- 517 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YİTİRİLMİŞ DEĞERLER
YİTİRİLMİŞ DEĞERLER
Bayram namazından geleli iki saat oldu, hâlâ balkonda oturuyor. O plâstik taburede ne var bilmem. Sırtını duvara yaslamış, gözleri yolda… Bir de sigara üstüne sigara…
Çay yarım saattir ocakta kaynayıp duruyor; üstelik kahvaltı da hazır… İki adım içeri girip bir şey yemez, içmez.
Dibine kadar içtiği sigaranın ateşiyle yeni bir sigara yaktığını görünce daha fazla dayanamıyorum. Raftaki açılmamış sigara paketlerinden birini alıp açık kapıdan balkona fırlatarak:
–Al bunu da zıkkımlan! diye bağırıyorum. Birini bitirmeden öbürünü yak; yak da bir an önce geber!
Bizimki oralı bile değil… Gözlerini sokaktaki belli bir noktaya çivilemiş, sigara içmeye devam ediyor.
Kuş yuvası dediğimiz üç metre karelik balkonumuzu -evimizin tek balkonu- mutfaktan ayıran tek şey yarım metrelik duvar üzerindeki çekmeli cam bölme ve bir kapı… Mutfaktaki masada kahvaltı yaparken onun hareketlerini izleyebiliyor, çatallı öksürüğünü işitebiliyorum.
Otuz beş yıldır aynı yastığa baş koyduğum -sözün gelişi tabii; yastıkları ayıralı otuz, yatakları ayıralı ise en az on yıl oldu- bu adamı seviyor muyum, ondan nefret mi ediyorum, yoksa ona acıyor muyum tam olarak anlamış değilim.
–Doktor ne dedi sana? diye bağırıyorum oturduğum yerden. “İkinci kalp krizinde ya ölürsün ya da en iyi ihtimalle felçli kalıp yatalak olursun.” demedi mi? Haydi, söndür şu zıkkımı da gelip bir şeyler ye!
–Küstüm sana, diye cevap veriyor.
–Nedenmiş o?
–Sen eskiden bayram sabahlarında “Bayramın mübarek olsun!” deyip elimi öperdin.
–Eskidenmiş o… Sen eli öpülecek adam mısın?
Cevap vermiyor. Evet, haklı… Eskiden her bayram sabahı, namaz dönüşlerinde elini öperdim bu adamın. Beni gören biricik kızım da katılırdı bu güzel merasime. Sonra biz üç kişi, bayramlık kıyafetlerimizi giyer; hısım akraba, konu komşu ziyaretlerine çıkardık.
Nereden nereye? Enis Bey yine bayramlık kıyafetlerini giymiş, beyaz gömlek üzerine lâcivert kravatını takmış, her zamanki beyefendi tavrıyla oturuyor balkonda. Eski nüfus müdürü Enis Bey… Komşulara göre mahallenin saygın beyefendisi… İçki içmez, kumar bilmez; çocukla çocuk, büyükle büyük… Her komşuya saygılı ve güler yüzlü… Resmi işlerde yol gösterici, özel meselelerde çözüm bulucu… Herkesin gözünde mahallenin bilgesi…
“Ah, ah!” diye geçiriyorum içimden. “Bir de bana sorun; dışı seni, içi beni…”
Yine de dayanamayıp küçük bir tepsiye bir bardak çay ile kahvaltılık bir şeyler koyup balkona götürüyorum. Önünde duran sehpadaki küllüğü, sigara paketini, kibriti ve seyyar telefonu balkon penceresinin önüne kaldırıp sehpaya tepsiyi koyuyorum. O an anlıyorum ki bunca yıllık kocama karşı hissettiklerim ne tam olarak sevgi, ne de bütünüyle nefret… Bir zamanlar çok sevdiğim, fakat dokuz – on yıldır da nefret ettiğimi zannettiğim bu adama galiba acıyorum ben.
Bizimki yine oralı değil. Gözlerini diktiği yeri parmağımla işaret ederek:
–Ne var orada? diye soruyorum. Söyle, ne var orada? Niçin sokağın başındaki ana caddeye bakıyorsun? Upuzun elektrik direğinden başka ne görüyorsun yolda?
