kuzeyde Aşk -bölüm 1-
Neden gibi çeşitli soruları sordukça, sorular birbirini kovalamaya başladı. Nasılda günler haftaları, haftalar ayları takip ederken acısıyla, tatlısıyla geçirdiğim günler geçmişin derinliklerine gömüldü. Gömüldükçe de unutulup gittim.
Dostum dediklerim, can yoldaşım dediklerim bile geride kaldı. Ben ise şimdi geçmişin gölgesinde yapayalnız yaşamaya devam ediyorum. Bir bir kaybettiklerimi düşündükçe çıkmazlarda kendimi aramaya başlıyorum. Hani masallarda sihirli bir değnek olur ya; şimdi benimde o sihirli değneğe nasılda ihtiyacım var! Kaybettiklerimi kazanabilmek ve hiçbir şey olmamış gibi kaldığım yerden devam etmek için. Mümkün mü?.. Bu sorular karşısında koca bir hayır cevabı kaplıyor her yeri.
Son yıllarda yazlarımı dolduran kuş sesleri, kışlarımı dolduran dalga sesleri dışında kimsem kalmadı. İnsanlara yaklaşmak bile ne kadar zor. Her sabah bakkala giderken birkaç komşuma formaliteden günaydın demek, ya da tesadüfen bahçede karşılaştığım birkaç kişiye merhaba demek… Birkaç cümle bile ne kadar zor… Ben insanları ittikçe insanlarda beni yok ettiler hayatlarından. Şimdi ise, tek dostum, beni hiç bırakmayan köpeğim, Badi var hayatımda. Neredeyse bir altmışlık boyumun yarısına yaklaştı artık. Yavru bir kangaldı aldığımda. Siyah ağzı ve sarımtırak tüyleriyle kucağıma ilk aldığımda nasıl da zorlanmıştım. Sonra ellerimde büyüttüğüm bu yaramaz köpekçik şimdi tek sırdaşım, tek yol arkadaşım, hatta sığındığım limanım oldu. Bir zamanlar hiç sevmezdim köpekleri. Hele bir defasında eşim nasıl da yalvarmıştı, büyük bahçeli üç katlı evimize taşındığımızda. Bir türlü ikna edememişti beni. Hatta giriş kapısının önüne yaptığı küçük bir köpek evi bile fikrimi değiştirmemişti. Köpekler sevimsiz varlıklar gelirdi bana. Hiç bu kadar bir köpeğin sadık dostluğuna ihtiyacım olabileceği aklımdan geçmezdi. Aslında sadece köpekler değildi sevmediklerim, tüğlü yaratıklardı benim uzak durduğum. Küçücük bir kuşa bile yaklaşmaktan nefret ederdim. Sadece kuşların özgürce uçuşunu izlemek zevk verirdi bana.
Evimizin denize bakan terasında akşamları oturur, denizin üzerinde sağa sola yalpalayarak uçan martıları izlerdim. Aylar sonra bu alışkanlığım vazgeçilmez akşam çayına dönüşmüştü. Akşam yemeğinin ardından çocuklar odalarına çekilir, ben ise eşim ile birlikte elimize aldığımız kupa bardaklarımızla gün batımını ve martıları izlerdik. Altı yaşındaki oğlum bile zamanla bundan zevk almaya başlamış, her defasında bizim yanımızda oturur olmuştu. O küçücük parmağıyla martıları gösterir onların uçuşuna gülerdi. Hele bir defasında “ anne benim niye kanatlarım yok” diyerek olduğu yerde kollarını kanat gibi aşağı yukarı sallamaya başlamıştı. Tabi bizde eşimle kahkahayı basmıştık. Bizim ufaklığın ilginç soruları hiç bitmez, bazen cevap bile veremeyeceğimiz tarzda sorular yöneltirdi. Şimdi minik bebeğimi nasıl arıyorum şu yapayalnız hayatımda. Hâlbuki o zamanlar sitem eder, çıldırma noktasına gelirdim. Üç çocuğun üçü de birbirinden farklıydı...
