RÜZGÂRLI ODA
Duvar kâğıtları son baharda kurumuş ağaçların kabukları gibi soyulmuştu. Kırık camlı ahşap pencerenin kanatları rüzgârın etkisiyle gıcırtılı seslerle açılıp kapanıyordu. Odayı dolduran rüzgâr, tutundukları yerden kopmamak için direnen duvar kâğıtlarının ıslığı, çarpan pencere kanatlarının tutturduğu ritim ve kendi uğultusuyla mini bir orkestra oluşturmuştu.
Yaşlı adam, odanın tam ortasında elindeki şarap şişesi ile tahta sandalyesine oturmuş, sallanıyordu. Kırık sandalyesinin çıkardığı sesler rüzgâr ve ahşap pencerenin çıkardığı sesle yarışıyordu. Rüzgâr durdu. Kırık sandalyenin sesi baskın çıkmıştı.
Adam derin bir nefes aldıktan sonra şarabından bir yudum daha çekti. Eliyle ağzını sildi. Sandalye de susmuştu.
"İşte yalnızlığın rahmi" diye mırıldandı.
Bir süre sonra rüzgârın uğultusuyla birlikte açık duran ahşap kapı ürkütücü bir sesle kapanıp açıldı. İrkildi adam.. Büyüyen gözleriyle, kapıya ardından da kaplan çevikliği ile pencereye baktı. Daha şaşkınlığı geçmeden yeri inleten gök gürültüsünün ardından şimşek peş peşe kırbaçlarını şaklattı. Tavanda sallanan cılız ışık sönmüştü. Yağmurun sesi duyuluyordu.
Uzun sürmedi yağmurlu karanlık, oda tavanda sallanan cılız ışıkla yeniden aydınlandığında, tahta sandalyede vücudu paslı zincirlerle sarılmış genç bir adam oturuyordu. Yaşlı adam elinde şişesiyle önünde dayanıyordu.
"Çok korktum. Sen de korktun mu Geveze?" diye sordu.
Genç adam tepkisizdi. Yaşlı adam, "Bende kime ne soruyorum. Neyse boş ver sen keyfine bak!" dedikten sonra şarabından bir yudum daha aldı.
Odadaki orkestra rüzgârın şefliğinde yeniden çalmaya başlamıştı. Yaşlı adam bu soğuk besteyi bir süre dinledikten sonra genç adama döndü.
"Duyuyor musun? Bu ses, bu çığlık... Bu yalnızlığa ve yok olmaya karşı direnişin marşıdır. Bu direniş marşlarını yıllardır hep dinlerim, bir kez olsun söyleyemedim."
Genç adam umursamadan sallanıyordu. Yaşlı adam, yorgun sesiyle anlatıyordu.
"Biz insanlar evlere ne kadar çok benziyoruz değil mi?" cevap bekledi alamadı.
"Benzemiyor muyuz?" Genç adam tepkisizdi.
Yaşlı adam kızdı. "Hadi sende bal gibi benziyoruz işte. Hem de çok iyi benziyoruz" diye üsteledi.
"Bak şimdi. Bu evin dört duvarı, bir damı, penceresi var değil mi? Ama içinde kimse yaşamıyor. Biz girdik... Yalnızlığını bozduk. Ama kalıcı değiliz. Hem terk edilmişler, yalnızlıklarını ancak bir şarap molası kadar unutabilirler."
Şişeden bir yudum daha aldıktan sonra eliyle ağzını ve tütünün sararttığı kirli sakalını sildi. Genç adamın omzuna dokunarak konuşuyordu.
"Bak bir evin yalnızlığı o evde yaşayanların gidişiyle başlar. İnsanın yalnızlığı ise önce hayallerinin sonrada umutlarının tükenmesiyle... Anlıyor musun beni Geveze?"
Sinirlendiği anlarda genç adama "Geveze" diye hitap ediyordu.
"Bak evlerinde içinden bir şeyler gidince yalnızlaşıyor, insanlarında" genç adam gülümsedi. "Gülme, beni kızdırıyorsun" diye bağırarak elindeki şişeyi gösteriyordu.
