Abraş
ve ABRAŞ...
ve DOLAN...
ve SEZEK ...
Abraş; dağlardaki yemyeşil çam ormanlarının içinde en yaşlılarından sayılmasa bile boyuyla eş bir kudrette, su kenarında yaşayan kızıl bir çam ağacıydı. Bulunduğu yerden hiç ayrılamasa bile dallarına konan kuşlardan, sinesine kovan yapan yabanarılarından dünyayı yeteri sayılacak seviyede biliyordu. Bilge sayılmazdı belki ama bilgisi ona yetiyordu. Topraktan bir fidan olarak çıkıp mavi gökyüzüne merhaba diyeli bir çok bahar olmuştu. Yaşamının uzunca bir süresini yalnız başına geçirmişti. Belki bir çok fidanı olmuştu dallarından düşen kozalaklardan ama tanıyamıyordu ki onları.
Ama birkaç kış önce kardan yorganını örtmüş uyurken belki de hiç olmaması gereken bir şey oldu. Yoğun kar yağışıyla geçen bir gecenin sabahında bir adam ardında eşeğiyle çıkageldi. Yorganının altında uyuyan Abraş, hafif bir rüzgarın etkisiyle dalları titreyen uyandı ve adamı gördü (İnsanları tanıyordu Abraş daha öncede karşılaşmıştı bu adam gibi niceleriyle. Kendisinden küçük canlılardı ve korkmama gerek yok diye düşünürdü. Dallarını koparmıştı bazıları. Gövdesine bir aletle eşeleyip oyuk açtıkları bile olmuştu. Ama korkmazdı yinede onlardan. Ona verebilecekleri zarar daha ne olabilirdi ki. Severdi insanları, sinesine yuva yapan arıların yaptığı o nefis kokulu ballarından verirdi onlara). Adam karların üzerinde zar zor yürüyerek önündeki yer yer donmuş olan dereyi geçti ve yanına kadar geldi. Yorulmuştu belliydi, havanın soğukluğuna rağmen terliydi. Derin bir oh! Sesiyle eşeğinin yularını bıraktı ve Abraşın köklerinin üstündeki yere karlara hiç aldırmadan oturdu. Neden geldi ki bu adam diye söylendi kendi kendine Abraş. Anlamsızdı ona göre bu soğuk havada bu adamın yanı başında olması. Biraz dinlenip gider diye düşündü ve düşündüğü gibi de oluyor gibiydi. Onbeş yirmi dakika dinlenen adam yavaş yavaş ayaklandı ve eşeğine doğru yöneldi. Abraş tam sessizce adamın arkasından güle güle insanoğlu derken adamın tekrar kendisine doğru yöneldiğini fark etti. Ama adam yalnız değildi. Çok kötü bir tonda sinsice gülen ne olduğunu ilk anda anlayamadığı garip bir nesneyle kendisine doğru tekrar geliyordu. Dolan’ı ilk görüşüydü ve iler ki günlerde “Hay! Tanışmaz olaydım” diyeceği andı o. Adam o garip nesneyi Abraş’ın gövdesine yasladığında “Merhaba ben Dolan” dedi kısık ve garip sesiyle ardından gülmeye devam etti. Dolan gövdesi Abraşın’kine benzeyen bir ağaçtan, kafası sert ve soğuk metalden yapılma duygusuz bir baltaydı. Onu dünyaya getiren balta ustası, yaklaşık on kış evvel bu adama satmıştı. Oda sahibine elinden geldiğince iyi bir şekilde hizmet veriyordu. Adam Abraş’ın dibinden yükseklerine doğru şöyle bir bakındı ve ardından kendi kendine bir şeyler söylendi. Dolan’a doğru uzanarak onu aldı ve iki eliyle sıkıca kavradı ucundan. Hızlı bir şekilde yükseltti ve Abraş’a doğru indirdi. Bir tok sesi duyuldu ardından ve Abraş’ın canı çok yandı. Önce dallarındaki karlar yere düştü Abraş’ın ve daha sonra da yinelenen tok sesleri arasında derinden gelen bir çatırtıyla da Abraş’ın kendisi boylu boyunca uzandı yere. Dolan’ın vuruşlarıyla sersemleyen Abraş düşmenin de etkisiyle kendinden geçip bayıldı...
