Bülbülü Altın Kafese Koymuşlar
BÜLBÜLÜ ALTIN KAFESE KOYMUŞLAR
O gece, gözümü uyku tutmuyordu. Yatağın içinde bir sağa, bir sola dönmekten içime fenalıklar geldi. Ertesi sabah ilk işim; bir hafta önceden hazırladığım bavulumu gözden geçirmek oldu. İlk kez ülkemden uzak, hiç bilmediğim yerlere gidecektim. Yolculukları, vedaları oldum olası sevmemişimdir. Adı konulmamış sözcüklerdi ayrılık. Rıhtımlarda, garlarda, havaalanlarında dökülen gözyaşlarını bir araya getirme imkânımız olsaydı belki de su basardı dünyayı.
Kız kardeşim, eniştem ve kızımla birlikte, günün saçları ağarırken havaalanındaydık. İlk kez uçağa binmenin heyecanı ile korku, birbirine karıştı. Alanda yapılması gereken resmi işlemler bittikten sonra, yarım saat kadar banklarda oturduk. Nihayet yolculuk vakti gelip çatmıştı. Zaman daraldıkça içimdeki korku da artıyordu. Yanımdakilere hissettirmeden elimdeki gazeteye boş gözlerle bakıyor, ardı ardınca dualar okuyordum.
Havada yoğun bir sis vardı. Göz gözü görmüyordu. Bu durum heyecanımı bir kat daha artırdı. Merdivenlerden uçağa doğru çıkarken son kezmiş gibi dönüp arkama baktım. İnsanlar telaş içinde koşuşturup duruyor, servis araçları dolup dolup boşalıyordu. Sonunda uçaktaki yerlerimizi aldık. Cam kenarına oturmuştum. Amacım, geçtiğimiz yerleri tepeden görebilmekti. Hareket başlayınca, ilk hızda yüreğim ağzıma geldi sandım. Bir tuhaf olmuştum. Yine gazetelere sığınmış, onları okuyarak nerede olduğumu unutmaya çalışıyordum. Hostes kızların gülen yüzü, yolcuların şakalaşmaları, anonslar, hiçbiri heyecanımı yatıştıramıyordu. Bir ara camdan dışarı baktım. Az önce altında küçücük kaldığım binalar, ağaçlar minik birer cüceye dönüşmüştü. Kısa bir süre sonra onları da arar olmuştu gözlerim.
Bembeyaz bulutların üzerinde yüzer gibiydik. Güneş, pamuk tarlalarını cilalarcasına yansıtıyordu ışıklarını. Her yer pırıl pırıldı. Sisler ayaklarımızın altında kalmıştı. Yeryüzünü beyaz bulutlarla örten sıcak nefesli bir dünyanın kolları arasında sallanıyorduk. Kolumdaki saate bakmaktan yorulmuştum. Sonunda iniş için kemerlerimizi bağlamamızı öneren anons ile tüm kuruntularımı unuttum. O anda ressam olmadığıma ne kadar üzüldüm anlatamam. Haritadan yerini ezberlediğim Alp Dağları ayaklarımın altında dans ediyordu. Heidi; Clara’nın tekerlekli sandalyesini dağ çiçekleri üzerinde gezdirirken, Alp Dede “yemek hazır” diyordu belki de.
Stutgart’a iniş başladığında artık yeşil ormanları, dağları, yolları görebiliyorduk. Önce bir maketin parçalarını birleştirmeye çalıştım. Yere yaklaştıkça binaları ve insanları seçebiliyordum. Büyük bir gürültüyle hava alanına indik. Teşekkür anonsunun ardından uçaktaki yolcuların yoğun alkış sesleriyle irkildim.