Hiç cevap vermiyor. Duvarda ses var, onda yok. Öfkeleniyorum bir anda.
–İnsanları görüyorsun değil mi? diye devam ediyorum. Caddeden sapıp bizim sokağa giren insanları… Şimdi anladım; kızını bekliyorsun sen. Biricik kızını… Cep telefonuna dahi adı yerine “biricik kızım” dediğin kızını… O gelmeyecek, o bu bayram senin elini asla öpmeyecek.
–He an, her şey olabilir, diye mırıldanıyor.
Tepemin tası atıyor o an:
–Saçmalama! diye homurdanıyorum. O köşeden mahallenin delisi, akıllısı, muhtarı; hatta şehrin valisi bile çıkabilir. Sonra da senin elini öpmek için buraya gelebilirler. Fakat biricik kızın mümkünü yok gelemez, daha doğrusu gelmez. Hep senin yüzünden, kör olasıca herif!
Kapı zilinin çaldığını işitiyorum, kapıyı açmak için balkondan ayrılırken arkamdan sesleniyor:
–Mutfağın kapısını kapa, çoluk çocuk geldiyse beni rahatsız etmeyin.
Söylediğini yapıp holü geçerek daire kapısını açıyorum. Zeynep’miş gelen… Nazlı’mın ilkokuldaki sıra arkadaşı… Elimi öpüp bayramımı kutluyor.
–İçeri gir hele! diyorum. Eşikte el öpüp hemen kaçmak yok.
Salona geçiyoruz. Nazlı’mın tersine uzun boylu, yapılı ve balıketi bir kız Zeynep. Şöyle tepeden tırnağa süzüp:
–Kız sen her geçen yıl daha da güzelleşiyorsun, diyorum. Dur hele, sana şöyle bir doyasıya sarılayım. İnan ki Zeynep, sen ikinci evlâdım gibisin. Sana sarıldıkça hep Nazlı’mın kokusunu alıyorum.
–Sağ ol Hamide teyze, ben de seni anne gibi görüyorum.
Sarılıyorum Zeynep’e. Yanaklarından öptükten sonra gül koklar gibi boynunu kokluyorum.
–Evlât kokusu, evlât! diyorum.
Aslında aldığım koku ikinci kalite ağır bir parfüm kokusundan başka bir şey değil. Nazlı’m böyle mi kokardı? Cennet kokusu dedikleri bir kokusu vardı onun. Doğduğu dakikadan liseye gidinceye kadar her gün onlarca defa sarılırdım biricik kızıma. Öperdim onu, okşardım, koklardım, sıkardım, gıdıklardım.
Hele sabahları… Okula gitmesi için erkenden uyandırmak zorunda kaldığım o bazen serin, bazen soğuk sabahlar… Öpücüklerle, çiçek koklamalarıyla uyandırırdım Nazlı’mı. Önce o küçücük burnunu, sonra ince kaşlarını, daha sonra da o pespembe yanakçıklarını öperdim. Dudaklarına da bir buse kondurduktan sonra sabah keyfimizin en tatlı saniyeleri başlardı. Kulak memelerinden başlayarak boynunun her tarafını, toparlacık omuzlarını, gerdanını ve koynunu doyasıya öper, koklardım.
“Tamam anne, yeter ama, kes artık!” deyişlerinin adına yaraşır naz olduğunu çok iyi bilirdim; çünkü sevgime teslim olmuş gibi kollarını yanlara açarak “beni sev” dercesine gerinir de gerinirdi. Böyle anlarda onu yutasım, tekrar içime sokasım gelirdi.
–Gözlerin yaşardı Hamide teyze.
Zeynep’in bu sözleriyle kendime geliyorum. Gözyaşlarımı silerken:
–Evlât hasreti işte! diyorum. Hele otur bakalım şöyle!
Koltuklara karşılıklı oturuyoruz. Âdettendir; kolonya ve şeker ikram ediyorum.
–Nazlı bu bayram gelmeyecek mi?
–Aniden önemli bir işi çıkmış, ama Kurban Bayramında mutlaka gelecek.
–Ay vallahi Hamide teyze, çok özledim Nazlı’yı! Yaklaşık dört yıldır göremiyorum onu. Siz kaç yıldır görüşmüyorsunuz?
