BİR AHU GÖZ...
`` Adı bizde saklı kalsın !`` dedi , hikâyeyi anlatırken aksakallı ihtiyar...
Şehzadelik yıllarında olsa gerek... Sahilde ; tebdili kıyafet dolaşıp , etrafı seyri temaşa ederken , göz göze geli verdiği bir çift ahu gözlünün bakışıyla , olduğu yerde donup kalı verir o civanmert şehzade...
Sanki ; zamanın dürülüp asırların , içine sığdırılı verdiği o üç beş saniyenin bitiminde ,ucu bucağı bulunmayan ama dört mevsimi de bahar olan gönül semasında pervasızca , neşe i muhabbetle kanat çırpan ruh kuşu , tekrar vücut iklimine, ten kafesine geri dönüp hapsoluvermiştir. Zira kendine geldiğinde , kaybolup giden yalnızca başındaki aklı değil , o ceylan gözlü , melek simalı Dilruba`dır da...
Oraya seyirtir yok , buraya seyirtir yok... Yok , yok , yok !.. Ne yapacağını bilemez halde feryat edip, üstünü başını yırtarak ağlamak ister...
Yalvarır ; `` Allah`ım! Al bu kalbi benden , dayanamıyorum`` diye... O acıyla kıvranarak oracığa yığılıverir.
Kimse ne olduğunu anlamaz. Tanıyan da yoktur zaten...
Nice sonra ayılıp saraya döndüğünde yıkıktır, virandır... Artık gönlünde ne taht vardır , ne de kavga... Meşru , gayri meşru bütün arzuları yanıp kül oluvermiştir sanki şehzadenin. Varsa da , yoksa da o... O bir çift ahu göz...
Yemeden içmeden kesilmiş; her günün aynı vaktinde o sahilde dolaşıp , acep gelir mi diye beklemekten gayrı ne bir işi , ne de arzusu kalmıştır...
En yakın dostundan bile sakladığı bu ahvalini , Cenabı Hak`dan başka bileni de yoktur.
Yıllar böyle akıp gider... Her geçen gün ; vücut iklimine yavaş yavaş sinerken , ruhunu da terakki ettirip kemale erdiren bu kutlu dert, bu mübarek aşk şehzadenin tahta çıkışıyla başka bir hâl almıştır. Lezzet olmuş , bal olmuştur civanmert padişah...
Azametinin yanında asalet, letafet, zerafet, nezaket, şefkat ve merhameti burcu burcu kokular salıp yayılmaktadır sinesinden etrafına...
Bahis konusu aşk olduğunda, bakışları değişir, gözleri meçhule dalar giderdi...
O ahvalde olduğu bir gün , muhabbetli nazarına denk gelen bir cariyesine iltifatlar ettiğinde, o inceler incesi hanım efendi de ; `` Ne devlet , ne saadettir bana ! Padişahımızın gözü de , gönlü de bende her halde...`` diye içinden geçiri verir de , sanki aklından geçenleri sezen cihan padişahı , gönlünün kırılıp mahsun olmaması için `` Hayır ! Hayır ! İşin aslı öyle değil ! `` demeye bile gerek duymadan , tebessümler ederek sırtını dönüp , çekip gidiverir bir defasında...
Aşka müptelâ olanların ahvalini, lisanını ; gönülleri aşka kapalı aşkı bilmez haramiler nereden bilsin , nasıl anlasınlar ki ?.. İsterse ; merkeplerin yüküyle kitaplar okuyup , molla olsunlar... Satır ilmini yalayıp yutsalar da , sadr ( gönül) ilminden bir damla bile içemezler. Kittikleri meclislerde komiserlik yapar , ehli aşkı şehvetiyle suçlarlar. Bilmezler ki ; şehvet vücut ikliminin gıdası ve arzusudur. Aşk ise yalnızca ruhun gıdasıdır.
O yüzdendir ki ; `` Kulağa gelen hoş bir sâda , güzel bir musıki nağmesi , aşıkların aşkını artırırken , fasıkların da fıskını , şehvetini artırır .`` diye buyururmuş ehli dil büyüklerimiz...
Nisanın yedisinde bir yağmur yağarmış. Mahlûkattan ``mar`` hayvanı dediğimiz yılan ile , deryalardaki ``dür`` denilen mübarek mercan da , ağızlarını açarmış nasiplenip , gıdalanmak için...
Aynı yağmur suyu birinin ağzında inci olurken , ötekinin ağzında zehire dönermiş... Tiynetleri , yaratılışları icabı...
