GECEYÜRÜYEN
Truman Capote’ye
Hangimiz bir gün hayatımızın gazetelerde üçüncü sayfa haberi olabileceğini bilebilir ki.. kim bunun için endişelenir yaşarken.. kim bilir belki de oturup endişelensek hayatımız üçüncü sayfa haberi olmaz…
Bir akşamüstü.. ağır bir hava.. bildik, güzel bi yaz akşamı. Güzel yaz akşamlarında kimse kimseyi kırmaz, kimse kimseyi incitmez, kimse kimseden gözlerini kaçırmaz ve yoluna çıkmaz..
Kadın, ağlayıp isteyip de ağlayamamanın üzgünlüğü içinde, başarmak üzereydi. Apartmanın terasında, ayaklarını demirlerden aşağı sarkıtmış oturuyordu. Ayaklarının altından arabalar geçiyor, insanlar yürüyorlardı.
Kendini bildi bileli, dünyanın ona oynadığı oyunlardan haberdardı ve bu yüzden kendi içinde yaşamaya alışmıştı. Çocukluğundan beri içindeki ve dışındaki dünya arasında koşuşturmuş, aradaki kapıyı hiç kapatmamış, hep aralık bırakmıştı. Işıkları açık bırakıp uyuyan çocuklar karanlığa öyle bir alışırlar ki daha sonra kör olurlar… Ayaklarını demirlerden sarkıtmış otururken “Buraya ait değilim” dedi…
“Ben buraya ait değilim, doktor bey”
“Kendinizi nereye ait görüyorsunuz peki?”
“Ben... hiçbir yere ait değilim… bu dünyaya, o aileye, yaşadığım mahalleye de ait değilim.”
Kimseye ait olmayışının altında büyük bir aidiyet vardı. Ölümcül bir aidiyet. Ve zaten, bütün deliliğinin nedeni de bu farkında olmadığı ya da farkında olmak istemediği aidiyetti. Orta yaşın çetrefil ve karanlık yolunda ilerliyordu. Pes etmiş kadın davranışları, bir kadının pes ettiğini değil, tam bir baş belası olduğunu gösterir.
Kişiliğinin bölünmesi aslında sadece bir kadın olduğundan. Yani kadın işte. Ev temizleyen, yuva yapan ‘dişi kuş’ tavrıyla, kalaylanmış bir vicdan ile dört dönen, hali hazırdaki bütün meziyetlerini çocukları ve kocası uğruna harcayan bir yürüyen telaş.
Herkesin onun hakkında muhakkak bi fikri vardır. ‘iyi kadın’ , ‘aa çok düzenli kadındır’, ‘aman hiç sevmem dedikoducunun teki’, ‘ya komşu duyun mu evi pislikten geçilmiyormuş’, ‘çocuklarını da kendi gibi yetiştirmiş’… gibi .. ama kendisi de onlar için konuşmaktadır başka başka odalarda, altın günlerinde, altı üstü aynı terane olan günlerde, beş çaylarında, zevksiz döşenmiş misafir odalarında. Dantel kaplı huzurlar, ince belli bardak çınlamaları, göz alıcı büfeler, misafire çıkan takımlar arasında… Kendisinin de bir kadın olarak diğer kadınlardan nedenli ya da nedensiz alması gereken bir intikam vardır.
Herkes birbiri hakkında konuşurdu. Mahalleler av ve avcı arasında gidip gelen, ‘bak görüyor musun, aa ne kadar ayıp’lı konuşmalarla başlayan dedikodu mezarlıklarıydı. Mahallelerde bir yarış vardı. Erkekler kuşluk vakti işlerine gittikten sonra başlardı bu yarış. Kahvaltı sofraları toplanır, kirli çamaşırlar ayrılır, salına salına çiçeklere su verilir, balkona çıkıp sokak gözlenir, çocuklara bağırılır ve okula yollanırlardı. Karmakarışık bir düzendi bu. Kadın, karmakarışık bir düzendir.
“Bana çocuklarınızdan bahseder misiniz?! Hanımefendi?! Bana çocuklarınızdan biraz bahseder misiniz? Beni duyuyor musunuz? Hanımefendi!”
“Heeyy kadın!?!
“E e efendim…!”
“Yine nerelere dalıp gittin… beyaz gömleğim diyorum, nerede onu giyeceğim, ütüledin mi?”
“Diğer gömleği ütüledim ya ben, mavi olanı”
“E onu mu giyecektim ben… ulan delirtirsiniz adamı, dün kırk defa söyledim ya…”
Dün kırk defa söylememişti. Onunla bir ‘dün’ asla olmamıştı.
Babasıyla gittiği, bayram yerinde.. en çok kukla oynatıcısına takılmıştı gözleri.. elindeki oyuncaklara can veriyordu.. elindeki kadın ve adamlar, elindeki çocuk ve hayvanlar sanki sahipleri kadar gerçektiler ve belki de bazen onlar sahiplerini oynatıyorlardı. Bu bir gizemdi. Bir kız çocuğunun aklını çelmişti.