Gözlerini yavaş yavaş araladığında gökyüzü her zamankinden daha uzak görünüyordu. Yanı başında yıllarca kökleriyle hayat bulduğu dere de yerinde yoktu. Adam onu eşeğin ardına kalınca bir iple bağlamış ve onu sürükleyerek götürüyordu. Dalları koparılmıştı ve bir kısmı eşeğin semerine yüklenmişti. Gövdesine bağlanan ip onu sanki boğuyordu. Acı veren yolculuğu evinden çok uzaklarda düzlükte bir kulübenin önünde sona erdi. Adam bir ucu Abraş’ın gövdesine bağlı olan ipin ucunu eşeğinin semerinden çözdü. Dalları güzelce yere indirdi. Önce eşeği kulübenin yanındaki derme çatma bir yere kapadı. Geri dönüp dallaları ve Dolan’ı alıp kulübesinin içine girerek kapıyı kapattı. Gün kararıp gece olduğunda hava daha soğuk gelmişti ona. Sabahı zor etti.
Sabah adam Dolan’la geri geldiğinde Abraş’ı yontmaya başladı. Abraş çok acılar çekti. Ağladı, inledi ve kurtulmak istedi. Yapacağı hiçbir şey yoktu. O gövdesinde benekleri olan koca bir kızıl çam ağacıydı. Bu adam kendisine ne yapmıştı. İncelmiş, üç bacaklı tek kollu bir garip yaratık haline gelmişti. Bir anlam veremiyordu.
Bulunduğu yerden tekrar yukarı doğru yükseldiğini hissetti Abraş, adamın elinde kulübeye doğru gidiyordu. İçeri girdiler. Bir kuş sesi duydu. Kendi dallarından yapılmış kafesin içinde öten kuşu gördü, bu bir bülbüldü. Adam Abraş’ı kulübenin köşesine doğru pencerenin önüne ayaklarının üstünde bıraktı. Kafese doğru gitti onu aldı ve Abraş’ın koluna astı.
Kafesin içindeki kuş çırpınıyor kurtulmaya çalışıyordu. Acı acı ötüyordu. Abraş’ın duygularını da dışa vuruyordu. Ama çaresiz geçen zamanın içinde kuşta yoruldu ve içinde bulunduğu ortama alışmaya başladı. Acı ötüşler tatlı namelere dönüşmüştü. İçinde bulunduğu kafesi tutan Abraş’ında keyfini biraz biraz yerine getirmeye başlamıştı bu melodi. “Merhaba ben Abraş” dedi kuşa sessizce. Kuş bu sesin nereden geldiğini anlamadı kafesin içinde sağına soluna baktı. Sesin kaynağını bulduğundaysa ürkerek kanatlarını çırptı.”Korkma”dedi Abraş. “Ben Abraş, bir çam ağacıydım dağlarda . Bu adam beni keserek buralara ve bu hale getirdi. Hadi! Ne olur korkma benden. Evimden çok uzaklardayım ve çok korkuyorum ” diye sözlerini tamamladı. Kuş ürkek bir sesle “ben Sezek. Dağlarda ve yeşil çayırlarda gezen daldan dala konan özgür bir bülbül idim. Şimdi ise görüyorsun etrafım bu tahta parçalarından” derken Abraş “lütfen onlara tahta parçaları deme onlarda benim bir parçam benim dallarım onlar her ne kadar bu şekilsiz bedenin artık bir ağaç olduğu söylenemezse de ben hala bir ağacım ve onlarda hala benim dallarım”, “her neyse neler, ama bunlar benim özgürlüğümü elimden alan bu adamın beni hapsettiği kafes işte” diye sözünü bitirdi Sezek.
Günler Abraş ve Sezek için pek hoş olmasa da geçiyordu. Adam her sabah kalkıp uyandığında Abraş’ın yontulmasından kalan parçalarından birini veya bir kaçını şömineye atıp yakıyor ve kulübesini ısıtıyordu. Sonra yemeğini yedikten sonra yanına zalim Dolan’ı da alıp gidiyordu. Abraş’ın azalmaya başlayan acısı şöminenin her sabah parlayan alevleriyle biraz daha kabarıyordu. Dayanamıyordu acılara ağlamaya başladı. Sezek “Ağaç, Abraş, ne oldu neyin var. Neden ağlıyorsun” diye seslendi. Abraş olanları anlattı. “Acını anlıyorum“dedi Sezek ve güzel bir melodiyle bir şarkı söylemeye başladı o güzel sesiyle gezdiği dağları ve güzel ormanları anlatıyordu tıpkı Abraş’ın ormanıymışçasına. Şarkısı sona erdiğinde Abraş kendisini ormanında, derenin kenarındaymış gibi keyiflendi. Ama bir eziklikte hissetmeye de başladı. Sezeği tutsak eden şey kendisiydi dolaylı da olsa. “Üzgünüm dedi. Senin için bende bir şeyler yapmak isterdim ama halimi görüyorsun” dedi. Hikayesini merakta etmişti onun gibi bir bülbül birkaç bahar önce yani o halen bir ağaçken yuva yapmıştı dalına kısa bir sürede olsa. “Sende onun gibisin, uçmayı gökyüzünde dolaşmayı çok severdi. Bende senin bu kafesin içinde ne kadar zorlandığını anlayabiliyorum. Ama onun hoşuna giden bir şey biliyorum, ben çok güzel hikayeler bilirim yaşanmışlar hakkında sana da anlatmamı ister misin? Diye sözünü bitirdi. Sezeğin “neden olmasın” cevabıyla anlatmaya başladı Abraş hikayesini...