Sonunda uçaktan indik. Gümrük kontrolü sırasında dikkatimi çeken bir şey oldu. İki saat öncesi Yeşilköy havaalanında edepsizlik edip; memurlara, ağır aksak işleyen düzene kızarak, ortalığı karıştıran birkaç kişi burada kuzu kesilmişti. Sesleri çıkmayınca güldüm kendi kendime. İşte yine tek memur, kuyruk ve uzayan işlemler. Değişen tek şey dilleriydi. Nihayet sıra bana gelmişti. Kabindeki sıska adam, kalın çerçeveli gözlüklerinin arasından bakarak, yüzüme karşı bir şeyler söylüyor, yanındaki arkadaşına pasaportumu gösterip bir sorun olduğunu açıklamaya çalışıyordu. Dilini anlamadığım için kızım müdahale etmek zorunda kaldı. Adamın alay eder gibi sırıtması sinirlerimi iyice germişti. İçimden ağzıma ne geldiyse ver yansın ettim. “Sen de memur olacaksın. O zaman neden benim dilimi öğrenmedin, kendini ne sanıyorsa…” Üstelik elimdeki yeşil pasaportu bir türlü çözemedi. Sağa sola telefon açıp bilgi almak zorunda kaldı. “Bunun dünyadan haberi yok” dedim. Bana saatler kadar uzun gelen bir incelemedir başladı. Şimdi sinirlenip isyan etme sırası bendeydi. Bir de İstanbul’da yabancı gibi davranan, kızıp bağıran insanların buradaki suskunluğuna içerlemiştim. Dayanamadım. Arkama döndüm. Özellikle anlaması gereken kişilereydi bu mesajım. “Şimdi neden susuyorsunuz, onbeş dakikadır benim yüzümden bekletildiniz. Memura söyleyecek sözünüz yok mu?” Çıt yoktu. Üzerlerine alınmadılar bile. Olsun, söylemiştim ya! Neyse ki pasaport işi çözüldü de arkamdaki yakınlarımın işlemleri benimki kadar uzamadı.
Eşyalarımızı alırken camdan el kol işaretleri yapan yeğenimi gördüm. Bizi karşılamaya gelmişti. Onun gülen yüzüyle yelkenlerim suya indi. Dışarı çıkar çıkmaz kollarına atıldım. Bütün yorgunluğum, stresim bir anda yok olmuştu. Her birimize aldığı karanfilleri uzattı. Karanfilli karşılamanın ardından yeni aldığı lacivert renkli Audi arabasında yerlerimizi aldık. Neşeyle Willingen’e doğru yola koyulduk. Sık aralıklarla rastladığımız (ausfahrt) tabelasının çıkış anlamına geldiğini öğrenince dillerimiz arasında ne büyük fark olduğunu düşündüm. İçimde sert bir görüntü uyandıran bu kelimeyi defalarca tekrarladım ve işi şakaya döküp olur olmaz esprilerle yanımdakileri güldürdüm. O kadar çok tabela vardı ki, burada yolunuzu kaybetmeniz mümkün değildi. Onları dikkatle takip etmek yeterli olacaktı sanırım. Dikkatimi çeken başka bir şey de; yol boyunca yerleşim alanlarına rastlamayışımızdı. Köy ya da mahalleler otobanın bir hayli uzağında kurulmuş olup toplu halde ve düzen içindeydi. Kış olmasına rağmen ağaçların dipleri tertemizdi. Sanki ağaçlar yapraklarını hiç dökmemiş gibiydi. Sol şerit bomboştu. Sürücüler, önündeki aracı solladıktan hemen sonra sağ şeride geçiyorlardı.
