- 1853 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Aşk mı Aş mı?
Gece haki yüzüyle şehrin her yerine yerleşirken, insanlar da kendi evlerine umutlu ya da umutsuz; yorgun ya da dargın olarak yönelir. Hareketten bıkmayan birkaç caddeyi ve eğlencesiyle ünlü sokakları saymazsak sakinleşir İstanbul ve boğazın serin kıyılarına sere serpe alımlı bir kadın gibi uzanır. Perdeler çekilmiştir artık, kimi evde pahalı avizeler pahalı bir şekilde yanarken, kimi evde de cılız bir ampul odayı gücü yettiğince aydınlatmaya çalışır. Her evde ayrı bir yemek faslı vardır; ama bitiminde çoğu yerde aynı olaylar yaşanır. Çaylar içilirken, kahveler sigara dumanıyla birlikte daha da keyif verirken eskilere de şöyle bir uğranır; laf lafı açar, sohbet sohbeti çağırır, ya hüzünle grileşir ya da gülücüklerin sarısına boyanır duvarlar içimizdekilerle.
Bahara giriş günlerinin bir gecesinde açık pencereden kulak misafiri olan çiçeğe durmuş ağacın da şahitliğinde yine söz sözü açmıştı. Gerçek ve buruk bir hikâyenin son sözcesi birden çınlamaya başladı önce kulaklarımda sonra yüreğimde. Belki de ömrümde az şahit olduğum ve duyduğum, başta komik görünse de, bu son cümle koca bir okyanusta bilmediğim bir derinlik gibi oturdu göğüs kafesime. Kahkahanın içinde boğulurken farkında olmadan gözyaşlarımla boğuştuğumu anladım; kadın yanımda koca bir girdap dönmeye başladı ve beni çektikçe çekti içine, kurtaramadım kendimi.
1924 yılında ayrı bir vilayet yapılan Üsküdar, 1926’daki yönetsel düzenlemeler sırasında ilçe yapılarak İstanbul Vilayeti’ne bağlanmış. Üsküdar adıysa, kimi kaynaklara göre Farsça “ulak” anlamına gelen “Eskudari”den türemiştir.
Bir anda adıyla bütünleşen bu semtte birden kendimi o hazin hikâyenin ulağı gibi gördüm. Defalarca gittiğim Kız kulesi farklı bir öykünmeye dönüştü gözlerimde. Bizans Devrinden kalan bu eser Karadeniz’in Marmara ile kucaklaşmasını kim bilir kaç kez zevkle seyretmiştir ve geçmişin insanları tarafından kendi de kim bilir kaç kez seyredilmiştir. Bir de geçmişte yaşananları düşündüm.
Yıl 1932, ülkem dirilişini tamamlamak için çırpınıyor; Üsküdar da yeni bir yapılaşmanın içinde, herkes yaşam mücadelesi verirken bir taraftan da felekten gün çalanların olduğunu, zevklerinden ve sefalarından eksik kalmadıklarını düşünmem pek de ayıp sayılmaz. Sık sık yokladığım kitaplardan ve tv programlarından esin toplayarak; en önemlisi de o hikâyeyi dinlediğim kişinin betimlemeli anlatımıyla bir film şeridi gibi geçmeye başladı sözler belleğimde. Ben de kurgulamak için esirgemedim yüreğimi ve üşenmeden o yıllara götürdüm kendimi.
Gazinoların, yazlık sinemaların, kadın matinelerinin olduğu dönemlere, Zeki Müren’in boy boy afişlerinin duvarları süslediği günlere; Türk Sanat Müziği’nin icrasının adabıyla yapıldığı zamanlara dokundum, elbette kulağımda o acıtan hikâyenin son cümlesiyle.
Nohut oda, bakla sofa evde bir aile; saçları her gün düzenli bir şekilde örülen iki kız, yanık tenli bir erkek çocuk ve azı çok sayan, katıktan katık çıkaran bir anne ile hanendelik ve def çalarak eve ekmek getiren bir baba. Uzun yaz günlerinin sıcağını, kışın soba başı telaşını zevkle yaşayarak ömür tüketirken hiç de mutsuz sayılmazlardı. Acı ve tatlı herkesin bir öyküsü vardır yaşam içinde. Baba hanendelik yaparak evde şarkıları çınlatırken kızlar da o minik ellerini bileklerinden döndürmeye çalışarak ince bellerini büker, küçücük popolarının sallayarak raks ederlerdi. Siyah saçlı erkek çocukta babasına nispet yaparcasına coştururdu darbukasını. Gülüşlerle, cümbüşlerle uykuya geçerlerdi yeni güne yeniden doğmak için.
