp kalmıştı.
— Hoşça kal anne, hoşça kal baba lütfen beni affedin. Diyordu.
Ağaçtan yere atladığında ayak sesi duyulmuştu. Birden köpeklerinin sesini duymuştu. Limon buraya yönelmişti. Ganime tepelerden aşağıya hızla koşmaya başlamıştı. Birdenbire evlerindeki pencere açılmıştı.
—Kim var orda? Kim var orda?
Ganime olduğu yerde kalakalmıştı. Köpeğiyle göz göze geldiklerinde Limon havlamayı kesmişti. Ahmet Bey:
—Limon, Limon gel oğlum buraya.
Limon, Ganime ile Ahmet Bey’in arasında kalmıştı. Ve koşarak eve doğru yönelmişti. Ganime’nin kalbi duracak gibiydi. Bu heyecan Ahmet Bey’in penceresini kapatması ve ışığı söndürmesiyle biraz azalmıştı.
Ganime’nin buğday tarlaları arasında koşması kolay olmamıştı. Bu gece ay ışığının olması onu sevindirmişti.Gölün kenarına geldiğinde buluştukları yerde Dido’yu görememişti. Hafif bir sesle bağırdı.
—Dido, Dido, ben geldim.
—…
Sözlerine hiçbir karşılık alamamıştı. Göldeki hafif dalgaların sesinden başka bir ses duyulmuyordu. “Bu akşam da gelmediğim için bana kızmış ve gitmiş olabilir.” diye düşündü.
Gölün kenarındaki sandala tutundu. Başı eğik bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Dido gitmişti. Artık eve dönmesi de imkânsızdı. Birden bire iki elin omzuna sarıldığını hissetti. Telaşla ardına döndü.
—Dido sen! Beni çok korkuttun Dido. Gittiğini sanmıştım.
—Buraya gelmene çok sevindim Ganime.
—Evet, Dido bu akşam sonsuza dek seninle geliyorum. Beni karın olarak kabul ediyor musun?
Ay ışığında Dido’nun mavi gözleri daha da parlamıştı. Yüzünde adeta çiçekler açmıştı. Ganime’ye hızla sarılmıştı.
—Evet, Ganime evet. Seni çok seviyorum ve sonsuza dek seninle olacağım. Seni çok seveceğim Ganime.
—Dido buradan hemen gitmeliyiz.
—Nereye gidebiliriz? Değirmene gitsek bizi hemen bulurlar.
—Peki, nereye gideceğiz?
—Sanırım, bizi kimsenin bulamayacağı bir yer biliyorum. Gölün ortasında sazlıklardan oluşan küçük bir ada var, bizi orada kimse bulamaz.
—Korkuyorum Dido seninle olmaktan ilk kez bu kadar korkuyorum.
Sandalların birini suya itmişlerdi. Dido’nun her kürek çekişinde etrafa suyun sesi yayılıyordu. Etrafta kimseler yoktu. Ay ışığı olduğu için balıkçılar da bu akşam balığa çıkmamışlardı. Biraz sonra sazlıkların arasında karartılı bir şekilde ada belirmişti.
Ganime telaşlıydı. Acaba ailesi yokluğunu fark etmiş miydi? Sabah uyandıklarında anne ve babasının durumunu düşünmek bile istemiyordu. Sandalı kimsenin görmeyeceği sazlık bir yere çektiler. Adanın iç tarafına doğru ilerlemeye başladılar. Dido:
—Sanırım burada bir yer biliyorum. Balıkçıların fırtınalı havalarda sığındıkları bir kulübe. Sazlıkların ve bodur çalılıkların arasında hızla yol alıyorlardı. Kulübeye yaklaştıklarında Dido:
—Ganime sen burada bekle. Gidip evde kimsenin olup olmadığını kontrol edeceğim.
Dido, eve yönelmişti. Evde hiçbir canlılık belirtisi yoktu. Kapı gıcırtıyla açılmıştı ve içeriye girerek kimsenin olmadığından emin olmuştu. Bir süre sonra Ganime’yi kulübeye çağırmıştı. Ay ışığı içerisini de aydınlatıyordu. Oda havasızdı. Dido, bulduğu bir gaz lambasını yakmıştı. İçeride loş bir ışık olmuştu. Artık birbirlerini rahatça görebiliyorlardı. İçeride çok sayıda mutfak eşyası ve bir masa vardı. Odunlarla dolu ocakta Ganime’nin dikkatinden kaçmamıştı. Odada tahtadan yapılmış iki yatak duruyordu. Ganime iç taraftaki yatağa, Dido cam kenarında ki yatağa uzanmıştı. İçerisi serindi ve Ganime üşümeye başlamıştı. Dido, ocaktaki odunları tutuşturmuş ve yatağına uzanmıştı. Dido:
—Bizi burada kimse bulamaz. Geceyi burada geçirebiliriz.