–Ne yılı kızım? Geçen yaz geldi ya!
–Ben hiç görmedim ama…
Aniden hatırlamış gibi yapıyorum:
–Tamam tamam, şimdi hatırladım! Geçen yaz biz burada değil, yazlıktaydık. Nazlı da yanımıza gelmiş, bir hafta boyunca güneşin ve denizin tadını çıkarmıştı.
–Hâli keyfi nasıl, sağlığı yerinde mi?
–İyi Allah’a şükür! Onun tek derdi var, o da gurbet! Biliyorsun ki on beş yaşından beri gurbette yavrucuğum. Eee, sen neler yapıyorsun bakalım?
–Vallahi Hamide teyze, kuaförlükte iyice ustalaştım; mesleği öğrendim anlayacağın. Bizim patron altı aydır sigortamı da ödüyor. İlerde hâlimiz vaktimiz yerinde olursa kendi dükkânımı açacağım.
–Aferin kızım, aferin!
Bir müddet daha havadan sudan konuştuktan sonra Zeynep müsaade isteyip gidiyor.
Mutfağa girip yarım kalmış kahvaltıma devam ediyorum. Bizimki aynı vaziyette…
–Duydun mu, Zeynep kuaför dükkânı açacakmış, diyorum yüksek sesle.
Cevap vermiyor. Sinirleniyorum; balkon kapısına kadar gidip:
–Kütahya’da aç mezarı mı vardı da kızımı koca koca okullarda okuttun? Okumayıp kuaför olsaydı ya… Şimdi ne güzel dizimin dibinde olacaktı.
Başını sinirli sinirli iki yana sallarken dudaklarında aşağılayan, alaycı bir tebessüm beliriyor:
–Benim kızımın başarılarına, yaptıklarına ve yapacaklarına Zeynep’in hayal gücü dahi ulaşamaz. Bir yanda ilkokulu ite kaka bitiren Zeynep, öbür yanda Nazlı… Mukayese bile edilemez!
–Tamam, hadi okuttun diyelim! Biz o kadar aciz durumda mıydık ki biricik kızımı yatılı okullara verdin? Kütahya’da lise mi yoktu da, ta Ankaralara gönderdin?
Bu sözüme daha da sinirlenip ters ters bakıyor:
–Be kadın, sen deli misin? Benim kızım lise giriş sınavlarında Kütahya birincisi ve Türkiye otuz ikincisi olacak; sonra da bu şehirdeki bir liseye gidecek, öyle mi? Öyle bir zekâ elbette ki Türkiye’nin bir numaralı okulunda, yani başkentteki fen lisesinde okumalı. Nazlı gibi bir değeri mahalle lisesinde okutacak kadar aptal mıyım ben?
–Hem de aptalın daniskasısın! Biricik kızıma doyamadım senin yüzünden.
Tekrar masaya geçiyorum, öfkemi ekmekten çıkarırcasına büyük bir lokma koparım çiğniyorum. Yudumlar boğazımda düğümlenip kalıyor.
İşte bu sabit fikirli adam yüzünden kızıma doyamamıştım. Oysa Nazlı’ma ne zorluklarla sahip olmuş, onun uğrunda ne çileler çekmiştim! Evlendikten sonra on yıl hamile kalamamıştım. Nice doktorlar gezmiş, ne tedaviler uygulamıştık… Denemediğim kocakarı ilâcı kalmamış, zehirlenme tehlikesi bile atlatmıştım.
Nazlı’mın dünyaya gelişi bir bayram, bayramdan öte yeni bir dünyanın doğuşu olmuştu benim için. Onu dualarla, hatimlerle, mevlitlerle karşılamıştık. On beş yıllık sarılmalar, öpüp okşamalar, koyun koyuna yatmalar bir rüya gibi gelip geçmişti.
Kızım fen lisesine gittikten sonra ancak bayramlarda ve tatillerde buluşabilmiştik. Bu uzun aralıklı ve kısa beraberlikler, ona olan özlemimi sona erdirmek şöyle dursun, daha da arttırmıştı.