Yıllardır gözyaşları içinde uğurladığım ve yine sevinç gözyaşlarıyla karşıladığım kardeşimin yuvasını görmek için sabırsızlanıyordum. Uzun süren bir yolculuğun ardından beklenen an gelmişti. İçimdeki vahşi çocuk kıpırtılarıyla arabadakileri gülmekten kırıp geçiriyordum. Otobandan ayrılınca eve yaklaştığımızı anladım. Bir süre sokaklarla köşe kapmaca oynadık. Uçarcasına arkamızda bıraktığımız ıssız yollardan sonra eve gelmiştik. Kardeşim yoktu, çalışıyordu. Eşi; kendilerine ait olan marketin önünde, o her zamanki gülen yüzüyle bizi karşıladı. Sevinç gözyaşları birbirine karışmıştı. Evleri, Karaormanlar’a bakıyordu. Etrafı ağ şeklinde tellerle çevrili kocaman bir bahçenin ortasındaydı. Tellerin önünde düzgün biçilmiş bir duvar gibi duran bistürüler adeta güvenlik habercisiydi. Beş katlı bir apartmandı burası. Sokak kapısından içeri girince hayretten donakaldım. Bu kadar geniş bir alan bizde olsaydı, binayı yapan müteahhit mutlaka oraya da bir daire sıkıştırırdı. Duvar boyunca uzanan camlardan, ormanın yeşil gözleriyle bakışırken, dilsiz dizeler döküldü yüreğimden. “Bana öyle bakma yağmur…”
Almanya’ya yeğenimin düğünü için gelmiştik. Hemen bitişikteki stüdyo tipi dairede oturacaklardı, geçici olarak. İçindeki kiracı biz gelmeden bir gün önce ayrılmıştı. Bir süre dinlendikten sonra yandaki eve geçtik. Aman Tanrım, bu ne! Tam bir rezaletti dairenin içi. Burası adam olmaz dedim. Yerdeki karolar sökülmüş, duvarda kan izleri, camlar kırık ve mutfak dolabı paramparçaydı. Hepimiz, harpten çıkmış gibi görünen bu evi nasıl toparlayacağımızın hesaplarını yapıyorduk. Banyo taşlarının rengi belli değildi. Kurnalar çalışmıyor, elektrik düğmeleri kırık, bazılarının prizleri tamamen sökülmüştü. Çıkan kiracının ruhsal bunalım geçiren bir Yugoslav olduğunu söylediler. Bekâra neden ev verilmediğini şimdi daha iyi anlıyordum.
Evin tadilatı sırasında çıkan inşaat malzemelerini kardeşimin getirdiği çuvallara doldurduk. Onları uzak bir yere götüreceklerdi. İlk defa çöplerin türüne göre ayrı konteynırlara konulduğunu orada öğrendim. Kapı açıktı. İşinden evine dönen ve asansörü tercih etmeyen Alman bir komşuları geçerken bana bir şeyler söyledi. Tam olarak tutamadım belleğimde sözleri. Tuttuğum kadarını yengeme anlatmaya çalıştım. Adam bana kötü bir söz mü söyledi şüphesiyle içim içimi kavuruyordu. Tavrından iyi şeyler söylediğini anlamıştım ancak içimdeki kuşkuyu yenmem gerekiyordu. Üstelik Almanca olarak kendisine teşekkür etmiştim. Yengemin açıklamalarına göre; “kolay gelsin, iyi akşamlar” anlamında tarafıma söylenen sözlere mantıklı karşılık verdiğim için sevinmiştim. Güldüm kendi kendime. Tanımadığım birine selam versem kendi ülkemde nasıl karşılanırdım acaba? Aslında iyi niyetli insanlar her yerde vardır ama nedense bizler karşımızdaki insanı anlamaya çalışmıyoruz. Tepkisel davranıyoruz her nedense. Evden çıkınca karşılaştığımız herkese “günaydın, iyi günler, hayırlı işler” diyebilsek ne kaybederiz sanki!
Öğretmenliğe ilk başladığım okuldaki öğrencilerime sıkı sıkıya tembih ederdim. “Beni gördüğünüz zaman saklanmayın. Günaydın deyin. Büyüklerinizin hatırını sorun. Arkadaşlarınızla karşılaştığınızda onlardan iyi günler, günaydın sözcüklerini esirgemeyin…” Öyle gün oldu ki; okulun önüne geldiğimde sıraya dizilip her biri “günaydın öğretmenim” demek için uzun kuyruklar oluşturdu. Bazı uyanıklar “günaydın” dedikten sonra tekrar sıraya girer ve kuyruğun uzamasına neden olurdu. Bu yüzden birkaç kere derse geç başlamak zorunda kalmıştım. Başa çıkamayacağımı anlayınca sıraya girmemelerini söyledim. Bu tören çok zamanımı alıyordu çünkü. Hatta iyi mi yaptım, kötü mü diye düşündüğüm zamanlar bile olmuştu.
