Eve Gelen Baba
Onu ilk olarak bir şiir şöleninde tanımıştım. Öndeki iki dişi çekilmiş ve yerine yenisi yapılmamış olduğundan bir mağaranın kapısını andıran boşluktan arada bir ıslık çalar gibi çıkan sesi ile okuduğu şiiri, dinleyicilerin büyük çoğunluğu anlamamış ama yine de alkışlamışlardı. Yüzünde; yaşından büyük izler, alnında; sıkıntılı bir hayatın kırışıklıkları vardı. Bu manzarayı dikkatle izleyen her insanın, hayattan sürekli olarak darbe yediğini söyleyen bu adamın neler yaşadığını tam olarak bilemese de bir şeyler sezinlemesi mümkündü. Her sigara nefesinde, dünyanın tüm dertlerini içine çeker gibi bir hali vardı. Verdiği her nefeste ise adeta bedeninden canını atıyor gibiydi. Şiir şöleni bitince, geldiği ile geri döndü Akif Ağabey. Çok fazla konuşamamış, sohbetimiz esnasında sadece bir şeyler yazmaya çalıştığımı söylemiştim.
Aradan birkaç yıl geçtiğinde, iyi bir şair ve edebiyat öğretmeni olan Ali Ağabey; “Akif ve birkaç arkadaşı edebiyat dergisi çıkarıyorlar. Birkaç şiir ver de gönderelim. Eğer beğenilirse yayınlarlar. Zaten senin şiirlerini beğenmeyeceklerini sanmıyorum” deyince itiraz etmedim. Diskete yüklediğim birkaç şiiri kendisine verdim ve internetten göndereceğini söyledi. Üç-beş gün sonra Ali Ağabey ile karşılaştık. Beni görünce yüzü tuhaf bir hal aldı ve ben bir şey sormadan söze girdi: “Senin şiirleri beğenmemişler ama neden beğenmediklerini anlayamadım.”
Ben ise çok da umursamamıştım. Zaten hiçbir gün şair olduğumu iddia etmemiştim ve yazma amacım sadece rahatlamaktı. Bu düşüncelerimi Ali Ağabey’e de söyledim. O ise halen neden yayınlanmadığı konusunu düşünüyordu.
Yine aradan geçen bir-iki yılın ardından, Akif Ağabey’in yaşadığı şehre yolum düştü. Önce aynı şehirde başka bir şair ağabeyimi aradım ve onun telefon numarasını aldım. Sonra da onu arayıp yerini sorduğumda şehir dışında bir bölgenin tarifini yaparak orada fotoğrafçılık yaptığını söyledi. Bu şehre daha önce birkaç kez gelmiştim ama hiçbir yerini bilmiyordum. İnsanlara sorarak bana verilen adrese nasıl gideceğimi öğrendim ve beni oraya götüreceği söylenen dolmuşa bindim. Yaklaşık 15-20 dakika sonra tarif ettiği durağa gelmiştim. Arabadan indiğimde beni orada beklediğini gördüm.
İşyerine geldik ve sohbete başladık. Şiir şöleninden, Ali Ağabey’den ve diğer dostlardan bahsederken bir ara içeri gireceğini işaret ederek: “Benim içeride içeceğim var. İstersen sana da bir bira açayım” dedi. Kendisine teşekkür ederek, alkol ile barışık olmadığımı, haddim olmasa da kendisinin de bırakması gerektiğini söyledim. Akşama doğru işyerini kapatarak, beraberce dolmuşa bindik ve şehir merkezine döndük. Bir lokantada yemeğimizi yedikten sonra genellikle edebiyata gönül veren insanların geldiği bir kafeteryaya gittik. Tanıdığımız diğer şairleri de aradık ve güzel bir sohbet başladı. Gecenin geç saatlerine kadar devam eden sohbetin ardından diğer şair dostların hepsi de geceyi kendilerinde geçirmem için ısrar ettiler ama Akif Ağabey’in cevabı netti: “Boşuna uğraşmayın, bu gece bende kalacak.” Ben ise bir otele gitmek istediğimi, kimseyi rahatsız etmeye hakkım olmadığını söylüyordum ama aldığım karşılık; “Bak seni döverim çocuk!” oluyordu.
Yanımda getirdiğim çanta ve yolumuz üzerindeki tekel bayiinden kendisi için aldığımız birkaç bira ile ara sokaklardan evine yöneldik. Çok geçmeden de eskiden yapıldığı belli olan bir evin merdivenlerinde buldum kendimi. Yukarı çıkıp kapıyı açtıktan sonra odayı gösterdi.
Odanın kapısını açarak içeri girdim ve etrafı gözlemlemeye başladım. İçeride iki kanepe, televizyon, kitaplar, film CD’leri, CD çalar ve ufak tefek eşyalar vardı. Odada yalnız yatacağımı düşünmeye başlamıştım ki kapı açıldı ve elindeki bira poşeti ile kendisi de içeri girdi.
Anlaşılan onun için gece henüz bitmemişti. Ne tür filmlerden hoşlandığımı sordu ve polisiye-macera türü bir film aramaya başladı. Aslında hem sohbet edip, hem de film izlemek çok mantıklı değildi ve bunu kendisine söylediğimde film aramaktan vazgeçti.