Bir müddet konuşmamışlardı. Her ikisi de birbirlerini çok sevmelerine rağmen kendilerini birbirlerine o kadar yabancı hissetmişlerdi. Ganime, evlenmeden önce Dido ile birlikte olmaması gerektiğini düşünüyordu. “Ya sabah onları bulurlar ve Dido’ya doyamadan koparırlarsa” diye de çok korkuyordu.
Cesaretini toparlayan Dido yavaş adımlarla Ganime’nin yatağına doğru ilerliyordu. Ganime, heyecanlanmıştı, içindeki sese “dur” diyemeyeceğinden korkuyordu. Dido yanına uzandığında Ganime gözlerini yummuştu. Dido’nun ateş kadar sıcak bedenini, teninde hissetmişti.
6. BÖLÜM
(SİSLİ GÖL KARAKOLU)
Ertesi gün Bay Filipo ve Bayan Sofiya berjer koltuklarında oturmuş çaylarını yudumlarken kapı çalınmıştı. Bayan Sofiya pencereden dışarıya bakmıştı. Bahçede askeri bir araç ve askerler duruyordu. Birkaç asker değirmene doğru gidiyordu. Bayan Sofiya çok şaşırmıştı. Jandarma ile ne işi olabilirdi. Şiddetli bir şekilde kapı vurulmuştu.
—Bay Filipo, Bay Filipo açın kapıyı.
Bay Filipo heyecanlanmıştı. Kapıyı açmak için kapıya doğru yönelmiş, kapıyı aralamıştı. Komutan:
—İyi günler Bay Filipo. Lütfen bize kolaylık gösterin, evinizi aramamız gerekiyor. Ahmet Bey kızını arıyor. Komutan Ganime’nin babasını işaret etmişti.
Bay Filipo şaşırmıştı. Dido’nun dün gece eve gelmediğini onlara anlatmıştı. Bir grup askerin içeriye girip arama yapmasına ses çıkarmamıştı. Askerler:
—Üst katta da yoklar komutanım.
Değirmenden dönen askerler kimsenin olmadığını belirtiyordu. Bay Filipo, Dido için endişelenmişti.
—Dido yoksa bir suç mu işledi komutan bey?
—Dido, dün gece Ahmet Beyin kızı Ganime’yi kaçırmış. Teşekkür ederim Bay Filipo bize zorluk çıkarmadığınız için.
Askerler araçlarına binerek evden ayrılmıştı. Bay Filipo olanları Bayan Sofiya’ya anlatmıştı. Bay Filipo olay karşısında çok endişe duymuştu. Dido bir Türk kızını kaçırmıştı. Hem de Müslüman bir Türk kızını. Bay Filipo:
—Sofiya kesinlikle Dido’nun Müslüman Türk kızıyla evlenmesine izin vermem.
—Hayır, Filipo sevgi her şeyin üzerindedir. Bence oğlumuz için, oğlumuzun mutluluğu için karşı koymamalısın.
—Nasıl olur Sofiya. Yıllarca Dido’yu iyi bir Ortodoks olarak yetiştirmeye çalıştım. Oysa o Müslüman bir kızla kaçtı. Şimdi ne olacak, kız Hıristiyan olacak mı sanıyorsun?
—Filipo, hangi yüzyılda yaşıyoruz. Nasıl böyle bir şey söylersin. İnançların zorlama ile dikte edilemeyeceğini artık öğrenmelisin. Hem Dido’yu bile istediğin şekilde yetiştirebildin mi?
—Ganime ile konuşmalısın. Eğer bizim dinimizi kabullenirse Dido ile evlenir, ama karşı çıkacak olursa bundan sonra olacaklardan kendisi sorumlu.
—Filipo, Ganime ile bu konularda konuşacağımı sanıyorsan yanılıyorsun. Hem Hıristiyan olmuş, Müslüman olmuş, Musevi olmuş bunun önemi var mı? Önemli olan sevgi değil mi?
Bayan Sofiya olaylara fazla tepki göstermemişti. Dido’nun mutluluğunu her şeyin üzerinde görüyordu.