–Senin yüzünden yalancı da oldum, diye sesleniyorum. Nazlı’nın geçen sene yazlığa geldiğini söyledim Zeynep’e. Söyle bakalım, kaç yıldır görmedin kızını?
Cevap yok. İyice öfkelenip bağırıyorum:
–Söylesene uyuşuk adam! Dört yıldır göremiyorsun kızını değil mi? Tam dört koca yıl.
Kapı zili çalıyor, mecburen susup çıkıyorum mutfaktan.
Gelen Nilay’mış. O da Nazlı’nın sınıf arkadaşı; bitişik apartmandan… Nazlı İstanbul’a gidince Nilay aşağı mahalledeki düz liseye devam etmişti. Kapıda bayramlaşıyoruz, içeri girmeye hiç niyeti yok.
–Enis amca evde yok mu? diyor.
–Boş ver onu, diyorum. Morali bozuk biraz… Bizim kız bir haftadan beri telefon edip duruyordu; belki elli defa “Ramazan Bayramında geleceğim.” demişti. Ama acil işi çıkıp da gelemeyince bizimki çok üzüldü.
–A üzülecek ne varmış bunda? Telefonlar ne güne duruyor?
–Öyle öyle, her gün en az üç defa telefonlaşıyoruz. Yine de baba yüreği işte; çok kırıldı Nazlı’ya.
Çantasından bir zarf çıkarıp uzatıyor:
–Düğün davetiyem, diyor gülerek.
–Aaa, bu kadar erken mi kız? Hani Kurban’dan sonraydı?
–Valla babam müftüye danışmış; iki bayram arasında bal gibi de nikâh yapılırmış. Biz de fazla uzatmayalım dedik. Haydi, bana Allaha ısmarladık, bugün akşama kadar hem bayramlaşıp hem de davetiye dağıtacağım.
Şaşkınlıktan donakalıyor, veda sözü dahi söylemeyi akıl edemiyorum. Nilay gidip de kapıyı kapayınca cinlerim tepeme çıkıyor:
–Şimdi seni yedim işte, diye söylenerek balkona çıkıyorum. Enis Beyefendi Hazretleri (!) hâlâ aynı durumda… Dünyada olup bitenden haberi bile yok. Sigara elde, gözler yolda…
–Utan utan! diye bağırarak zarfı yüzüne fırlatıyorum.
–Niçin utanacakmışım? Ne yaptım ben? Ne var o zarfta?
–Elinin körü var! El âlemin kızları telli duvaklı gelin olurken biz ne tel gördük ne duvak; ne dünür tanıdık ne damat…
–Herkes düğün yaparak mı evleniyor? Şart mı yani? Bizimki de düğün yapmadan evlenmiş, ne var bunda?
–Tüh Allah kahretmesin! Adam mısın sen be? Senden baba mı olurmuş?
Bu adamın gamsızlığı deli edecek beni. Yine elim ayağım titriyor; galiba tansiyonum yükseliyor; fenalaşıp bayılacağım. Aceleyle mutfağa dönüp tansiyon hapımı içiyorum, yüzümü yıkayınca biraz sakinleştiğimi hissediyor ve masanın yanındaki sandalyeme oturuyorum.
–Sabahın köründe cep telefonunda bir mesaj, diyorum yüksek sesle. “Anneciğim, babacığım; sizleri çok seviyorum. Ne olur bana kızmayın ve beni affedin. Biz evlendik.” İşte bu. Biricik kızımızın evlilik hikâyesi bu kadar… Ne kız isteme, ne söz, ne nişan… Kimle evlendin, niçin evlendin, nasıl evlendin? Ne bir davet, ne bir açıklama… Biz evlendik; hepsi bu…
–Hemen hemen bir buçuk yıldır hep aynı şeyleri konuşuyorsun hanım, yeter artık! Olan olmuş… O defter kapandı.
–Bazı defterler ölünceye kadar kapanmaz. Millete rezil olduk be! Senin yüzünden mahallenin bir numaralı yalancısı olduk. Mesajı aldıktan sonra, kış kıyamette niçin yazlığa gidip on gün kaldık? Millet bizi düğüne gitti sansın diye değil mi? Ondan sonra da hayalî bir düğün uydurup ballandıra ballandıra herkese anlatan biz değil miyiz? Niçin susuyorsun? Susarsın tabii… Çünkü bu fikir senden çıkmıştı.