Kafasının içindeki sese kulak verdiğinde saçları diken diken oluyor, elleri titriyor, konuşamıyordu. Babası onu küçükken özel günlerde ‘bayram yeri’ne götürürdü. Kalabalığın içinde ürkerdi .. küçük bir kızdı.. pembe şeker sevmezdi.. yanağından makas alınmasını da.. ama en çok babasını sevmezdi. Baba onun için, pis elli, ekşi ter kokulu, gece yürüyen, yarasa kanatlı bir canlıydı ve hayatında öğrendiği ilk yanlıştı. Bu tek yanlışın hayatındaki bi çok doğruları götüreceğini nereden bilebilirdi ki… küçük bi kızdı. Bayram yerinde pamuk helva ile boğulurken, babası geçen giden kadınları seyrediyordu. Öksüre öksüre neredeyse içi dışına çıkmıştı. Babası oralı değildi. Babası nereliydi peki?! Babası genellikle vurdumduymazlığın merkezinde yaşardı. Çevresini kaplayan bol pembe köpüklü bir hayatın içinde kendi duyarsız ve haram zevkini sürmekteydi.
“Ailenizden herhangi biri doktora, bir psikiyatra geldiğinizi biliyor mu?”
“Ailemden herhangi biri hiçbir şey bilmiyor doktor bey,,”
“Bunun onları üzebileceğini mi düşünüyorsunuz?”
“Hayır, onların sadece herhangi insanlar olduklarını düşünüyorum.”
Bir gün, sıradan bir gün, sabahın yine aynı şekilleri çizerek geldiği bir gün, öğle üzerinin sakin ve vahşi sınırları çekilirken kadınların ve çocukların asla ilk önce kurtulamayacağı mahalleye, bir gün ki, sıradan yani, kadın, giydi en güzel ve en sevdiği beyaz çiçekli elbisesini, kahverengi saçlarını aynada kaybolana kadar taradı, mutfağa gidip Yalancı Su Böreği yapmaya başladı. 5 yufka, 5 yumurta, 1 su bardağı sıvı yağ,
“Ee, çocuklarınıza vurdunuz mu hiç?”
“Hayır, onlara hiç vurmadım doktor bey..”
“Peki eşiniz vurur mu?”
“O, onlara vurması için çocukları doğurduğumu sanıyor zaten..”
1 su bardağı su, beyaz peynir, maydanoz…
Aslında sonrasını pek hatırlamadı, sadece görüntüler çaktı kafasında. Yalancı Su Böreği salonda, masada duruyordu.. çay demleniyordu.. işten gelen baba, koca, adam televizyonun karşısında kaşına kaşına söyleniyordu.. çocuklar odalarındaydılar.. kadın yatak odasına gidip
Tekrar tekrar kendini aynada dikkatlice süzdü. Elbisesini çekiştire çekiştire düzeltti.. saçlarını taramayı düşündü, tarağı eline alınca vazgeçti… koridoru geçerken, çocukların odalarından gelen bağrışmalarını duydu, oyuncakları yüzünden çekişiyor olmalıydılar..
Mutfağa girdi, mutfaktan çıkıp, salona girdi, salondan çıkıp başka bir dünyaya girdi, bıçak beyaz gömleği deldi, sıçrayan kan elbise üzerindeki beyaz çiçekleri kırmızıya çevirdi.. boğuk bir ses duydu kadın.. kahverengi saçları elektriklenmişti.. tam yirmi bir bıçak darbesi ile kocasını ceset anlamında tam bir sanat eserine dönüştürmüştü.
Katil olmak ne kadar sıkıcı bir şeydi böyle, insan bütün hislerini kaybediyor, ne bir baskı ne de bir zafer kazancı olmuyordu… biraz gergindi sadece, o da koltuklar kirlendiği için..
“Sanırım çok yalnız kalmışsınız. Konuşabileceğiniz arkadaşlarınız var mı?”
“Evet, doktor bey arkadaşlarım var.”
“Ama ben karşımda insanlarla konuşabilen, biraz da olsa hafiflemiş birini göremiyorum”
“Göremezsiniz çünkü onlarla sadece yemek tarifleri hakkında konuşuyoruz”
Salonu oldukça sakin adımlarla terk etti , koridoru geçti, dairenin kapısı açıp çıkmak üzereyken, çocukları odalarından koşup geldiler, annelerine soran gözlerle bakıyorlar, söylemek ve sormak istedikleri şeyleri dillendiremiyorlardı.
Kadın, gözlerini, iki oğlunun başlarını okşamaya eğilimli ellerini aldı, yüzündeki sakin tebessümle kapıyı kapatıp apartmanın dik merdivenlerini çıkmaya başladı.. Başarmak üzereydi. Apartmanın terasında, ayaklarını demirlerden aşağı sarkıtmış oturuyordu. Ayaklarının altından arabalar geçiyor, insanlar yürüyordu.
(ADI YOK DERGİSİ)