Akşam yemeğinden sonra kapı tekrar çalmıştı. Bay Filipo “Yine jandarma geldi.” diye düşünmüştü. Kapıyı açtığında Dido hızla içeriye girmişti.
—Baba lütfen beni bağışla. Çok şaşıracağını biliyorum ama seni Ganime ile tanıştırmak istiyorum.
—…
Bay Filipo sert bakışlarıyla Ganime’yi dikkatlice incelerken, Bayan Sofiya:
—Bay Filipo çocukları içeriye almayacak mısın?
Bay Filipo, Sofiya’nın ısrarı üzerine onları içeriye davet etmişti.
Bayan Sofiya, Ganime’yi inceliyordu. Ganime’nin uzun boyu, kestane saçları, kahverengi gözleri, ürkek bakışları onu etkilemiş gibiydi. Bayan Sofiya:
—Filipo, Ganime’ye “Evimize hoş geldin.” demeyecek misin?
Bay Filipo kendisine verilen komutlara sinirlenmişti. Ama Ganime’nin sıcaklığı karşısında biraz yumuşamıştı.
—Evimize hoş geldin Ganime. Artık burası senin de evin sayılır. Dido ile sonsuza dek bu evde yaşayacaksınız.
Bayan Sofiya içinden derin bir “oh” çekmiş, Bay Filipo’ya gülümseyerek bakmıştı. Bayan Sofiya:
—Peki, şimdi ne olacak Dido? Jandarma her yerde sizi arıyor. Ganime’nin babası hakkınızda şikâyetçi. Dido:
—Biliyorum anne. Buraya gelmemiz de çok kolay olmadı. Jandarma her yerde yol kesmiş bizi arıyor.
—Teslim olmalısın Dido, teslim olmalısın oğlum.
—Hayır, anne kaçacağız. Ganime’nin on sekiz yaşına girmesine birkaç ay var. Tüm yollar tükenene kadar kaçacağız.
Ganime, ürkek bakışlarla etrafı inceliyordu. Salon çok genişti. Ve duvardaki çarmıha gerilmiş Hz. İsa’nın ikonası gözünden kaçmamıştı. Konsolun üzerinde çok sayıda mum yanıyordu. Diğer duvarda, Meryem’in kucağında Hz. İsa’nın bulunduğu büyük bir pano asılıydı.
Bay Filipo Ganime’nin duygularını anlamaya çalışmıştı. Yıllarca Müslüman bir ülkede aynı duygularla yaşamıştı.
—Korkma Ganime! Bu ikonalar seni korkutmasın. İstediğin gibi düşünmekte ve inançlarını yaşamakta serbestsin.
Bayan Sofiya’nın neredeyse dudakları uçuklayacaktı. Yıllardır koyu bir Ortodoks gibi yaşayan eşi şimdi onu hayal kırıklığına uğratıyordu. Ganime, Bay Filipo’yu etkilemişe benziyordu. Dido:
—Anne Ganime’ye yeni elbiseler getirmeni istiyorum. Dün geceyi Sisli Göl’deki adada geçirdik ve kıyafetlerimiz çok kirlendi.
—Sisli Göl’deki adada mı?
Bayan Sofiya odasından Ganime’ye mavi uzun bir elbise getirmişti. Bayan Sofiya bu elbiseyi uzun bir süredir giymemişti. Ganime üzerini değiştirmek için Bayan Sofiya ile oradan ayrılmıştı. Dido pencerenin kenarında telaşlı bir halde dışarıya bakıyordu. Bay Filipo, koltuğuna oturmuş, olaylar için somut bir karar vermeye çalışıyordu. Az sonra Bayan Sofiya ve mavi elbisesiyle Ganime salona gelmişti. Bay Filipo:
—Yarın gidip jandarmaya teslim olacaksınız. Ahmet Bey’in rızası olmadan bu evliliğin yürümeyeceğini bilmeniz gerekir Dido.
—Baba Ganime on yedi yaşında ve üç ay sonra on sekizine girecek. Üç ay saklanabiliriz. Buradan bizi kimsenin bulamayacağı bir yere kaçabiliriz. Bayan Sofiya:
—Hayır, Dido, hayır! Sensizliğe uzun süre dayanamam.
Kapı hızla vurulmuştu. Dido pencereden dışarıya baktığında jandarmanın aracını ve askerleri görmüştü. Bayan Sofiya eliyle işaret ederek oldukları yerde kalmalarını belirtmişti.