–Nazlı’nın bu şekilde evlenmesinde benim ne suçum var hanım?
–Çok suçun var, çok… Kızını üniversiteye göndermeyecektin veya madem gönderdin, attığı her adımı izleyecektin. Bak Nilay’a… Liseyi bitirdi, büyük bir markette kasiyer olarak çalışıyor.
–Boş konuşuyorsun boş! Benim kızım üniversite sınavlarında Türkiye sekizincisi oldu. Ben kızımı kasada oturup başkasının parasını saysın diye yetiştirmedim. Ayrıca böyle bir yeteneği okutmamak günahtır.
–Bak bir de günahtan bahsediyor! Hani, senin kızın bayramını kutladı mı? Bir telefoncuk olsun açtı mı? Söyle, kaç gündür telefon açmıyor? En az on gündür değil mi? Bakıyorum da her zaman holde duran telefonu yanına almışsın. Telefon bekliyorsun kızından değil mi? Çok beklersin sen… Hâlâ anlayamadın mı? Senin kızın o uzak memlekette yeni ve bambaşka bir hayat kurdu, biz onun gönlünden silindik artık. Aç telefonu aç, utanma! Kızının bayramını kutla, ona saygılarını sun. Ama benden selâm söyleme senin kızına.
–Senin kızın deyip durma! Telefon gelince önce sen kapıyorsun ahizeyi. O bizim kızımız.
–Hayır, on beş yaşına kadar benim kızımdı; sen onu benden koparıp yatılı okula verince senin kızın oldu.
Yine kapı zili çalıyor. Mutfaktan çıkıp kapı dürbününden, gelenlere bakıyorum. Apartman komşumuz Selim Bey’le oğlu gelmiş. Kapıyı açmadan balkona çıkıyorum.
–Kalk bakalım, diyorum, biraz da ben balkon keyfi yapayım. İki erkek var kapıda; onları da sen ağırla. Beni sorarlarsa “Tansiyonu çıkınca biraz uzandı.” dersin.
Ben kuru tabureye otururken o mutfağın kapısını kapayıp çıkıyor. Sehpadaki kahvaltı tepsisine gözüm ilişiyor. Çayını içmiş, birkaç dilim ekmek ve bir yumurta yemiş.
“İyi.” diye geçiriyorum içimden. “Can boğazdan gelirmiş.”
Yoldan geçen genç bir çift görüyorum. Kadının kucağında ince bir battaniyeyle sarıp sarmalanmış kundak çağında bir bebek… Bebeğin yüzüne sapsarı bir tülbent örtmüşler. Taze gelin, yolda yürürken tülbendi aralayıp bebeğine bakıyor. Bir an Nazlı’ma benzetiyorum kadını. Yüreğim güp güp çarpmaya başlıyor.
“Kör olasıca herif!” diyorum içimden. “Kahvaltı yapmana niçin seviniyorum ki? Zıkkımın kökünü yeseydin inşallah! Beni torunuma bile hasret bırakan kafasız adam! Oysa ne hayallerim vardı benim! Kızım işe gidince torunuma ben bakacaktım, tıpkı Nazlı’mın bebekliği gibi onu da kundaklayacak ve dizlerimde sallayarak uyutacaktım. Ah, ah!”
Gurbet kuşu yavrumun bebekliği geliyor gözlerimin önüne. Meleğim dizlerimde uyuduktan sonra dikkatle ve yavaşça kucağıma alıp koklayarak yatak odamıza götürürdüm. Sonra o küçücük başını ve yine küçücük, ince bir yastığa yan yatırıp ben de yanı başına uzanırdım. Doyumsuz bir manzarayı izler gibi seyrederdim canımın parçasını. O küçücük yanaklara; o incecik ve temiz dudaklara; o kapanmış, yumuk gözlere, o belli belirsiz kaşlara gözlerimi kırpmadan, dakikalarca bakardım. Zaman zaman da kulağımı, meleğimin minicik burnuna yaklaştırıp nefes alıp almadığını anlamaya çalışırdım.