En büyük oğlum Eren, on iki yaşındaydı. Yaşına göre oldukça uzun ve incecikti. Mavi deniz gözlerini babasından, siyah saçlarını benden almıştı. Ama huyu ne Ahmet’e ne de bana benziyordu. Anlaşılan Karadeniz’in hırçınlığından almıştı yapısını. Ne zaman dalgalanacağı, ne zaman durulacağı belli olmazdı. Hele bir defasında bizim ufaklık odasındaki eşyalarına dokundu diye nasılda yakıp yıkmıştı ortalığı. Her an patlamaya hazır bomba gibiydi. Öğretmenlerinin de en büyük şikâyeti bu davranışlarıydı. Kardeşlerine nasıl davranıyorsa arkadaşlarına da aynı hırçınlıkla yaklaşıyordu. Defalarca konuşmaya çalışmamıza rağmen bildiğini okurdu. Bu nedenle psikiyatri doktoruna gidip oğlumun durumu hakkında uzun uzun konuşmuştum. Doktor sevgi hanım; bu yaşlarda erkek çocukların bu tarz sertlik gösterip öfkelerini yenemediklerini anlatmış ve bu açıklamalarla da içime su serpmişti. Bende doktor hanımın önerilerine kulak verip üzerine gitmemeye karar vermiştim.
İkinci oğlum Ethem. Dokuz yaşında tombik bir çocuktu. Bebekliğinden beridir kilosuna engel olamıyorduk. Görünüş olarak neredeyse abisini geçmek üzereydi. Aslında benzerlik olarak tamtamına benim kopyam sayılırdı. Saçlarının dalgalı ve siyah oluşu, bal rengi çekik gözleri ve ince sivri burnuyla ayırt edilemez bir bütündük ikimizde. Sadece çenesindeki çukurluk babasından alınmıştı. Ethem de abisinin tam tersi çok içe kapanık bir çocuktu. Çoğu zaman konuştuğunu göremezdik bile. Ama herkesle uyum içinde olması en azından sorunları ortadan kaldırıyor, başımızı ağrıtacak bir durum çıkmıyordu.
Üçüncü oğlum yani bizim ufaklık olan Can, enerji dolu bir çocuktu. Koca evin içinde bir oraya bir buraya koşuşturur, onu takip etmekten ben yorulurdum. Hele basamaklardan bir inişi vardı, her defasında yüreğim hoplar, heyecanla çıkışırdım. Akşama kadar “ Can, dur! Can, yapma!” demekten çenem ağrır ama sözümü dinletemezdim. Birde bu üç ufaklık yan yana oldu mu, evin içinde beynim dolar taşardı. Eren’in büyük oluşu ve diğerlerine uyum sağlamaması zaten uyumsuzluğu anında yaratırdı. Bir defa olsun güle oynaya geçindiklerini göremezdim. Ama buna rağmen birbirlerine o kadar bağlıydılar ki, ayrı kalmaya dayanamazlardı.
Ahmet bir iş toplantısı için İstanbul’a giderken Eren’i de yanında götürmüştü. Ayrı kaldıkları üç gün içinde Eren oradan, bizimkiler buradan arayıp durmuşlardı. Üç gün içinde başımın etini yemişlerdi “ abim, ne zaman gelecek?” diye. Döndükleri sabah evde bir bayram havası vardı. Erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamıştım, Ethem ve Can’da en büyük yardımcılarımdı. Bahçe kapısından gelen kornayla Ethem önde, Can ardında topukları neredeyse popolarına vurarak koşmuşlardı. Eren de gelirken kardeşlerine hediye paketleri almış iner inmez bahçede ellerine tutuşturmuştu. Kahvaltı boyunca üçünün muhabbetinden Ahmet’le hal hatır bile soramamıştık.