Bir hafta içinde o harabe evi saray yavrusuna çevirdik. Hepimiz bir işin ucundan tutunca kısa sürede işler bitti. Bauhaus’tan aldığımız mutfak dolabı parçalarını kendi çabalarımızla monte ettik. Yer karolarından banyo malzemelerine kadar her köşe yenilendi. Karoları yeğenimle eniştem birlikte döşediler. Burada işçilik çok pahalıymış. Herkes kendi işini kendisi yapıyordu. Sıra mobilyalara gelmişti. Çevredeki bütün ev eşyaları satan mağazaları dolaştık. Mobilyaların gelişiyle evin yüzü güldü. Bu arada düğün hazırlıkları da hızla sürüyordu. Bir yandan gelin eviyle uğraşıyor, bir yandan bizi görmeye gelen misafirleri ağırlıyorduk. Azınlık konumlarından olsa gerek, burada Türkler adeta kenetlenmişlerdi. Bu arada; Türkiye’den misafir gelmiş diyerek ziyaretimize gelen, günün hemen her saati bizleri hediyelerle kucaklayan yeni yüzlerle tanışıyorduk. Yengemin yakın arkadaşlarından biri ekmek kızartma makinesi getirmişti bana. Bu hediyelerin karşılığını nasıl vereceğimi düşündüm. Kendimi borçlu hissediyordum. Oradan bir şeyler almak hoş olmazdı. Türkiye’ye döndüğümde; orada bulunmayan, onları sevindirecek, zevklerine uygun hediyeler alıp gelişlerine hazırlamalıydım.
Sonunda düğün günü geldi çattı. Konvoydaki arabaları sayamadım. Her biri Türk bayraklarıyla donatılmıştı. İçimden akan sevinç gözyaşlarını zor tutuyordum. Anlaşılan İstanbul’u özlemiştim. Şehir dışına çıktığımızda klaksonların yarışı başladı. Yol boyu sessizliğe alışık ormanlar başlarını eğerek sevincimize katılıyor gibiydiler. Aralarında barınan diğer canlılar, çıkardığımız gürültülerden korkmuş olmalılar ki, ormanın derinliklerine doğru kaçıyorlardı. Yolculuğumuz sırasında karşılaştığımız Almanlar da el sallayıp klakson çalarak neşemize eşlik ettiler. Gökyüzü giderek maviliğini terk ediyor, yer yer bulutlarla örtünüyordu. Birkaç kez bardaktan boşanırcasına inen yağmur sahnelerine tanık olduk.
Gelin alma âdeti tamamen geleneklerimize uygun yapıldı. Kapılar kapatıldı, bahşiş alınmadan açılmadı. Gelinin beline kırmızı kurdele bağlandı, kardeşi sandık olmadığı için çeyizlerin yerleştirildiği büyük karton kolinin üzerine oturtuldu. Bahşişler yüklü olmayınca kızı evden çıkarmayacaklarını ısrarla belirttiler. Sonunda, kız evinin tüm istekleri aşağı yukarı gönüllerince yapıldı ve konvoyumuz aynı yoldan geri döndü.
Örf ve adetlerimizin burada da uygulanışı açıkçası beni çok sevindirmişti. Gelini odaya kilitledikleri anı hiç unutamam. Yolumuz uzundu. Vakit daraldıkça sinir katsayısı artıyordu. Kardeşim patladı sonunda. “Bu kadar da olmaz ki! Zaman kısıtlı, yol uzun ve siz hala bahşiş peşindesiniz. Kapıyı açmazsanız çeker giderim” dedi ve merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Kolundan tuttum; “sen ne yapmaya çalışıyorsun?” Dedim. “Sus, sen karışma abla, şimdi koşarlar arkamdan. Canıma tak etti artık. Beş yüz Euro para çıktı cebimden, bunun adı adet değil soygun” dedi. Onun kızdığını görünce kapı açıldı, gelini kendileri indirdiler merdivenlerden. Yorucu bir yolculuktan sonra hınca hınç dolu kocaman bir spor salonuna girdik. Sahnenin tam karşısındaki tribün boyunca sarkıtılan Türk bayrağı salonun göz bebeğiydi. Her yöremizden çalınan müziklerle adım adım vatanımdaydım. Gecenin ilerleyen saatlerinde ve coşkulu bir düğünün izleriyle yavaş yavaş dökülmeye başlamıştık. Hannover’den, Berlin’den, Zürih ve Amsterdam’dan gelen yakınlarımızın bazılarını uzun zamandır görmemiştim. Onlarla karşılaşmak heyecan vericiydi. Kimi çocukluğumun, kimi gençliğimin kokusunu yansıtıyordu. Düğünde Alman, Yugoslav, İtalyan komşuları da vardı. Hep birlikte eğlendik. Bizler halk olarak barışı çok seviyoruz. Bu manzarayı görünce bir kez daha anladım bunu. Kardeşlik, dostluk, barış çığlıklarıyla sarsılıyordu koca salon. Damat olan yeğenimin müzik gösterileriyle düğün sona erdi.