"Bak Geveze, bu alkol var ya bu alkol!.. İçimdeki mistik duygularımın kapısını açan tılsımlı bir anahtardır. Ben içimdeki o uzun yolculuklara hep bu alkolle başlarım. Alkol, benim içimdeki karanlık evin ışığını yakar. Alkolle, ölmeden önce iyi insan olurum. Hırslarım, kıskançlıklarım, dünyevi zaaflarım, bencilliklerim pençelerini içimden çeker. Alkolle aşkın ve bilgeliğin yolları açılır. Geriye doğru rüya görmeye başlarım. Sevdiğim bütün kadınlar, arkadaşlarım, mücadele dostlarım hepsi aklımdan, rüyamın sahneleri içinden birer birer geçer" hiç durmadan konuşuyordu.
Rüzgârın uğultusu iyice artmıştı. Genç adam da sandalyesinde hızla sallanıyordu. Bu ilgisizliğe kızdı. Ayağa kalkarak bağırıyordu.
"İyi bak buna görüyor musun? Kalbimin çektiği filmdir bu... Sevdiklerim, dostlarım, yakınlarım beni istedikleri gibi kırarak örseleyebilir. Bencil ve hoyrat olabilirler bana karşı, olsun ben aşk yoluna çıkmışımdır. Gözlerimi içime çevirmiş, alkolümü yudumlamış, içimde ki ışığı yakmış, rollerini; sevgililerimin, dostlarımın, oynadığı filmi seyre koyulmuşumdur. İçimdeki o büyük yolculuk başlamıştır" coşkun konuşmasını birden kesti. Heyecanlanmıştı. Titrek bir sesle devam etti.
"Geçenlerde de yine böyle bir yolculuğa çıktım. Yine yapayalnız ve bir başıma.." birden genç adama dönerek gülümsedi.
"Sessiz olursan bu yolculuğumu sana anlatırım. Hadi o zaman sus." Genç adam tahta sandalyesinin ve vücuduna sarıl paslı zincirlerin gıcırtılı sesiyle sallanmasını sürdürüyordu. Dışarıdaki rüzgârın uğultusu azalmış, ahşap pencerenin sesi kesilmişti. Bu dinginliğe duvardaki kâğıtların çırpıntısı da ayak uydurmuştu.
Şarabından bir yudum daha alan adam yere oturdu.
"Ne diyordum. Yine yapayalnız ve bir başıma bir yolculuğa çıktım. Ama alkolsüz. Yolculuklar sabır işidir Geveze... Ben de, sabrımın duvarlarını her saat biraz daha güçlendiriyorum. Bunu sana neden anlatıyorum? Ya da bu anlattıklarımın ne kadarını sen anlayabiliyorsun ki? Onu da bilmiyorum. Olsun sana bir şeyler anlattıkça her geçen an biraz daha kendimi ululaşmış hissediyorum.. sanırım doğru yoldayım.. sanırım bu yolun sonunda birisi ya da bir şeyler bana gülen gözlerindeki masumiyetin gıcıklayıcı berraklığını ve karşı koyulmaz cazibesini sunacak. Nerede biter bu yol ya da biter mi işte onu bilmiyorum."
Genç adam, artık sallanmıyordu. Yaşlı adamı dinlemeye başlamıştı. Yaşlı adam konuştukça gözlerinde sanki korku büyüyordu. Adam bir yudumluk suskunluktan sonra devam etti.
"Bak Geveze, kimi zaman dur durak bilmeden geçmişimi düşünüyorum... O düşlerin içinden bana gamzeleriyle gülümseyen, benden sevgisini hiçbir zaman esirgemeyen düş perisini, o biricik sevgilimi ve de acımı görüyorum? Çünkü bir tek o bana bu uzun iç yolculuklarımda yoldaşlık ediyor." Ondan bahsederken gülümsüyor, yumuşuyordu.
"Biliyor musun Geveze? Bu uzun ve yalnız yolculuğumda bir tek O benim konuştuğum dili ve konuşamadığım sözcükleri anlayabiliyor. Ne kuşlar onun kadar anlayışlı, ne de rüzgâr."
Rüzgârın uğultuları yeniden artmıştı. Genç adamın sallanmayı kesmesini bekledi. Rüzgâr devam ediyordu. Genç adam durdu.
"Bak Geveze, yalnızlığı en iyi kucaklayanlardan biriside gecedir... Ama bazen o da sırt çevirir, aldırmaz sana."