Bazen nazarım değmesin diye başından ayrılır; can parçamın rahatsız olma ihtimalini düşünüp, ortalıkta uçuşan sinekleri, bir havluyu sallayarak odadan çıkarmaya çalışırdım. Mahalledeki çocukların yatak odamıza yakın yerlerde oynaması kesinlikle yasaktı. Çocuklar bu yasağa “Hamide teyze kanunları” derdi. Hepsi de bu kanuna uyar; penceremin altından geçerken camiye girmişçesine sessiz yürür, fısıltıyla konuşurdu.
Hele o emzirme dakikaları… Ömrümün en unutulmaz anları… Can parçam süt dolu memelerimi soğurdukça cana can kattığım, hatta bir meleğe can verdiğim fikrine kapılır, beni anneliğe lâyık gördüğü için Allah’a yüzlerce defa şükrederdim. Süt dişleriyle göğüs uçlarımı ısırırken bana tattırdığı o tatlı ıstırabı hâlâ bedenimde hissediyorum.
Gözlerim yaşarıyor yine. Kalkıp mutfağa geçiyorum, gürültü yapmamaya dikkat ederek yüzümü yıkıyorum. Önceden çerçeveletip mutfak dolabına astığım yarım fotoğrafa kayıyor gözlerim.
“İşte torun sevgisinden yana bana münasip görülen hisse bu!” diyorum içimden. “Kızımız bize bu kadarını lâyık gördü.”
Fotoğraftaki Nazlı çok mutlu; otuz iki dişi meydanda, gülüyor. Epeyce kilo almış. Sol dizinde ise göbeğine kadar çıplak, altı aylık bir bebek… Gözlerini iri iri açmış bana bakıyor torunum. Hiç öpmediğim, koklayamadığım, hatta kanlı canlı göremediğim biricik torunum… Bir de bebeğin baş hizasından uzanıp Nazlı’mın omzuna konan bir kol… Damat olacak uğursuzun kolu bu! Biricik kızımı benden çalan, ne idüğü belirsiz nesepsizin kolu… İri vücudunun ve meymenetsiz suratının olduğu bölümü önceden kesmiş ve bu resim parçasını tuvaletin önündeki paspasın altına koymuştum.
Anne adayı bir kız evlât, bebeğini doğurmadan önce özbeöz annesini çağırmaz mı yanına? Neymiş efendim, orada her şey düzenliymiş; hamileliği doktor kontrolünde sorunsuz devam ediyormuş, zahmete katlanmama hiç gerek yokmuş.
Tamam, kabul ettik; doktor değilim, hemşire değilim; ona bir yararım olamaz. Ya doğumdan sonra? Çalışan karı koca işe gidince bebeği kime emanet eder, o sabiye kim bakar? Yok efendim, orada her şey planlı ve programlıymış. Yöneticiler, insanların refahı için her şeyi düşünüp çare buluyorlarmış. Çalışan çiftler için bebek evleri açmışlarmış, oralarda bebeklere çok iyi bakıyorlarmış; ebeveynler gözleri arkada kalmadan işyerlerine gidebiliyormuş… Bir sürü mazeret… Zaten çok yakında da Kütahya’ya gelip el öpeceklermiş. Yalanın daniskası…
Salondan gelen bir kahkaha sesi hüzünlü anılardan kurtarıyor beni. Mutfak kapısını hafifçe açıp araladığım boşluğa kulağımı yaklaştırıyorum. Selim Bey’in sesi bu:
–Ne bitmez öğrencilikmiş anlayamadım, bildim bileli okuyor senin kız, diyor yüksek sesle.
Bizimki her zamanki gibi övüngen:
–Efendim, diyor; bizim kız artık ilim yoluna girdi; daha doğrusu girmek zorunda kaldı. Sen üniversite sınavlarında Türkiye sekizincisi ol, sonra ülkenin en büyük üniversitesinin en zor bölümü olan elektronik mühendisliğini birincilikle bitir; sonra da mastır yapma, doktoraya devam etme… Olur mu efendim, böyle bir değer harcanır mı?
“Yerin dibine batsın senin değerlerin!” diyorum içimden. “Ya benim değerlerim ne olacak?”
Elim ayağım titriyor yine; çaresiz balkona çıkıyorum.