Düğün sonrası, kendi imkânlarımızla çevre gezileri yaptık. Şehrin ortasındaki giriş kapısını seyretmek için sıkça köprüye çıkıyordum. İlginç mimari yapısı dikkatimi çekmişti. Kardeşim çalıştığı için ancak hafta sonları beraber çıkabiliyorduk. Tuna nehrinin bir bölümü şehrin ortasından süzülerek inerken köprüden aşağıya bakmak hoşuma gidiyordu. Hemen her gün öğleden sonra nehrin kıyısına iniyor suların kulakları sağır eden gürültüsünü dinliyordum. Burası eski bir yerleşim merkeziymiş. Ormanların, parkların daha doğrusu yeşilin merkeziydi bana göre. Müzenin sol tarafında genişçe bir su kaynağı vardı. Anlatılanlara göre Tuna’nın ilk başlangıç noktası orasıymış. Bir de, içme sularının en bol olduğu yer olarak biliniyormuş Villingen. At yarışlarının yapıldığı bir hipodrom, kayak merkezi ve belki yüz yıllık ağaçları barındıran güzel bir parkın içinden akıp giden suların salınışına bakılırsa, duyduklarım doğruydu. Kilisenin içi görülmeye değerdi. Büyülü bir dünya gibiydi açıkçası.
Çok eski zamanlardan bu yana orada yaşayan, köklü bir ailenin uzantısı olduğunu söyleyen yaşlı bir hanımla ilginç sohbetimiz oldu. Ben kendi dilimle sordum, yeğenimin yaptığı tercümelerle anlattıklarını not ettim. Bir de yengemin arkadaşı Kader Hanım’dan aldığım bilgiler doğrultusunda masallar ülkesindeymiş gibi saatlerce rüyalarda gezindim. Villingen’de her kış; şubatın sonu ve mart başında kışı kovmak amacıyla kutlamalar yapılırmış. Yüz yıllardır süren bu inançla her köylü bir yıl boyunca hazırlık yaparmış. Şu anda, biraz daha modern olmak üzere (Fasnacht) dedikleri adetleri sürüyormuş. Fasnacht boyunca maskeler boyanır, yeni kıyafetler dikilir, erkekler saman adam olur, eşleri de saman hanım olarak kutlamalara katılırlarmış. Hazırlıklar tamamlanınca belirli bir saatte kilisenin önünde toplanırlar ve bütün Villingen’i dolaşırken kışı kovduklarını anlatan sözcüklerle, tarlalarını rahat bırakması için kışa bağırırlarmış. Son yıllarda sesleri kışı kovma yerine; yaşamlarını daha rahat sürdürebilmeleri, yabancı düşmanlığını kınamaları yönündeymiş. Yeni açılan kültür dernekleri ve okulların katılımıyla bu adetleri hala sürüyormuş.
