KIYMETİNİ BİLEMEDİĞİM
Bugün tam bir sene geçti gidişinin üzerinden karıcığım. Beni, silindir gibi, tank gibi ezen, bitiren, un ufak eden bir sene… o gün, küçücük, karanlık, tek kişilik yuvana ben yerleştirmiş, toprağını ben serpmiş, kürekle ben düzeltmiş, sanki kaçacakmışsın gibi ben hapsetmiştim seni. 22 yıl önce, İlk yuvana da, yine böyle beyazlar içinde getirmiş ve yine böyle duvarlarla, kapılarla, pencerelerle kapatmıştım dört bir yanını. Bin bir ümit ve pembe hayallerle geldiğin fakat 22 yıl azap çektiğin kabrinden, mahkûmiyetinden kaçmaya yeltenmemiştin bile. Bir defacık şikâyet edecek gibi olmuştun da, kırılası, tabutlara gelesi, cehennemde cayır cayır yanası ellerim sana kalkmıştı. Daha sonraları hep sustun. Bir makinenin çarkı gibi, durmadan, kurulmadan, sessizce, sakince çalışıp durdun. Sanki beni yaşatabilmek, hayatımı kolaylaştırmak, tohumlarımı yeryüzünde yeşertip büyütebilmek için bana bahşedilmiş bir varlık, bir araç, bir vasıtaydın. Senin de duygularının olduğunu, şefkate, sevgiye, okşanmaya ihtiyacının olduğunu düşünmeyecek kadar, kördüm, sağırdım, aptaldım. Lanet olsun bana.
Her şeyi, her yükü, her güçlüğü ufacık, çelimsiz omuzlarına yüklemiştim. Sabahları erkenden kalkar, sobamızı yakar, kahvaltımızı hazırlar, bizi uyandırmaya uğraşırdın. Sıcacık yatağımızdan çıkmamızın sorumlusu senmişçesine, öfkelenirdik, kızardık, bağırırdık, bin bir nazla ve lütfen kalkardık. Fakat akabinde bir telaş, bir koşuşturma, bir bağrışma başlardı.
“Eyvah! Geç kaldık, daha önce niye uyandırmadın?” diye yine sana söylenirdik. Giyeceklerimizden de sen sorumluydun.
“lacivert elbisem ütülü mü, hangi kravatı takayım, çoraplarım nerde?” diye sorarken, içerden çocukların odasından başka sesler yükselirdi:
“Anne! Benim tişörtümü, Ayşe giymiş, vermiyor.” Bir bağrışmadır kopardı. Nasıl becerirdin bilmiyorum ama odalarına koşar, onları sustururdun.
Yeni yeni sakalları çıkmaya başlayan haylaz oğlumuz, babası gibi erkeklik taslayarak, banyodan seslenirdi:
“Yeni aldığım tıraş köpüğüm nerde?” sen yine koşuşur, onu da sustururdun. Tek gayen, sizlerin geçimi için çalışan babanızın, evden sakin ve huzurlu bir şekilde çıkmasını sağlamaktı.
Oturma odası büyüklüğünde olan mutfağımıza girdiğimizde, sobanın sıcaklığı ve kızarmış ekmek kokusu içimizi gıcıklar, bardaklara doldurulmuş, dumanları tüten çaylarımızın şekerleri bile katılmış olurdu. Peynir, zeytin ve ellerinle yapmış olduğun rengârenk reçellerle, bir çiçek bahçesi görünümünde olan masanın güzelliğini hiç fark etmeden alel acele kahvaltımızı yapar, hazırladığın beslenme paketlerimizle evden fırlardık. Arkamızdan dualar ederek bizi uğurlarken, yanağına bir öpücük kondurmak aklıma bile gelmezdi. Aslında gelirdi de ne yalan söyleyeyim, utandığımdan, erkeklik gururuma yediremediğimden yapamazdım.
Akşam eve döndüğümüz de, sabah darmadağın bıraktığımız ev temizlenmiş olur, mutfaktan mis gibi yemek kokuları gelirdi. Pembe çiçekli, karpuz kollu basma entarinle, sımsıcak gülüşünle bizi ne güzel karşılardın. Ama ben… Anlayışsız ben, kendini beğenmiş ben, düşüncesiz ben, daha doğrusu utangaç ben, ufacık bir iltifatı bile esirgerdim senden. Sadece günlük yorgunluklarımı anlatır dururdum. Senin gününü nasıl geçirdiğini, bu kadar işin altından nasıl çıktığını sormazdım bile.
Yemekten kalktıktan sonra, bizler yorgunluk atmak için köşelerimize çekildiğimizde, sen masayı toplar, bulaşıkları yıkar, sobaya odun atar, çay suyunu koyardın. Senin dinlenmeye hakkın yoktu, sen hiç yorulmamıştın çünkü. O zamanlar, yaptığın bütün bu işler ne kadar da basit gelirdi bana. Şimdi anlıyorum ne kadar zor ve yorucu olduğunu.
Daha sonra, Leyla’nın matematik ödevine yardım eder, Ayşe’nin yapacağı resim için boyaları hazırlardın. Ali, bunalımlı ve huzursuzdu. Ders çalışmak istemez, beni öfkelendirecek bir şeyler bulurdu her zaman. Oğluna nasihat etmek, beni yatıştırmak görevi de sana düşerdi. Çocuklarla benim aramda tampon olur ve ezilen, suçlanan hep sen olurdun. O çocuklar sanki sadece senindi, sanki onları babanın evinden getirmiştin.
Çarşıya, Pazara, okuldaki veli toplantılarına sen giderdin. Elektrik, su, telefon, paralarını ödemek, üç kuruşluk maaşımla aileyi geçindirmek senin görevindi. Ucuza mal etmek içi, salça, tarhana, turşu, reçel ve konservelerimizi hep sen yapardın. Arada bir, elindeki şişlerle yün ördüğünü görür, komşulara hırka, kazak dokuyarak para kazanmaya çalıştığını bilir ama anlamıyormuş gibi davranırdım.
Bana ve çocuklarımıza, ütüsüz çamaşır, delik çorap hiç giydirmedin be karıcığım. Soframızı hiç yemeksiz bırakmadın, misafirlerime, arkadaşlarıma beni hiç mahcup etmedin. Hastalandığında bile gülümsemeni bizden esirgemedin, ışığımız oldun, mutluluğumuz oldun. Söyleyemiyordum ama sana o kadar çok güveniyordum ki, bizi bırakıp gidebileceğin, bizden kaçabileceğin aklıma bile gelmiyordu.
Evimiz her daim sabun kokardı. Pencere önündeki saksılarda her mevsim renk renk çiçekler açardı. Ama benim sevda çiçeğim sendin. Gül kokulu, gonca dudaklı yârim, menekşe gözlü sevdiğim, ipek böceğim, bal peteğim, kıymetini bilemediğim, bilip söyleyemediğim sendin.
Suzan Mumcu
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.