Ahmet çocuklarına ve bana çok düşkündü. Masum ve çok sakin bir yapıya sahipti. Onunla ilk tanışmamız çok ilginçti. Arkadaşlarla üniversitede okurken, arkadaşların ısrarına dayanamayıp onlarla birlikte Trabzonsporun maçına gitmiştik. Avni Aker stadının önünde sırada beklerken her ne olduysa önden bir gurup genç kavga etmeye başladı. Bende kalabalıktan ve kavgadan aşırı korkan hatta panik-atak boyutuna ulaşan bir korku içerisinde olan yapıya sahiptim. O sıra da Ahmet’te önümdeki sırada dikiliyor, öndeki kavgaya müdahale ediyordu. Kavganın bizim tarafa kadar geleceğini düşündüğüm için o anki panikle elimdeki su şişesini Ahmet’in kafaya indirdim. Tabi o sırada şişenin ağzı açıldı ve Ahmet’in üstüne su döküldü. Arkasına öyle bir hışımla döndü ki, sinir dolu bakışlarını bana devirerek “ ne yapıyorsun, sen!” diye öfkeyle bağırdı. Yanımdaki arkadaşlarımda gülmekten kopmuşlardı. Ben, aptal aptal Ahmet’in mavi gözlerinin derinliklerine dalmıştım ve ne diyeceğimi de bilemediğim için öylece kalakalmıştım. Öyle bakmışım ki o bakış onun kalbine işlemişti, her defasında bana “ şu bakışı bir daha atar mısın?” der, o suyu hatırlayınca da “Allah’tan yanında damacana bulundurmamışsın” diyerek dalga geçerdi. O anki panikliğimden kaynaklanan ani davranışım, ardından arkadaşlarımın kahkahası, onunda sinirini almış olmalı ki, belli belirsiz tebessümle önüne dönmüştü.
Stada girip yerimize oturduğuz da bile kızlar hala gülüyorlardı. O maçı hiç unutmam Trabzonspor ve Bursaspor karşılaşmasıydı ve Hami’nin uzaktan şutu gole dönmüştü. Sevinçten yerimden fırladığımda hemen yanı başımda dikilen Ahmet’e çarpmıştım. Sessizce kulağıma eğilip “ su şişen yanında mı?” demişti. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Evet, oydu! Kapının önünde kafasına vurduğum, su döktüğüm çocuk yanında duruyordu. Koca statda benim yanımda bulunması tesadüf müydü, bilinçli miydi? Anlamamıştım. Anladığım tek şey vardı ilk bakışta ona vurulmuştum. Tabi, uzun süre sonra onun orada olmasının tesadüf olmadığını öğrenmiştim. Hatta benim yüzümden maçı bile izlemediğini, maç esnasında zamanını beni aramakla geçirdiğini anlatmıştı. Gol kırk beş artı bir de geldiğinden maça başlangıç yapılmamış maç devre arasına girmişti. İşte her şey o on beş dakikalık devre arsında başlamıştı. Bizim arkadaşlarda sinsice bakış atıp “ ne bereketli suymuş” diye bağırarak laf atıyorlardı. On beş dakika tanışmamıza yetipte artmıştı bile.
Bu arada Trabzonlu olmadığımı, Ankaralı olduğumu ve üniversite için Trabzon da kaldığımı da anlatmıştım. Kendisi de İstanbul Üniversitesinden yeni mezun olmuş, aslen Trabzonlu olduğu için memleketine dönüp aile şirketinin başına geçip yönetici olmuştu. Maçın ikinci devresi başladığında içimde kelebekler uçuşuyor, kalbim pır pır ediyordu. Bizim gurup maçın akışına kendisini kaptırmış, tezahürat yaparken bende Ahmet’in varlığının getirdiği heyecanı yaşıyordum.
Hayatımda ilk defa maça gitmiştim ve o maç bana hayatımın ilk ve tek aşkını kazandırmıştı. Ayrıca Trabzonspor fanatikliğini… ...