BİR DOST ELİ
Soğuğun karanlığı bıçak gibi kestiği bir kış gecesiydi. Takvimler bin dokuz yüz doksan dokuz yılının yirmi bir ocağını gösteriyordu. Saat gece yarısını geçmiş, eşini bin bir telaş ve güçlükle hastaneye yetiştirebilmişti. Taksi tutacak parası yoktu. Komşusu ricasını kırmamış, onları hastaneye getirivermişti.
Alnında kırışıklıkları belirgin, saçı sakalı birbirine karışmış, otuz beş yaşlarında, çelimsiz bir adamdı. Amele pazarında kendisine yoldaşlık eden eski paltosu vardı sırtında. Olanca kar suyunu yutan yıpranmış ayakkabısının içinde parmaklarının ucu donmuştu.
Hastane koridorunda bir o yana, bir bu yana dolanıyordu bilinçsizce. Bir ara kendine geldi ve dışarıya çıktı. Sokak lambasına doğru baktı. Lapa lapa kar yağıyordu. Aklına rahmetli annesi geldi. Annesi ona, her kar tanesini bir meleğin yere bıraktığını ve bu yüzden birbirlerine değmeden yağdığını anlatmıştı.
Bugün de aynı melekler hayırlısıyla, kar tanesi saflığında bir bebek bıraksa kucağıma diyordu içinden. Böyle karlı bir gecede, sokak lambasının ışığında onunla kardan adam yapıp, karlarda yuvarlanacağı günleri hayal ediyordu.
Bunları düşünürken gayri ihtiyari olarak merdivende biriken karları kürüyordu çoraplarına kadar su geçiren ayakkabısıyla. Elini paltosunun iç cebine götürdü. Paketinde tek dal sigarası kalmıştı. Ceplerini karıştırdı, çakmağını epey aradıktan sonra iç cebinde buldu. Sigarasını yaktı, soğuk havayla birlikte ciğerlerine olanca dumanı çekmişti. Sigaranın dumanını çeker çekmez öksürmeye başladı. Lanet olsun daha içmeyeceğim diyerek sigarayı fırlattı. Kararını vermişti sigarayı içmeyecekti artık. Hem bebek için de zararlı diye düşündü.
Hastanenin önünde kendisi gibi bekleyen bir kişi daha vardı. Ona yaklaştı ve saati sordu. Saat gecenin ikisi olmuştu. Zaman geçiyor, bir türlü beklenen haber gelmiyor, bu da onu tedirgin ediyordu. Acaba bir şey mi olmuştu? Niçin bu kadar uzamıştı? Bebeğe veya annesine bir şey olursa ne yapardı? Yok canım, aklına böyle kötü şeyler getirmemeliydi. Bu yalan dünyada bir kuru başı, bir de onu anlayacak zor günlerinin vefalı arkadaşı eşi vardı. Hayattan yediği her darbede yanında eşi ona destek olmuştu. Ona bir şey olursa yaşayamazdı herhalde.
İyice üşüdüğünü hissetmeye başladı. Öyle ki soğuk ciğerlerine kadar işlemişti; içeriye girdi. Doğum servisinden gelecek müjdeli haberi bekliyordu. Karşısındaki asansörün kapısına kilitlenmişti gözleri. Uzun süre asansör kapısının açılmasını bekledi. Nihayet beklediği an gelmişti. Asansörün kapısı açıldı ve bir hemşire gözüktü içerisinde. Müjdeli bir haber umuduyla hemşirenin gözlerine baktı. O da anlamıştı aradığı adamın kendisine pür dikkat bakan bu gözlerin sahibi olduğunu. Elinde dosya ile beyaz kıyafetler içerisindeki hemşire hafif bir tebessümle ona yaklaştı:
¬- Salih Korkmaz siz misiniz?
- Evet hemşire hanım benim. Ne oldu, bir yaramaz durum yok değil mi?
- Hayır hayır, yok! Gözünüz aydın, bir kızınız oldu.!