Eskiden, kışın tamamen gitmesi için samandan yaptıkları cadıyı bir direğe asarlarmış. Saat 00.00’ı gösterirken altına saman doldurup; kötülüklerden korunmak amacıyla onu ateşe verirlermiş. Böylece cadıyla birlikte bütün kötülüklerin uzaklaşacağına inanılırmış. Şimdilerde kilisenin önünde tiyatro kurulup kutlamalar sürdürülmektedir. Gece yarısı cadı kılığına giren güzel bir genç kız bütün sokaklarda köylü kıyafetine bürünmüş delikanlılar tarafından kovalanmaktadır. Yakalanınca direğe bağlanır, sembolik yakılma töreni yapılır. Tabi bu arada yakılan saman bebektir.
Villingen Almanya’nın en eski şehriymiş. 999 Yılından 1218’e kadar küçük bir köy iken, 1218’de şehir statüsüne getirilmiş. 3. Villingen kralı Graf Berthold Kaiser Otto, köylülerini krallığı süresince çalıştırmış.(999_1002) Yerini alan kral Heinrich 1020 yılına kadar yönetim de kalmış. Her iki kralın da mezarları şu anda Villingen’de bulunmaktadır. Kral Heinrich’in ölümünden sonra şehre gelen bir papaz 1020 yılında kilisenin kuruluşunda büyük rol oynamış. Orada göreve başlamış. O günden sonra Villingen, kraliyet yerine kilisenin hâkimiyeti ve Allah yolunda adımlar atan bir şehir olarak duyulmaya başlanmış. İlk ve ortaokullar rahibeler tarafından yürütülüyormuş. Öğretmen olarak sadece rahibeler atanmış. 1839 Tarihi itibariyle Villingen, Karaormanlar bölgesinin en zengin şehri seçilmiş. Çevre köylerden at arabalarıyla alışverişe gelen köylüler bu şehrin ekonomik büyümesinde katkı sağlamışlar. Burada yaşayan ilk yerlilerin Yahudiler olduğu bilinmektedir. 1939 yılında Avusturyalı Adolf Hitler Almanya’yı ele geçirince yerli halkın büyük bir kısmı göç ederek kaçmışlar. Savaş 1945’te sona ermiş, kaçanların bir kısmı geri dönmüş. Halen yüzde seksen Yahudi ailesinin yaşadığı bu eski şehir, dışarıdan gelen birçok yabancının yaşamak için tercih ettiği önemli bir yerleşim merkezidir. Şehir hakkında verilen bilgileri can kulağı ile dinlerken kendimi tarih dersinde sanmıştım. Ortaokulda bir tarih öğretmenimiz vardı. Her derse girişinde; “Geçmişi olmayanın geleceği olmaz.” Derdi, gülerdik. Hatta Güler adında bir arkadaşımız, öğretmen sınıfa girmeden tahtaya geçer biraz sonra tekrarlanacak atasözünü peşin peşin söylerdi. O gece, duyduklarımı yineledim zihnimde. Halkların ezilişini, insanların çektiği acıları canlandırdım gözlerimde. İnançların yanılgısını, insanları sürü gibi oradan oraya çekmenin doğurduğu isyan sonuçlarını ve insan iradesinin güçlülüğünü düşündüm. Şimdi değişen neydi? Hep aynı nakarat!
Sabahın ilk ışıklarıyla deprem sanarak uyandığım o korkulu anı hiç unutmayacağım. Gürültüyle yatağımdan fırladım. Her taraf bembeyazdı. Yolun ortasında ağır aksak adımlarla ilerleyen kar temizleme aracının çıkardığı gürültüyü deprem sanmıştım. Kar yığınları Kara Ormanlar’ı sarmış, doyasıya seyrettiğim bu manzarayı zihnimde resimleyerek anılarım arasına yerleştirmiştim. Kaldığımız süre içinde hafta sonlarını uzak yerlere giderek değerlendirdik. Birkaç günlük Noel tatili sırasında İsviçre, Hollanda demedik, gezdik. Çeşitli semtlerde tekrarlanan Türk gecelerine katıldık. Zürih’te bir market açılışına davet edildik. Bu tarihi binanın bin sekiz yüzlü yıllarda yapıldığını öğrendim. Hala taş gibi ayaktaydı. Yer ile tavan arası yüksekliği tahminen beş metre kadardı. Açılıştan sonra birkaç saat dolaştık. Gezmek için fazla zamanımız olmadı. Ertesi gün, Hollanda’ya gittik. Donkişot’un yel değirmenleri, deniz evleri, sık karşılaştığımız kanallar Amsterdam’ın simgesi gibiydi. Yel değirmenlerinin altında cüce gibi kalmıştık. Şehir merkezinin hemen yakınında alabildiğine uzanan tarım alanları ile orman arazileri iç içeydi. Yoğun sis duvarlarını aşarak orada yaşayan yakınlarımızla hasret giderdik. Bir gece orada kaldıktan sonra geri döndük.