İlk birasının yarısını içtiğinde iyiden iyiye sarhoş olmuş, gündüzden beri içtiklerinin etkisi yeni yeni belli olmaya başlamıştı. Arada bir de; “Ben sarhoş değilim. Sen ağabeyini sarhoş oldu da o yüzden böyle konuşuyor zannetme” diyordu. Sohbet esnasında konudan konuya geçerken, duvarda asılı duran ve bir çocuğun yaptığı her halinden belli olan resmi gösterdi. Peşinden de sorusu geldi: “Sen bu resimde ne görüyorsun Mustafa?”
Doğrusu o resim, bir insan silueti, elinde tuttuğu çantaya benzer nesne ve bir bina ile adeta okula giden veya okuldan dönen öğrenciyi andırıyordu. Ben de o şekilde cevap verdim. Bir geminin yelkenlerini rüzgâr ile doldurmak istemesi gibi derin bir iç çekti, gözleri yağmur yüklü bir bulut şekline büründü ve konuşmaya başladı: “O resmin adı: Eve Gelen Baba. Elindeki de kızına ve eşine getirdiği çikolata ve pasta türü yiyecekler. O resmi yapan ise benim biricik kızım.”
Sahi, Akif Ağabey evli idi. Peki, gecenin bu saatinde neden eşinin yanında değil de benim ile bu odada kalıyor ve bir yandan da içiyordu? Onu kırmadan bunu öğrenmek istiyordum. Ama nasıl bir soru soracağımı bilmiyordum. Bu sıkıntılı halim fazla sürmemiş, ben sormadan kendisi anlatmaya başlamıştı.
Akif Ağabey doğma-büyüme buralıydı. Çocukluğuna, gençliğine, sevdasına, sevinçlerine ve üzüntülerine bu şehir tanıklık etmiş, sessiz çığlıklarını hep bu şehrin beton duvarları yutmuştu. Ve en önemlisi “İnce Kız”ı bu şehrin sokaklarında tanımış, ona büyük bir aşkla bağlandığını ilk bilen de yine bu koca şehrin ıssız sokakları olmuştu. Ömründe ilk ve tek olarak “İnce Kız”ı sevmiş, onunla evlenmiş ve bu evlilikten bir de kızları dünyaya gelmişti. Evlenmiş derken, bu evlilik çok da kolay olmamış, aileler arasındaki görüş ayrılıkları onların evliliğine yansımış, en sonunda gerek kendi, gerekse “İnce Kız”ın ailesinin baskıları sonucu kalben olmasa da cismen ayrılmak zorunda kalmışlardı. Şimdi ise hem ciğerinin parçası olan kızına hem de İnce Kız’a özlemini bu resme bakarak gidermeye çalışıyordu.
Metin olmaya ve ağlamamaya gayret ediyordu. Belki ağlasa şu anki durumundan daha az acınacak bir hale bürünürdü. Ama büyük ihtimalle kendisi bunun farkında bile değildi. Sıktığı dişlerini güç bela aralayıp başı ile yan odayı işaret ederek orada yattığını söylediği annesini kasten; “Benim hayatıma bu sebep oldu. İnce Kız bu dünyada başıma gelen en güzel şey idi ama o güzel şey bu lanet kadın yüzünden hayatımın kâbusu oldu.” diyebildi ve ardından yine dişlerini sıktı.
Bir süre, ben de ne diyeceğimi şaşırmış kalmıştım. Bir insan annesine böylesine kin duyarken ona söylenecek her kelime yanlış mecralara gidebilirdi. O yüzden en mantıklısı susmaktı ve ben de öyle yaptım. Bu sessizliğim, akmak isteyen bir suya yol verir gibi olmuştu. Yine derin derin soluk alıp verdikten sonra annesini kastederek konuşmaya başladı: “Sadece bu mu bize engel oldu sanıyorsun? İnce Kız’ın annesinin de en az bunun kadar suçu var. Kayınvalidem olacak o kadına dökmediğim dil kalmadı. ‘İkiniz bir olup yuvamızı yıkıyorsunuz. Bize karışmayın, birbirimizi seviyoruz!’ dedim ama dinleyen kim? İki lanet kadın, iki taraftan bizleri ayırmak için yapmadıklarını bırakmadılar. Sonunda da emellerine ulaştılar. İnce Kız’dan ve kızımdan bana kalan ise; şu gördüğün resim ve birkaç fotoğraf ile kadere ettiğim isyanlar oldu.”
Sözleri bittiğinde daha fazla dayanamadı. Gözlerine hâkim olamıyor, yaşları engelleyemiyordu. Ağlaya ağlaya gözlerinden yaş değil, içindekiler dökülmüş olmalıydı ki; yatmadan önce gözlerini duvardaki resme dikip, diğer geceler olduğu gibi yüksek sesle duasını etmeye başladı: “Allah’ım ben günahkâr bir kulunum. Benim dualarımı kabul etmesen bile hiç olmazsa günahsız olan yavrumun şu duvarda duran rüyasının gerçek olması için onun dualarını kabul et. Ne olur benim adım ‘Eve Gelen Baba’ olsun.”
10.07.2008