Eşkiyadan da Beter
Uzun Ali
Karlı dağları parmağıyla işaret etti. İşte evlat taa oraya, gelin gibi beyaz örtüyle süslenmiş dağların eteğine konacağız bu yaz. Gözünü kamaştıran güneşe sağ elini siper edip;
-Uzak göründüğüne bakma! Bir haftaya kalmaz ulaşırız oraya, dedi.
Oturduğu yerden doğrulup çimenler üzerinde otlayan koyun sürülerini hayladı. Sürüsü, Onu ayakta tutan, yaşama sevinci veren yegâne varlığıydı. Meleşip analarının ayakları arasında dolaşan kuzulara bakarken; yüzündeki sevecenlik belirginleşmiş, yüz hatları her zamanki sertliğini yitirmişti. Peştamalının eteğini yukarı toparlayıp beline iki kat bağladı. Bu bağlama biçimiyle onu artık torba gibi kullanabilirdi. Ayağındaki lastik ayakkabıyı çıkarıp çimenler üzerinde yürümeye başladı. Yeni yeşeren otlar yürümekten su toplamış ayak tabanlarında müthiş bir rahatlama oluşturdu. Kendini bildi bileli yaylaya koyunlarıyla beraber yayan giderdi. Neredeyse seksen senedir geçtiği bu yollar bir parçası haline gelmişti.
Eteğine çakıl taşları toplamaya başladı. Onu gören gelini Fatma ve torunu Mustafa da buldukları çakıl taşlarını avuçlarında biriktirdiler. Seksenine merdiven dayamış bu kadın, yıllardır istisnasız aynı şeyi tekrarlayıp durur, her defasında kini daha da artardı. Patika üzerinde bulunan mezarın olduğu tarafa doğru hızlı adımlarla yürüdü. Büyük gelin Fatma;
-Anne beni de bekle, diye seslendi arkasından. O bu çağrıyı duymamıştı bile, kararlı adımlarla yoluna devam etti. Patikanın sağında duran mezarın önüne ulaştı. Topladığı taşlardan birini eline aldı, ilk taşı büyük bir öfkeyle mezara doğru savurdu. Sonra diğer çakıl taşını daha sonra diğerlerini attı, attı… Peştamalında taşlar bitince etrafına göz gezdirdi. Büyük bir taş parçasını gözüne kestirdi. İki eliyle kaldırıp hınçla yeniden mezara doğru savurdu. Taş çok ağır ve büyük olduğundan hemen ayaklarının önüne düştü. Hınçla sırtını dönüp yolun altında bulunan açık alana yöneldi.
Mezarın ön kısmı küçüklü büyüklü biçimli biçimsiz taşlarla dolmuştu. Neredeyse yeni taşlar için yer kalmamıştı. Fatma gelin avuçlarında biriktirdiği taşları atmaya başlamıştı. Bir yandan taş atıyor diğer yandan;
-Adı batasıca! Allahın melunu, namus düşmanı, diye söyleniyordu. Avuçlarındaki taş bitince mezara doğru son defa küçümseyen gözlerle baktı.
-Pislik herif!!!! diye bağırdıktan sonra tükürüp oradan uzaklaştı. Patikanın altındaki çimenler üzerinde oturan yaşlı kadının yanına ilişti. Mustafa da topladığı taşlardan bir kaçını mezara doğru attı. Babaannesi ve annesinin yanından ayrıldıklarını görünce ürperdi. Diğer taşların hepsini topluca mezara doğru savurdu. Gidip babaannesinin yanındaki düz taşın üzerine oturdu. Uzun süre sessizce beklediler. Fatma gelinin söze girmesiyle, sessizlik bozuldu.
-Ana! Uzun Ali kötü bir adammış değil mi? diye sordu. Yaşlı kadın bakışlarını yerden kaldırıp uzunca bir süre gelinine baktı. Sonra;
-Kızım elbet kötü bir adammış, ama sende her yıl bana bu hikâyeyi anlattırmasan olmaz mı sanki, dedi.
Sürü çimenler üzerinde otlayarak ilerliyordu. Köpekler sürünün etrafında dönüp duruyorlar herhangi bir tehlikeye karşı etrafı gözetliyorlardı. Şu koyun köpekleri harika hayvanlar, diye geçirdi içinden. Bir süre onları seyrettikten sonra;
-Bu kadar otlamak bu hayvanlara yeter. Akşam karanlığı çökmeden Değirmece Düzü’ne ulaşıp çadırımızı kurmalıyız, dedi.
Mustafa;
-Hadi anlat babaanne, diye mızırdandı. Öğrenmek istiyordu neden o mezarı taşladıklarını.
Yaşlı kadının canı sıkılmıştı.
-Kızım oldu mu bu yaptığın şimdi, tırnak kadar çocuğun yanında nasıl anlatırım böyle bir şeyi, diye tersledi Fatma’yı. Sonra torununa döndü, elleriyle kısa bir süre saçlarını okşadı.
-Ne anlatayım oğul, kocaman bir ibret abidesidir şu gördüğün mezar! Yıllardır taşlayıp dururuz, dedi.
-Mustafa, demek yıllardır yapıyorsunuz bunu öyle mi? dedi.
-Dur sözümü kesme, ben yaşlı bir kadınım. Sonra söyleyeceklerimi de unuturum deyip sustu.