“Lâfı bitmez artık.” diye geçiriyorum içimden. ”Şimdi kızının başarılarını uzun uzun anlatır. Üniversiteden mezun olunca elinin tersiyle ittiği iş tekliflerinden bahseder önce. Sonra dünyadaki hangi üniversitelerden hangi tekliflerin geldiğini sıralar. İsviçre’deki üniversitenin akademik kariyer teklifini hangi sebeplerle ve nasıl kabul ettiklerini anlatır. Daha sonra da iki yıllık mastırını yüksek dereceyle bitirip dört yıllık doktoraya nasıl başladığından söz eder. Hatta kızının kazandığı bursları ve aldığı asistan maaşını bile kuruşu kuruşuna söyler.”
Yoldan gelip geçenlere bakıyorum. Çocuklar yepyeni elbiselerini giymişler, ellerinde şeker torbalarıyla o evden bu eve girip çıkıyorlar. Taze gelinler ve genç damatlar kol kola girmiş, yolda yürüyorlar.
–Kahırla geçen bu kaçıncı bayram yarabbi! diye mırıldanıyorum. Bayramlarda hiç gülmeyecek, hep ağlayacak mıyım ben?
Caddeden geçen çocuklarda, evli çiftlerde, yaşlı başlı insanlarda bir sevinç, bir heyecan, bir mutluluk seziyorum. Belki de bana öyle geliyor. Hepsi de temiz giyimli ve koşuşturma hâlinde… Belli ki bayramlaşmaya gidiyorlar. Nineden bebeğe dek herkese imreniyorum, daha kötüsü de hepsini kıskanıyorum.
Mutfak kapısının dışından sesler geliyor bir ara. Konuklar gidiyor olmalı. Ses çıkarmadan mutfağın ortasına kadar gidip konuşulanlara kulak kabartıyorum.
–Damadınızı adı neydi? diye soruyor Selim Bey.
–Davut, diyor bizimki.
Bu ismi duyunca yine hafakanlar basıyor bana. Gözlerim kararıyor, nefesim daralıyor. Balkona çıkıp derin derin nefes almakta buluyorum çareyi? Birkaç dakika sonra mutfak kapısının gıcırtıyla açıldığını işitiyorum.
“Şimdi balkona gelip hemen sigaraya sarılır.” diye geçiriyorum içimden. “Sonra da hiçbir söz söylemeden tabureye tüner.”
Tahminimde yanılmıyorum.
–Selim Beye niçin yalan söyledin? diye soruyorum yüzüne bakmadan.
–Ne yalanı? Ben mi yalan söylemişim?
–Sen ya; başka kim olacak? Damadının adı Davut mu, yoksa Davit mi?
–Öff, yine başlama!
Dönüp yüzüne bakıyorum; gözlerini benden kaçırarak sırtını dönüyor bana. Sol dirseğini balkonun korkuluk demirine koyup başını sol avucuna yaslayarak sigara içmeye devam ediyor: Daha çok sinirleniyorum bu tavrına:
–Cevap ver bana? diyorum yüksek sesle. Senin damadın Davut mu, Davit mi? Yoksa kızının telâffuz ettiği gibi Deyvit mi? Cevap veremiyorsun değil mi? Senin yerine ben söyleyeyim. Olmaz ya, farz edelim ki oldu; İsviçre’ye gittik; orada “Deyvit” diye hitap edersin damadına, buraya geldiklerinde ise Davut dersin.
Hiç cevap vermiyor. Kötü kötü düşünceler geçiyor içimden:
“Şeytan diyor, al şuradan bir odun, vur kafasına!”
–Evet, niçin cevap vermiyorsun? Senin damadının adı ne? Kim bu herif? Neyin nesi, kimin fesi?
–Benim damadım İtalya’da doğup büyümüş, parasız yatılı okullarda okuduktan sonra İsviçre’deki bir üniversitenin mekatronik mühendisliği bölümünde burslu olarak mastırını ve doktorasını tamamlamış bir akademisyendir.