Artık her ikisi de yalnız olmadığını biliyordu. Öyle ya da böyle her ikisi de karşılıklı sorunlarını biliyor ve anlıyorlardı. Günlerini bulundukları pencere kenarında Sezek’in güzel melodileri ve Abraş’ın kuşlardan, böceklerden, sincaplar dan duyduklarını anlattığı eski güzel günleriyle dolu hikayeleriyle geçmeye başlamıştı. Akşamları adam geri döndüğünde Dolan’ı yanlarına doğru onları korkutmak istercesine bırakıp, Sezek’i sevmeye ve onu eğitmeye çalışıyor, Abraş’ınsa gövdesini kontrol edip yeri geldiğinde zımparalayıp cila çekiyordu. Dolan sessizce her zaman bırakıldığı köşede uyuyordu. Köşesinde aslında hiçte korkunç görünmüyordu. Belki iyi niyetli bile olabilirdi ama adamın ona yüklemiş olduğu görevini yapıyordu. Birden sesi duyuldu Dolan’ın yine kısık ve ürperten tonuyla. “Sizler”dedi. “Buralara fazla alışmayın bence “. “Neden” diye sordular her ikisi birden merakla Dolan’a . Dolan gene o sinsice gülmesiyle “Sahibim. Sizi kendi zevki için mi böyle yaptı zannediyorsunuz? O görüldüğü gibi fakir bir ormancı. Seni yakaladığı günü hatırlıyorsun değil mi Sezek. Evet evet her ikinizde adını biliyorum şaşırmayın. Hani sen çayırların arasında uçarken sahibimin benim gövdemle ağzını açık tutarak kurmuş olduğu tuzağa düşmen ve yakalanışın. İşte sahibim o günün akşamında sen baygın bir şekilde içinde bulunduğun kutunun içinde yatarken planını yapmıştı sana bir ağaçtan oyma kafes ve güzel bir tutaç yapacaktı ve iyi bir paraya da kasabadaki zenginlerden birine satacaktı. Ertesi gün ben sahibim ve eşeği ormana gittik ve bunu kesip buraya kadar getirdik. Sonrası malum. Her ikinizde biliyorsunuz. Neyse artık gününüz doldu zaten her ikiniz hazırsınız artık ve bende sizden; senin o iğrenç melodilerinden ve ağaç kafanın kötü hikayelerinden bıkmıştım zaten. Sizden kurtuluyorum artık yarın gün ışıdığında gidiyorsunuz” dedi. Bu kulübeye geldiklerinden beri onlarla ilk konuşmasıydı. Her ikisinin de hayatını değiştiren bu varlık onca akşam yanlarında uyur gibi sessizce durup onları dinlemişti. Anlattıkları her şeyi biliyordu. Bu gerçekten de kötü diye düşündüler. Ama yarın gidiyorlardı bu izbe kulübeden kurtuluyorlardı.
Sabah olup da gün ağarınca adam ağır ağır yatağından kalktı. Abraş’ın cilalanmış ve yontularak şekil verilmiş gövdesinin tozunu alarak onu göz alıcı bir parlaklığa getirdi. Sezek’in kafesini temizledi. Her ikisini de alıp Dolan’ı bulunduğu köşesinde bırakıp eşeğine doğru yöneldi. Eşeğin semerinin bir tarafına Sezek’in kafesini bağladı diğer tarafındaki heybeye ise Abraş’ı güzelce yerleştirdi ve yola koyuldu.
Her ikisinin de kalbinde bir tek istekleri vardı o an yaşamdan; bütün bu kötü günlerin bitmesi ve içinde bulundukları şartlara rağmen daha fazla acı çekmeden beraber varlıklarını devam ettirmek...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.