Dönüş sırasında uğradığımız konaklama tesislerinin temizliği ve teknolojik donanımına hasetle baktım. “Sayın falan filan otobüs yolcuları, konaklama tesislerimize hoş geldiniz…” diyen kulak tırmalayıcı anonslar da yoktu. Tesislerden içeri girdiğinizde aradığınız her şeyi bulmak mümkündü. Yani kısacası yok, yoktu diyebilirim.
Hannover’de yaşayan akrabalarımızın ısrarlı daveti üzerine yönümüzü oraya çevirdik. Şehrin merkezinde pankartlarla yürüyen insan kalabalığını görünce kendimi Taksim’de gibi hissettim. Ara sokaklara dalmak zorunda kaldık. Geceyi orada geçirdik. Tüm sevdiklerim yanımdaydı. Onca yorgunluğa rağmen kuş gibi hafiftim. Dünyayı dolaşan bir kaptan gibiydim. Yeni yıla hazırlanan sokaklar renkli neon ışıklarıyla donatılmıştı. Sokaklar güzellik yarışmasına çıkmıştı adeta.
Akşamın erken saatlerinde başlayan kar yağışı çılgın bir boğa gibi saldırıya geçti. Ormandaki beyaza bürünmüş ağaçların aralıklarından sızan ışıklar billursu maviliklerle cama vuruyordu. O Pazar sabahı çocuk sesleriyle uyandım. İçerde herkes uyuyordu. Yavaşça balkona çıktım. Her birinin Alman olduğunu tahmin ettiğim çeşitli yaş grubundan insanlar parkın önünde gezintiye çıkmışlardı. Çocuklar bellerine kadar gömüldükleri kar yığını içinde şakalaşıp oynuyorlardı. Dünyanın neresinde olursa olsun; çocuklar hep aynıydı demek ki. Kimi ormandan aşağı kızak kayıyor, kimi parkın içinde kartopu oynuyordu. Bazıları yerde yatarak boylarının ölçüsünü kıyaslıyorlardı. Gülümseyerek onları izlerken söyledikleri sözleri anlamayı ne çok isterdim.
Balkondaki karları temizlemek için elime geçirdiğim faraşı doldurup bahçeye fırlattım. İkincisini doldurmak üzereyken Hamide’nin telaşlı sesi duyuldu. “Aman ha, sakın aşağı atmayasın” dedi. “Neden?” Diye sordum. Yasakmış, bundan ceza gelebilirmiş falan. O anda bu yasaklar ülkesinde yaşamanın bana göre olmadığını düşündüm. Ah İstanbul ah! Seni ne çok özledim, bilemezsin. Korkuyla, yasaklarla kurulan düzen fikri hoşuma gitmemişti. İki gün önce eve gelen ceza mektubu, klakson yasağı, birikmiş karların bahçeye savrulması yasağı… Yasaklar… Yasaklar… Şunu anladım ki, biz Türkiye’de özgürlüğün krallığını yaşıyoruz da farkında değiliz. Burada adım atmaya korkuyor insan. Yasaklar yüzünden gölgemden korkar olmuştum. Caddelerde öyle yerlere kameralar koymuşlar ki, her an izlendiğiniz kuşkusuna kapılıyorsunuz. Eve gelen o ceza mektubu da bunun bir göstergesiydi. Yeğenim hız limitini aştığı için kamerayla görüntülenmiş. Arabanın plakası ve sürücü net olarak resimlendirilmişti. Ancak sürücünün yanındaki koltuk koyu çizgilerle karalanmıştı. Bir de sokakların bomboş oluşuna şaşmıştım. Bu insanlar nerede acaba diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Yeni yılın arifesiydi. Hemen bütün evlerin cam kenarlarında renkli ışıklar ve mumlar boy gösteriyordu. Şehir merkezinde kurulmuş stantlar arasında dolaşırken nihayet insan yüzleri görmeyi başarmıştık. Noel giysileri içinde dolaşan kadın ve erkeklerle adım başı karşılaştık desem yalan olmaz hani. “Ho! Ho’” sesleriyle ilgi odağıydılar. Bir ara genç bir kız yanıma yaklaşıp bana dönerek bir şeyler söyledi. Cümlenin içinde geçen” adres” sözcüğünü yakalamıştım. Anladım ki, bir yeri arıyor. “E, be kızım, bunca insanın içinde beni mi buldun adres soracak!” Anlamadı tabi ki. Ya, gördün mü bak, sen de beni anlamadın. Bizimkiler koptu bu durumda. Kardeşim:
_Ne güzel anlattın abla, o da seni anladı.