–Peki, elini bir defa öptüremediğin, bırak el öptürmeyi yüzünü dahi göremediğin bu büyük akademisyenden olma, biricik kızından doğma torununun adı ne? Söyle? Torununun adı ne? Herkese “Yusuf” diyorsun değil mi? Son telefon konuşmamızda ağzından kaçırdı Nazlı. O kadar hızlı konuşuyordu ki “Deyvit, Josef’in odasında…” deyiverdi. Sonra hatasını anlayarak tıpkı senin gibi ağız değiştirip “Davut, Yusuf’un odasına gitti.” dedi. Bundan haberin var mıydı?
Çıt yok.
Haykırmak, isyan etmek istiyorum. Bir şeyleri kırmak, parçalamak geçiyor içimden. Fakat çaresizim. Öfkeden sesim titriyor:
–Ama sana göre hava hoş! Ha Davut olmuş, ha Deyvit; ha Yusuf olmuş, ha Josef! Böyle haberlere o kadar çok alıştın ki bütün değerlerin yalama olmuş. Senin için önemli olan tek şey, kızının bilim kadını olması. Nazlı doktorasını verecek de, doçent hatta profesör olacak da, Türkiye’ye gelecek de… Hayal üstüne hayal! Herkese anlattığın bu masallara komşular inanıyor mu sanıyorsun? Aslında sen de inanmıyorsun; işin gücün kendini aldatmak…
–Hele doktorayı bitirsin! diyor neden sonra.
–Hele fen lisesini bitirsin, hele ODTÜ’yü bitirsin, mastırı bitirsin, doktorayı bitirsin… Ne bitmez şeymiş be! Tabi, haklısın; doktorayı bitirince iki çanta alır senin kızın, çantanın birine Deyvit’i, diğerine Josef’i koyar, sonra da Kütahya’ya gelip üniversitede öğretim üyesi olur. Sen aklını peynir ekmekle yemişsin herif!
İki adım atarak yaklaşıyorum ona, ağzımı kulağına yaklaştırıp fısıltıyla ve alay edercesine:
–Kuş beynine şunu iyice sok, diyorum. Kızın oradaki rahatı bırakıp buraya asla gelmez, gelemez. Senin sulbünden gelip benim rahmimde filizlenen, sonrada bu topraklarda serpilip gelişen biricik fidanımız meyvelerini İsviçre’de verecek. Onun meyvelerini biz değil, yaban eller yiyecek.
Birden irkilerek susuyorum. Sebebi şaşkınlık… Ağlıyor Enis Bey. Annesinin, hatta çok sevdiği kardeşinin vefatında dahi ağlamayan Enis Bey şıpır şıpır gözyaşları döküyor. Sessizce çıkıyorum balkondan, koşarak yatak odasına geçiyorum.
Şimdi ben de ağlıyorum. Her zaman olduğu gibi yüksek sesle ve hıçkırıklarla… Ağlıyorum fakat kimin için gözyaşı döktüğümü ben de bilemiyorum. Kendime mi yanıyorum, kızıma mı? Yoksa otuz beş yıldır gözlerinin yaşardığını hiç görmediğim koca Enis Beye mi?
Beş on dakika ağlayınca biraz kendime gelip rahatlıyorum.
“Galiba fazla üstüne gittim.” diye geçiriyorum içimden. “Gidip gönlünü alsam iyi olacak. Zaten kalp hastası…”
Banyoya girip yüzümü yıkadıktan sonra balkona çıkıyorum. Bizimki yine taburede... Kollarını balkon demirine paralel dayayıp, alnını da elleri üstüne koymuş oturuyor. Tek farklılık sigara içmeyişi… Telefonu da yere düşürmüş. Yine sinirleniyorum:
–Telefonu düşürmüşsün, diyorum. İnşallah kırılmamıştır.
Telefonu alıyorum yerden. Kurşunî ekranda bir isim: Biricik kızımız… Fakat “arama yap” tuşuna basılmamış.
–Telefon mu açacaktın? diyorum.
Cevap yok.
–Açacaktın ama gururuna yediremedin değil mi?
Cevap yok.
Gömleğinin arka yakasından tutup hızla çekiyorum. O anda bir şey oluyor: Enis Bey yıkılıp boylu boyunca uzanıyor balkona. Yüzü kireç gibi; kapalı gözlerinin kirpikleri ıslak…
Aniden gözlerim kararıyor; bir çığlık atıyorum.