İlimlerinin verdiği mağruriyet ve kibirle dem be dem Allah`a koştukları şirk günahından habersiz bu çatık kaşlı , asık suratlı , eşşek arısı tabiatlı aşkı bilmez haramiler , ehli aşka haset eder , onları kıskanırlarmış işte bu sebepten...
Bu ahvali Hak`kel yakin bildiği gibi, ilmiyle amil olan samimi bilginlere , alimlere muhabbeti had safhada olan cihan padişahı , vezirine şöyle talimat verir bir gün:
- Vezirim ! Falan gün İstanbul ve yakın çevresindeki, hatırı sayılır alimlerimize yemek ziyafeti verip , onlarla tanışmak isteriz. Zira, dua ordularımızdır onlar bizim... Hazırlıklara başlanıp , cümle dergâh ve medreselere haberler salına !..
Bu haberi duyan saray erkânından bir paşa , hemen bir mektupla Niğde vilayetinin Bor kazasında yaşayan `` Kuddusi Baba `` dedikleri seyyid Kuddusi hazretlerine davet gönderir... Alla`ul alem , o paşa da Bor`ludur her hal...
Ama hey hat ! Değil İstanbul , yaşadığı beldesinde bile , çoğu insanın bilip tanımadığından itibar dahi etmediği garip , fakir bir zattır Seyyid Kuddusi... Mahrem mekânlarda , deruni bir muhabbetle sevişip , görüştüğü üç beş ehli gönülün dışında , kimseler haberdar değildir , şehirlerindeki bu define gönüllü ihtiyardan...
Davete icabet Allah`ın adetindendir diye yola düşen Kuddusi Baba , hayli meşakkatli geçen uzunca bir yolculuktan sonra payi tahta (İstanbul) ulaşır.
Onlarca seçkin davetli içerisinde , her yeri yamalı elbisesiyle dikkatli bakışları üstünde toplayan bu melûl mahsun , başı önünde oturan güzel yüzlü ihtiyarı , parmaklıklar arkasında , gelen misafirlerini seyreden padişah da farkeder ve vezire sorar ;
- Kim bu ihtiyar , nereden geldi ?
- Şevketlim , bilmiyorum efendim !.. Filan paşamız çağırmışlar... Bor şehrinden gelen Kuddusi Baba derlermiş.
Ne haldir bilinmez , padişahın gönlü akıp gitmededir o köylü ihtiyara doğru...
- Vezir ! Herkes gittiğinde onu salmayın ! Huzurumuza isteriz !
Yemekler yenip dualar edildikten sonra, gelenler bir bir terk ederler sarayı.
Görevlilerce kulağına bir şeyler fısıldanan Kuddusi Baba , yerinden doğrulup huzura doğru yürümeye başlar. İçeri girdiğinde `` Hoş geldiniz , safalar getirdiniz !`` iltifatının ardından , padişahı şöyle bir süzer edebiyle . Padişah da onu...
Üç kıt`aya at nalından mühür vuran bu Necip Milletin Hakanı, lâfı eveleyip gevelemeden soruverir...
- Efendi ! Deliliniz nedir ? diye...
Tevazuu ve edebiyle ; içerisindeki paha biçilmez cevherlerle dolu gönül vitrinini , padişaha açan o hakiki sarraf , devrinin cümle evliyasının reisi , serdarı Kuddusi Baba başlar incilerini dökmeye...
- Şevketlim ! Bundan otuz yıl kadar evveldi. Sahilde dolaşıyorduk. Nereden geldiğini bilmediğimiz bir çift ahu gözün bakışıyla divaneyiz o gün , bu gündür...
Cümle tamamlanmamıştır ki ; hayretler içinde kalan gözlerine yağmur bulutları ağıveren padişah , bir hamlede kürsüden inip , manâ padişahının eline sarılır öpmek için. Kendini kaybederek kucağına düşer... Kucaklaşıp ağlaşırlar dakikalarca...
Sanki otuz yıllık firak ( ayrılık ) bitmiş, vuslat gelip çatmıştır hamdüsenalar olsun.
Ne kadar ısrar edildiyse de İstanbul`da kalmaz ve istememesine rağmen , çok kıymetli hediyelerle uğurlanır o kutlu misafir , azizler azizi gönüller sultanı.
Aşka müptela olmak dileğimizle ; Kuddusi Baba hazretlerine ve zatı alilerinin şahsında , bütün ehli aşka selam olsun Allah`ım ! Selamlar olsun...