—Bay Filipo, alt kata inerek kapıyı açmıştı. Komutan:
—Tekrar karşılaşmamıza sevindim efendim. Dido ile Ganime’yi buraya gelirken görmüşler.
—Evet, efendim, az önce geldiler, çok yorgunlar ve çok üşümüşler.
—Bizimle gelmeleri gerekiyor Bay Filipo. Umarım bizi anlayışla karşılarsınız.
—Tabii efendim, buyurun.
Bay Filipo kapıyı açmış onları içeri davet etmişti. Dido onlara doğru gelen askerlere hırsla bakmıştı. Sonra Ganime’ye doğru baktı. Ganime’nin gözlerinin içine bakıyor, kimsenin onları ayıramayacağının tesellisini vermeye çalışıyordu. Askerler Dido’nun ellerine kelepçe takmışlar, Ganime’yi ise aralarına alarak evden ayrılmışlardı. Araçlarına bindikleri sırada Bayan Sofiya: “Lütfen oğlumu götürmeyin” diye bağırmıştı. Bay Filipo:
—Tanrı sizi korusun
Sisli Göl Karakolu Ganime’nin Dido’yu son kez gördüğü yer olmuştu.
7.BÖLÜM
(YELDEĞİRMENİ)
Kâhya Nedim Efendi:
—Hanımım artık gidelim mi? Uzun bir süredir kimseyle konuşmadan değirmeni seyrediyorsunuz. Vakit oldukça ilerledi geri dönelim mi?
—Nedim Efendi bir dakika lütfen, arabadan inmek istiyorum.
—Yoo, Hanımım hayır bu imkânsız.
—Lütfen Nedim Efendi. Belki o şu an değirmendedir. Ona bu kadar yaklaşmışken geri dönemem. Hem ona görünmem söz veriyorum. Onu dünya gözü ile son kez görmek istiyorum.
Gigi arabadan inmiş, değirmene doğru yürümeye başlamıştı. Değirmenin önünde duran traktörlerde bulunan köylüler un öğütmek için sıra bekliyorlardı. Değirmenin kapısına geldiğinde kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Uzun bir süredir böylesine heyecan yaşamamıştı. Köylüler Gigi’ye şaşkın şaşkın bakıyordu. Gigi için artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Çünkü şimdi onu hiç kimse tanımıyordu. Değirmen kapısından içeriye girdiğinde, kulaklarında büyük bir uğultu yankılanmıştı. Gigi daha fazla ileri gidememişti. Duvara iyice yaslanmıştı. İleride değirmen taşının yanında iki kişi duruyordu. Çuvallara un dolduruyorlardı. Her ikisinin de arkası dönüktü. Dido’nun uzun servi boyunu, mavi gözlerini görebilmeyi umuyordu. Adamların biri yüzünü dönmüştü. Bu Dido değildi. Siyah sakallı, tıknaz yüzlü biriydi. Az sonra diğer adamda yüzünü çevirmişti. Gigi, görünmemek için kendini daha da geri çekmişti.
—Dido.
Bu Dido’ydu. Oldukça değişmiş ve kilo almıştı. Yüzünde derin çizgiler taşıyordu. Uzaktan deli dolu mavi gözlerini seçememişti.
—Tanrı’ya şükürler olsun onu dünya gözü ile görebildim.
—Lütfen hanımefendi kapıda durmayın. Çalışmamıza engel oluyorsunuz.
Un çuvalı taşıyan köylülerdi bunlar.
—Tabii, şimdi gidiyorum.
Son kez Dido’ya dönüp bakmıştı. Dido’nun yüzü hala ona dönüktü. Karşısındaki adamla konuşuyordu ve onu görmemişti. İçinden bir ses “Lütfen Dido, bana bir bak. Ben geldim Ganime” diyordu. İçinden ona doğru koşup sarılmak geliyordu. Dido’yu görmeyeli bir ömür geçmişti. Belki de yaşına yakıştıramamıştı böyle bir davranışı. Köylü:
—Hanımefendi hala burada mısınız? Un taşımamızı engelliyorsunuz.
—Tamam, şimdi gidiyorum.
Gigi değirmenden ayrılırken gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Aniden çıkan rüzgâr Ganime’nin başındaki tüylü siyah şapkasını uçurmuştu. Ganime geri dönüp şapkasını almak istememişti. Arabaya doğru koşmuştu. Yel değirmeni yıllara meydan okurcasına ağır ağır dönerken iki pelikan Sisli Göl’e doğru uçuyordu.
SON