Güneş bulutların arasında bir kayboluyor bir geri geliyordu. Gökyüzünde hızla hareket eden bulut kümelerinin oluşturduğu gölgeler çimenler üzerinden koşarcasına geçiyorlardı. Güneşin etkisinin azalmasıyla ortalığa bir serinlik düşüyor, sonra yeniden bulutların arkasından gülümsüyordu güneş.
Yaşlı kadın anlatmaya devam etti.
-Eski çağlardaymış, dedeme de dedesi anlatmış bu hikâyeyi. Can kulağı ile dinle ki ders alasın. İyi dinle ki her yıl yeniden anlattırmayasın!! Osmanlının son zamanlarıymış oğul! Devlet otoritesi zayıflamış buralarda. Her yanda eşkıyalar türemiş. Bunlar merhametsiz insanlar, astığı astık kestiği kestik hepsinin. İçlerinde bir tanesi varmış ki, tam bir baş belası! Uzun Ali diye bir eşkıya bu, dağları mesken tutmuş. Gelen giden kadın çocuk herkesi soyup soğana çeviriyormuş kâfir. Boyu neredeyse üç metreye yakın olan bu eşkıyadan herkes korkarmış. Elinde avucunda ne varsa verir canını kurtarırlarmış. Ne var ki, canını kurtarır ama namusunu kurtaramazlarmış. Kadın kız yoldan geçen herkesi alır çalılıkların arkasında tecavüz eder, türlü çeşit işkenceden geçirirmiş. İnsanlar karısıyla kızıyla buradan geçemez olmuşlar. Yaylalara ulaşmak için daha uzun olan Çambaşı Yolunu kullanmaya başlamışlar. Eşkıya haberi çabuk almış ve o yol üzerinde de pusu kurmaya başlamış. İnsanlar çaresizlikten ne yapacaklarını bilememişler, Sonra iki delikanlı, kadın kılığına girip ona bir oyun hazırlamışlar. Bu iki delikanlı şimdiki mezarın olduğu yerden geçerken, çalılıkların arasından bir dev gibi çıkmış Uzun Ali. İki kadının yalnız başına yürüdüğünü sanan Uzun Ali basmış kahkahayı.
“Körün istediği bir göz Allah vermiş iki göz, bilmez misiniz ki Uzun Ali sizi bekler burada. Çok eğleneceğiz çok” deyip bileklerinden tuttuğu gibi ikisini sürümüş çalılıklara doğru. Delikanlılardan birisi bulduğu boşluktan faydalanarak basmış bıçağı karnına. Epey boğuşmadan sonra kan ter içinde zorla alt etmişler onu. Şuracığa düşürmüşler. İnsanlar haberi alır almaz koşmuşlar buraya. Zulmeden bu eşkıyayı kimse toprağa vermeyi kabul etmemiş. Gelenlerin attığı taşlarla kapanmış pis cesedinin üzeri, derler.
-Bilirsin evlat, biz “ölüsüne dirisinden daha fazla sahip çıkan” bir milletiz. Geleneğimizde kim olursa olsun mezarlıktan geçerken orada yatanları hayır dua ile yâd etmek vardır. Tanımasak bile başında Fatiha okumadan geçmeyiz. Mezarlıklarımız gül ve çiçek ile bezelidir. Ama gördüğün gibi Uzun Ali’nin mezarı taştan görünmez haldedir. Taşlamayı unutan olursa geri dönüp taşlar ya da yayla dönüşünde muhakkak yapar bunu. İyilik yapanlar unutulmadığı gibi zülüm edenlerde unutulmuyor. İşte kötülüğün sonu budur, sen daha küçüksün, ileride iyi bir insan ol ve insanlar seni güzel taraflarınla ansınlar, öyle hatırlasınlar. Yapılan kötülük öldükten sonra bile insanın yakasını bırakmıyor, O cezasını ölümünden sonra da çekiyor ve dünya durdukça hep çekecek, dedi.
Ayağa kalkıp başka bir şey söylemeden uzaklaşıp gitti.
Fatma gelin oğluna dönerek;
—Bak Mustafam, bu mevkiye Uzun Ali derler, ismini bir zalimin adından almıştır. Ancak ilerde gördüğün şu tepeye de Seyit Tepesi derler. Orada iyilik meleği ulu bir zatın yattığını söylerler. Başka bir hikâyesi vardır onunda, ama güzel bir insan olarak bilinir, hakkında iyi şeyler söylenilir. İnşallah bizler iyi anılıp yâd edilenlerden oluruz, dedi.
Hafiften bir rüzgâr çıkmış, sarı avu çiçeği kokuları genizlerine dolmaya başlamıştı. Mustafa cebinden çıkardığı çakısının açıp elinde bulunan fındık çubuğunu yontmaya koyuldu.
Fatma gelin bu hikâyenin oğluna ağır geldiğini düşündü. Ellerini oğlunun saçlarında gezdirdi. Mustafa;
- Kimse bizim kabrimize taş atamayacak, dedi.
Göz göze geldiler, Fatma kollarını yana doğru açarken Mustafa annesinin göğsüne bıraktı bütün bedenini. Öyle sıkı sarıldılar ki görülmeye değerdi.
(Gerçek yaşam hikâyeleri Rıfat Gürsoy Mayıs 2008)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.