_Bu üçüncü oldu ama benden başka soracak kimse yok mu, o da sormasın o zaman, dedim. Herkes gülmeye başladı. Bir süre daha dolaştık. Yakınlarımıza götürmek üzere hediyelik eşyalar aldık. Çikolatalar öyle ucuzdu ki, aldıklarımın hemen hepsi neredeyse çikolataydı diyebilirim. Kilisenin önüne geldiğimizde cadıları ve yakılan saman bebekleri hayal ettim. Şehrin havadan çekilmiş resimleri vardı bir mağazanın vitrininde. İki anayol tarafından dörde bölünmüş, çevresi kocaman bir daire ile sınırlanmıştı. Dairenin sınırları yemyeşil ağaçlarla belirtilmiş ünlü bir ressamın tablosu gibiydi. Bütün evlerin camları mumlarla süslenmişti. Akşam çökmek üzereyken ışıklar daha da belirginleşiyor, Tuna’nın yüzü, yansıyan ışıklarla gülümsüyordu.
Yeni yılı birlikte geçirelim arzusuyla, kardeşim ve yengem çok ısrar ettiler. Nuh diyor Peygamber demiyordum. Biletimi erteletmeye niyetim yoktu. Aklıma koymuştum bir kere, o gece gidecektim. İlk defa bu kadar uzun bir süre evimden ayrı kalmıştım. Üstelik sevmedim oraları. Gösterilen ilgi, sevgi yetmemişti özlemimi gidermeye. Hani bizde bir söz vardır;”Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım! Demiş.” İşte ben de öyleydim. Kim ne derse desin, toprağım çağırıyordu beni. Duramazdım.
Ayrılık zamanı gelip çattığında; yüreğimin yarısını henüz tanımaya başladığım o yabancı ülkede bırakarak, yüzyıllarca hasret kaldığımı sandığım vatanıma dönmenin sevinciyle içten içe gülüyor, onlara üzülürmüş görüntüsü vermek için sabrımı son zerresine kadar zorluyordum. Gelirken isteğim dışı bindiğim o geveze kuşu kucaklamak geçti içimden. Geride sevdiklerim olmasaydı arkama bile bakmadan koşacaktım hasretiyle yandığım topraklara. Onlardan ayrıldığım için biraz buruktu yüreğim. Ancak; evime, aileme kavuşma sevincim hüznümü bastırmış olup, uçağa bindiğimde nasıl heyecanlandığımı, yeniden doğmuş gibi nasıl sevindiğimi, aradan geçen uzun yıllar sonrası hala unutamıyorum.
YORUMLAR
Çok uzun yazıları okumaya üşeniyorlar ama güzel bir yazıydı. Vatanımız dünyanın en güzel vatanı! Hak ettiği itibarı tekrar kazanacak, İnşallah ve Türk Dili de öğrenilmesi gerekenler arasında yerini alacak. Dünya üzerinde azımsanmayacak kadar çok Türk yaşamakta...
Kutluyorum.