Sevinçten uçacak gibiydi. Sağol diyebildi ancak. Öyle bir sevinç içerisindeydi ki baba oldum, baba oldum diye bağırarak hastaneyi ayağa kaldırmak istiyordu. Hemşire hala karşısındaydı. O, alışıktı böyle durumlara. Böyle kaç babanın sevincine şahit olmuştu kim bilir?
Böyle durumlarda müjdeli haberi getirene bahşiş verilirdi. Sevinçten bunu da unutmuştu. Aklına gelse bile ne verecekti ki. Cebinde beş kuruş parası yoktu. Yine de elini cebine götürdü, mahcup olmuştu. Hemşire durumu fark etti.
- Önemli değil Salih Bey! Allah, analı babalı büyütsün; bahtı açık olsun kızınızın. Meraklanmayın eşiniz ve kızınızın sağlığı gayet iyi! Zaten sezaryensiz, normal doğum oldu. Şimdi bu dosyayı alın, vezneye uğrayın, dedi ve tekrar asansöre yöneldi.
- Hemşire hanım bir dakika!
Elini paltosunun iç cebine götürdü. Buyurun diyerek ona cebindeki kalemi uzattı. Karşısındakinin çok duygusal bir insan olduğunu fark eden hemşire, onun kırılmaması için teşekkür ederek hediyesini aldı.
- Yarın öğleden sonra eşiniz ve kızınız taburcu olacak.
Hemşirenin uzattığı dosyayı aldı. Vezneye doğru yürürken tedirginliği yüzünden okunuyordu. Parası yoktu. Eşini ve kızını hastaneden nasıl çıkaracaktı? Ya çıkaramazsa ne olurdu? Kendisine nur topu gibi bir kız evlat veren eşini böyle sevinmesi gereken bir gününde üzmeye ne hakkı vardı? Bu tedirginlikle vezneye yaklaştı ve dosyayı görevliye uzattı.
-Salih Korkmaz sen misin? Neyi oluyorsun hastanın?
- Eşim, dedi ürkek bir ses tonuyla.
- Karnen var mı?
- Yok!
-Şurayı imzalar mısın?
-Tabi, burası mı?
-Evet orası! Burada yazan hastane masraflarını ödeyeceksin. Yarın öğleden sonra hastanı alabilirsin!
Sanki ödeyecek parası varmış gibi başıyla onaylayarak tamam dedi görevliye. Bunalmıştı, dışarı çıktı. Ayakta duracak takati yoktu. Usulca merdivenin demirlerine yaslanarak yere çömeldi. Kar hala bütün şiddetiyle yağıyordu. Adeta şehri teslim almıştı beyaz örtü. Gariplik ve fakirlik boynunu bükmüştü. Sıkıntıdan bunalmış ve sonunda patlamıştı. Sessizce ağlamaya başladı. Gözlerinden birkaç damla yaş düştü karların üzerine. Bu acı gözyaşları karları bile eritiyordu. Yiğidin muhtaç olması ne kadar zor bir şeydi böyle.
İçeride bütün olan biteni izleyen orta yaşlarda, kravatlı, takım elbiseli, düzgün tıraşlı bir adam işin farkına varmıştı. Onun peşinden dışarı çıktı. Uzaktan biraz onu izledi. Sonra yanına yaklaştı ve çömeldi. Sağ eliyle omzuna vurarak teselli etmek istedi:
-Üzülme, sabah ola hayrola! Allah sana nur topu gibi kız evlat vermiş, şükret! Haydi gözün aydın olsun!
- Sağol abi ,dedi ayağa kalkarak.
Paltosunun yakalarını kaldırdı, önünü kapatarak lapa lapa yağan karlar arasında hastaneden uzaklaştı. Yol boyunca yarın sabahı düşündü. Kime gidebilir, kime derdini anlatabilirdi ki? Zaten etrafındaki arkadaşları da kendisi gibi ekonomik gücü zayıf insanlardı. Parası olanlar da, ödeyemez sonra paramız onda kalır endişesiyle kendisine borç vermezlerdi.