Bu saadet böyle sürüp giderken birden kara bulutlar çöreklendi evin üzerine. Baba, eve az gelir oldu. Çoğu zaman çocuklar babalarının yüzünü görmeden, sesini duymadan uyur oldular annelerinin koynuna sokularak. O büyülü sesiyle söylediği gazinolarda, çaldığı defle sihirli parmaklarıyla ritmini güzelleştirirken, evin büyüsü de ritmi de artık bozulmuş, düzensiz bir şarkı olmuştu uzun geceler. Düş yolcularından biri eksilmiş, silmişti kendini karısından ve çocuklarından.
Anne her gün Kız kulesinin olduğu yere giderek, çöplerden yiyecek toplar olmuştu. Kendisini saymasa da doymak için ağızlarını açmış bekleyen üç yavru kuş vardı küçük yuvada. Kızların saçları örülmez oldu, yürekleri gibi hep dağınık başladı güne. Küçük çocuk küçük darbukasını kırdı öfkeyle. Anne her gece gizli gizli ağlarken içinden geldiği gibi hıçkıramadı çocuklar duymasın diye.
Derler ya hani, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin,” diye; insan mecbur olunca nelere başvurmaz ki! Yaptığı şeyler zamanla alışkanlık haline gelir, zorunlu bir hayat insanı kendine bile yabancı kılar. Evde tencerelerin raf beklemeye başladığı günlerden bir gün, anne yine sokaklardan yiyecek topluyordu kocasına acıkan kadınlığını düşünmeden. İçi açlıktan ezilirken kadınlık gururuna da yediremiyordu duyduğu söylentileri. Sürüyle laf getirmişti herkes kocasından için; ama o erkeğine yakıştırmıyordu hiç birini. Asla onun kocası bir başka kadın için, ne çocuklarını ne de kadınını terk ederdi. Torba değil ki büzesin insanların ağzını, güya hanende baba ne kazandıysa başka bir hatunla yiyormuş, gününü gün ediyormuş. Hadi canım sen de!..
O gün Üsküdar’ın başka mahallesine gitmeye karar verdi. Nevalesini toplarken utanır olmuştu artık konu komşudan. Adını koyamadığı bir sıkıntı vardı içinde. Birkaç yere daha uğradı, yeterdi artık topladığı yiyecekler, günü kurtarmıştı yine. Düşkün gözleri, daralan yüreğiyle adımlarken evin yolunu, ayakları onu asıl silleyi yiyeceği yere doğru götürüyordu. Boş midesinin gurultusunu yanından geçenlerin duyduğunu sanıyor, yerin dibine giriyordu açlığın ayıbından. Çocukların da kendinden pek farkı yoktu zaten.
Camında yemek isimleri yazan lokantanın önünden geçerken, içerden süzülen ızgaraların ve yemeklerin kokusu çıldırtmak için çarptı yüzüne. Kendinin de anlayamadığı bir şekilde, ayakları lokantanın kapısına yöneldi. Adımını içeri attığında donatılmış bir masada oturan iki kişiden birinin kim olduğunu dehşetle fark etti. Evet, o adam kocasıydı. Karşısındaki kadına bir şeyler anlatırken aynı zamanda elleri yeni bir lokma için taze ekmeğe uzanıyordu. İşte bu kadın için terk edilmişti, işte bu kadın kocasını elinden almıştı; hayır, tam anlamıyla çalmıştı onu. Kendisinin bile algılayamadığı bir şekilde hışımla masanın yanına geldi ve dikildi süslü kadının yanına. Yüzündeki ifadeyi gören müşteriler ve garsonlar onun çıngar çıkaracağını düşündü. Fena yakalanan kocası savunmaya geçer gibi oldu, sevgilisinin lokması boğazında kaldı. Kadın, hiç birini görmedi o anda; ne koca, ne sevda, ne aç kalmış günlerin hesabı ne de aldatılmışlığın acısı… Onlara öfkeyle saldırmak aklının ucundan bile geçmedi. Gözleri muhteşem bir mücevher gibi masada parlayan yarısı yenmiş tavuğa sabitlenmişti. Lokantanın duvarlarında, herkesin kulağında bir ses çınladı.
“Ben de yeeceem o tavuktan”
Hanende- Fasıl heyetinde okuyucuya verilen isim.
Neslihan Yazıcılar
YORUMLAR
SEVİGLİ NESLİHAN ÖYKÜNÜ KON OLARAK İYİ BULDUM.YALNIZ BAŞTAN BİR KOPUKLUK SEZDİM.TAM ÖYKÜYE GİRMEDEN DAĞINIK BİR KAÇ YER VAR.BUDA ÖYKÜYÜ OKUYANI BİRAZ ZORLUYOR.BİRDE ACELE ETMİŞSİN SANKİ HEMEN SONUNU GETRMİŞSİN.BENCE BİR KEZ DAHA GÖZDEN GEÇİR DERİM...SEVGİYLE...DOSTÇA...BÜLENT YALÇINKAYA...