Derince bir iç çekti. Elindeki şişeyi dibinde kalan son yudumu da içtikten sonra attı. Genç adamın arkasına geçti. Ellerini omuzlarına koydu. Pencereye bakıyordu.
"Bitmek tükenmek bilmeyen ve beni bitirip tüketen yollar ve o yolların başlangıç kavşağı kara geceler" diye yeniden söze başladı. Genç adam sallanmaya başladı. Yaşlı adam, ellerini genç adamın omuzlarından çekti. Pencereye yöneldi. Ağlıyordu.
"Kaç yalnızı korkuttun da, terk edilmiş bu odaya doldun. Ey.. Rüzgâr!... Sen de duy, sen de öğren. Ben düzgün cümleler kurar gibi acı çeken insanlara hep özenmişimdir. Onlar yan yana dizilmiş uyumlu cümleler gibi severler yalanlarını. Sakin ve sadedir acıları. Basit kelimelerin ardında öznel ve yalnızdırlar. Sadece dost sohbetlerinde dillendirir, ara sıra sızlarlar. Hepsi o kadar.. Kiminse üzerine yapışır acı? Birilerine anlattığın için kimse almaz senin acılarını. O senin öz malındır ve senin üstünde kalır... Bu anlattıklarım; içimden taşıp dilime vuran kendimin yansımalarından bir parça... Belki de benim derinlerdeki kendimi, sana anlatmam, Geveze’ye duyurmaya çalışmam yalnızlıklarımı bile kaybetme korkum?" artık konuşamıyordu.
Hıçkırıkları iyice artmış, gözlerindeki yaş sağanaklaşmıştı. Pencereden ayrıldı. Yeniden genç adamın yanına geldi. Bu kez oldukça şefkatle dokundu genç adamın omuzlarına.
"Biliyorum ikiniz de kabullenmeyeceksiniz bu gerçeklerimi." Yalnız adam yalnızdır.. Bu ev gibi, duvardaki şu direniş türküleri çığıran kâğıtlar, gıcırdayan kapı ve çerçeveler gibi... Ama bu anlattıklarım sizin için bir şey ifade etmese de benim hayatlara olan sabrımı artırıyor. Kendi kendime değerler biçiyorum. Sadece, hayatı mutluluklarla paylaştıklarını sanan sahte âşıkların güçlü paralarının var olduğu gerçekliliğine inanıyorum."
Sustu. Yeniden pencereye gitti.
"Gevezeye günlerce sordum. Şimdi sana da soruyorum. Sonsuz aşkın tarifi var mı; varsa nasıl betimlersin?" Rüzgârın şiddeti arttı. Pencerenin çerçeveleri hızla çarptı. Duvardaki kâğıtların çıkardığı sesler, yanık Anadolu ağıtları gibiydi. Genç adam, ağlıyordu. Pencereyi kapamaya uğraştı. Beceremedi. Bağırmaya başladı.
"Ne?!.. Aşk yok mudur diyorsun? Peki, o zaman asırlardır nereden gelip nereye gidiyorsun. Bu yolculuk, bu yalnız ve zorlu yolculuk, hırçınlık neden?"
Genç adamın yanına geldi.
"Aşk ağlamak mıdır? Olur mu? Ağlamak ha... Bu kadar mı? Gözyaşı mıdır aşkın göstergesi? İkinizde aşkı bilmiyorsunuz... Aşk; umudu peygamber belleyip yollara düşerek, o zoru bir başına aşma becerisidir.."
Diz çökmüştü. Rüzgârın şiddeti azalmış, duvarda çırpınan kâğıtlar seslerini kesmişti. "Aşk; umut peygamberi olan yollarda yalnız kalarak en saygın ümmet olabilme çabasıdır" diye mırıldandı.
Odayı dolduran rüzgârın uğultusuyla birlikte ahşap kapı ürkütücü bir sesle kapandı. Tavanda sallanan cılız ışık sönmüştü. Yağmurun sesi duyuluyordu. Dinmiyordu yağmurlu karanlık, güneş odayı aydınlattığında genç adam yoktu. Kırık sandalyesini, kanatları açık ahşap pencereye çevirmiş yaşlı adam, bebek gibi koynuna bastırdığı şişesiyle uyuyordu.
Orhan BOZKURT