Eve geldiğinde üstü başı kardan bembeyaz olmuştu. Ayakkabılarını çıkardı, paltosunu duvardaki çiviye astı. Önce mutfağa yöneldi. Hiçbir şey yememişti çünkü. Bir şeyler atıştırmayı denedi, olmadı. Yemek de gözüne gözükmüyordu. Sobaya bir inşaat sahibinin verdiği tahta parçalarından birkaç tane attı. Çok üşümüştü. Evin içinde bir o yana, bir bu yana dolanıyor, çare bulamıyordu. Bir ara, “ah babam sağ olsaydı; o ne yapar eder bir çare bulurdu” diye mırıldandı kendi kendine.
Ellerini açtı, gözyaşları içerisinde dua etmeye başladı. Hem ağlıyor, hem yalvarıyordu:
- Ey Yüce Rabbim, halimi görüyorsun. Bu karda kışta senden başka kapısına gidip el açacak kimsem yok! Bana yardım et Allah’ım! Bu gece bana bahşettiğin günahsız kızımın yüzü suyu hürmetine bir çıkış yolu, bir kolaylık ihsan et!
Duasını bitirdiğinde kanepenin üzerine uzandı. Biraz rahatlamıştı duadan sonra. İçine bir ferahlık geldi. Zor ama belki uyurum diyerek kanepenin üzerine uzandı. Aklı fikri eşi ve kızındaydı. Yarın onların karşısına nasıl çıkacaktı? Bu düşüncelerle uykuya dalmıştı.
Uyandığında her yer bembeyazdı. Saatine baktı; epey uyumuş, hatta geç bile kalmıştı. Elini, yüzünü yıkadı. Mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra hastaneye gitmek üzere yola koyuldu.
Her sabah taze bir başlangıçtır. Hayat yeniden başlar fırından aldığımız sıcacık taze ekmeğin kokusuyla. Hayat yeniden başlar bardağımıza doldurduğumuz sabah çayıyla, simit satan çocukların bağırmalarıyla, sütçü teyzenin kapıya vuruşuyla, camiden dönen yaşlı dedelerin ayak sesleriyle…
Gökyüzü masmaviydi bugün. Güneş hafiften yüzünü gösteriyordu. Araba izlerinden yürüyerek hastaneye geldi. Vezneye gözükmek istemiyordu. Şöyle kenardan bir baktı, zaten akşamki görevli de yoktu; daha gelmemişti anlaşılan.
Doğruca kadın doğum servisine çıktı. Eşinin yattığı odayı öğrendi. Kapıya geldiğinde içeriye şöyle bir baktı. Yataklara tek tek göz gezdirdi. Köşedeki yatakta eşi yatıyordu. Onun içeri girdiğini gören diğer kadın hastalar sus işareti yaparak uyuduğunu anlatmak istediler. O da sessizce eşinin yatağının başına geldi. Yanındaki demirden bebek karyolasının içinde kızı vardı. Üzerindeki örtüyü hafifçe kaldırdı. Öyle tatlı, öyle huzurlu uyuyordu ki, kıyamadı üzerini tekrar örtüsüyle örttü. Bu benim mi şimdi diye hayret ve şaşkınlık içerisindeydi. Plastik sandalyeyi usulca çekerek eşinin başucunda epey zaman oturdu. Diğer kadınlar da onun bu sevinçli halini yüzünden okuyabiliyorlardı. Biraz sonra eşi uyandı. Başucunda onu görünce, yüzünde güller açtı sanki. Sevinmişti onun gelişine.
- Gece seni çok bekledim Salih geleceksin diye!
- Semra, gece içeriye almıyorlar ki!
- Salih, kızımızı gördün mü?
- Evet Semra, çok tatlı bir şey bu! Annesi gibi çok güzel olacak!
- Salih, beni öğleden sonra çıkaracaklarmış. Ne yapacağız para işini? Babamlara haber versek köyden gelebilirler mi? Belki bize yardım ederler. Sana kaç gün önceden demiştim, babamlara haber verelim diye. Hep ihmal ettin haber verme işini!
- Semra sen bunları düşünme, Allah büyüktür dur bakalım! Bir ihtiyacın var mı ben aşağıya ineceğim…
- Yok Salih. Allah yardımcın olsun!
- Amin Amin!
Kızının yüzüne bir kere daha baktı. Sonra usulca yüzünü örttü. Eşine el işareti yaparak dışarı çıktı. Hep kafasında hastane parası vardı. En sonunda, derdini görevliye anlatmaya karar verdi. Ne olursa olsun anlatacaktı halini. Onlar da insandı, elbet bir çare gösterirlerdi.
Veznenin önüne geldi. Uzaktan bir süzdü veznenin bulunduğu cam bölmeyi. Akşamki görevli işbaşı yapmıştı, o da oradaydı. Bütün cesaretini topladı. Vezneye doğru yürürken görevli ile göz göze geldi. Görevli onu tanımıştı. El işareti ile seslendi:
- Salih bey, Salih bey buraya gel!
Eyvah yakalandık dedi kendi kendine. Ne olacak şimdi? Ne olursa olsun anlatacaktı halini. Görevlinin bulunduğu yere geldi. Memur bey, diyerek söze başlayacaktı ki görevli memur sözünü kesti.
- Salih bey sizin işlemleriniz tamam, hastanızı çıkarabilirsiniz!
- İyi de, daha hastane ücretini ödemedim ben!
- Ne ücreti Salih bey? Ücretiniz ödendi sizin!
- Nasıl olur bu? Ben ödemedim ki!
-Evet, siz ödemediniz ama az önce sizin adınıza birisi ücreti ödedi ve gitti. “Kim olduğumu da söylemeyin” diye tembih etti.
- Nerede, kim o?
- Şimdi dışarı çıktı.
Salih, adamı yakalayabilmek umuduyla hemen kapıya koştu. Bir sürü insan vardı dışarıda. Hangisi olabilirdi, nereden bilecekti ki? O, kendisine yardım edeni ararken, uzaktan kendisine bir el sallandığını gördü. Adeta ben buradayım diyordu. Kimdi, neyin nesiydi bu adam? Dikkatlice baktı tanıyamadı. Yüzünü göstermiyor, arkası dönük el sallayarak yoluna devam ediyordu.
Salih, başını öne eğdi, durduğu yere baktı. Şu anda durduğu yerde gece ağlıyordu. Ve bir el omzuna iki kere vurarak onu teselli etmişti.
- Evet ya, geceleyin omzuma vuran dost eli bu! Şimdi de Allahaısmarladık diyerek bana el sallıyor. Rabbim sana şükürler olsun! Borcumu ödeyen bu dost elin sahibini iki dünyada aziz et!
Doğruca eşinin yanına koştu. Olan bitenleri ona anlattı. Eşi de gözyaşları içerisinde kalmış, o kişi için dua ediyordu. O esnada kızları uyandı. Salih az önce uyandırmaya kıyamadığı kızının alnına bir öpücük kondurdu.
- Benim nur topu kızım, seni bize Allah gönderdi!
(RECEP ŞEN….18/ŞUBAT/2000)
YORUMLAR
Kul şıkışmayınca hızır yetişmezmiş derler.Bu olay gerçekten olmuş mudur olmamış mıdır bilemiyorum.Yaşadığım şu dünyada, 15 yaşında birkaç gündür açken mucize beni buldu ve karnım doydu. O günden buyana kötülük yapmayan insanların mucizelere kavuşacağına inanıyorum.Ve daha sonra da mucizeler nasip oldu.Doğum en büyük mucize.Her tarafta ölümü önümüze koyanlara doğum mucizesini anlatan öyküden derin haz aldım.Kutlarım.