BİR KÜP ALTIN
BİR KÜP ALTIN
-Hasan…Hasan uyansana!
Hasan yatağın bir başından öteki başına homurdanarak döndü.
-Hasan kalk diyorum sana kalk! Bak ev akıyor…
Hasan rüya görüyor gibi mırıldandı. Gözlerini yarı açtı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken hanımı kollarından sarsarak uykusunun açılmasına çalışıyordu. İlk gördüğü pencereden sızan solgun ay ışığı oldu. Daha sabah olmamıştı. Hem bugün günlerden pazar olmalıydı. Biraz daha uyusa kıyamet kopmayacaktı ya. Yorganı tepesine çekerken hanımı öfkeyle sarsmaya başladı.
-Hasan kalk. Baksana ev akmaya başladı.
Bu söz bir iğne etkisi yaptı. Yerinden telaşla fırladı. Gece yağan yağmurda dam akmaya başlamıştı. Hem de ne akış. Merteklerin başlarından yol bulan yağmur suyu oluklara gitmeye erinmiş, evin içine dolamaya karar vermişti. Kendi kendine “ne kadar ihmalim” diye hayıflandı. Yağmur yağmadan evvel damı elden geçirse, gecenin bu yarısında bütün bunlar başına gelmeyecekti.
Hemen karyolanın üstünden yatağı topladılar. Yorgan sanki suya düşmüş gibi sırılsıklam olmuştu. Kenardaki dolabın üstü, masanın bir yarısı damlayan suların altında kalmıştı. Mutfaktan getirdikleri leğenleri, tası, tabağı damlayan suyun altına dizmeye başladılar. Karısı, bütün bu sıkıntı yetmez gibi verip veriştiriyordu.
-Sana söyledim değil mi? Hasan, yağmurlar başlamadan şu damı bir elden geçir dedim değil mi!
Bir taraftan ıslanmış eşyaları topluyor bir taraftan da suçluluk psikolojisine girmiş Hasan’a sayıyordu.
-Bir kere de sözümü tutsan ne olur sanki. Bak, gecenin şu saatinde ne durumlara düştük?
Hasan, hiç ağzını açmadı. Ağzını açsa, daha büyük bir kavga başlayacak, sabaha kadar bilmem kaç meydan savaşı yaşanacaktı. Hem hanım haklıydı da…
Tas, tabak şakırtısına karışan bol fırçalı sese, çocuklarda uyandılar. Uyku sersemi gözlerle, korkulu bir yakarışla soruyorlardı
-Anne ne oluyor yahu!
Anneleri, yarım kalmış öfkesini çocuklara boşaltmadan Hasan onları odalarına gönderdi.Artık sabah olmazdı. Sabah olsa da damın akan deliklerini kapatsa, höyükten biraz toprak deşerek damı loğlasa bu fırçaları daha az duyacaktı. Aslında cevap verirdi. Bütün bu öfkelerin bir çırpıda kendi üstüne boşaltılmasına izin vermezdi. Ama; doğruyu söylemek gerekirse kadın haklıydı. Haklı olunca da onu dinlemek, yada dinler gibi görünmek en uygun yol olacaktı.
Sabah olmadan evin diğer odaları tek tek gözden geçirildi. Akan başka yerler varsa altındaki eşyalar toplanıp suyun değmeyeceği yerlere istif edildi. Şükür ki çocukların yattıkları oda akmıyordu. Onların uykuları bir daha bölünmeden sabah oldu.
Günlerden pazardı.
Hasan aynı teraneleri dinleyerek kahvaltısını yaptı. Hava akşamki gazabından sıyrılmış, güneş sıyrılan öfkeli bulutların arasından arzı endam etmişti. Topraktan yayılan buhar, köyün uzak yerlerine esrarlı bir hava vermişti. Sanki sisler arasında bir masal ülkesi yaşıyor gibiydi. Geceden beri yıkanan ağaçların yaprakları daha bir canlı yeşile kavuşmuş, tabiat sıyrıldığı kirinden asıl tatlı yüzünü gösterir olmuştu. Ciğerlerine doldurduğu mis gibi temiz havada taze bir canlılık buldu.
Bugün sadece bu işlerle uğraşmaya karar verdi. Geceki fırtınayı yeniden yaşamak istemiyordu. Yeniden suçlanmak, yeniden iğne batmış gibi uyandırılmak istemiyordu. Ah ulan yokluk. Ah ulan parasızlık. Şayet imkanı olsaydı bu evde bir gün yaşar mıydı ? Ömrü hep köylerde, başkalarının çocuklarına ömründen bir şeyler vermekle geçmişti.Babasından kalma bu küçük bahçeye bu kerpiç evi bile zor yapmışlardı. Önünde sebze yetiştirmeyi, kapının hemen yakınına enva-ı türlü çiçekler dikmeyi hayal etmişlerdi. Çocuklar bu evde büyüyecek, okula bu evden gideceklerdi. Daha fazlasını istemeye korkuyordu. Daha fazlasını hak etmiş olsalar da, tek maaşla ancak bunu yapabilmişti. Kendi köyünde öğretmen olmanın, kendi köyünde oturmanın ufak tefek bazı avantajları da olmuyor değildi.
Ev köyün ortalık yerindeki höyüğün hemen yanındaydı. Sanki sırtını koca bir tarihe yaslamış gibi küçük bir ev. Höyük sabah güneşinin erken saatte düşmesini engellese de, köyün hemen kenarında olunca öyle komşunun tavuğuyla, çocuğuyla da uğraşmıyorlardı.
Hasan vakit öğleyi geçtiğinde sigarasından son bir nefes daha çekerek kazması küreği omzunda evden çıktı. Orasından burasından budanan yaşlı höyüğe yöneldi.Uzun bir geçmişe sahip bu höyük, köylünün tabii toprak deposu gibi olmuştu. Düz damlarını elden geçirecek olanlar, duvarlarına sıva yapacaklar buradan alırlardı toprağı. Tabi arada sırada ufak tefek bir şeylerinde bulunduğu anlatılırdı. Ama; şimdiye kadar hiç kimse ben buldum diye ortaya çıkmamıştı.
Hasan toprağı eşmeye başladı. Her kazma vuruşunda bin kere daha hayıflanıyor, bin kere daha bir betonarme evin özlemiyle kıvranıyordu. Bir öğretmenin bunca yıllık emeği bu olmamalıydı. Hadi altında atı/arabası yoktu buna katlanabilirdi de başını sokacak şöyle orta güzellikte bir evi neden olmasındı ? Her vurduğu kazmada düşünceleri geçmişin uzak bir köşesine gidip gidip geliyordu. Her vurduğu kazmada bütün özlemleri, hayalleri hatta bütün hayal kırıklıkları toprak olup önüne yığılıyordu. Terlemeye başlamıştı. Nefes nefese kalmıştı. Eşilen toprağın üzerine çömeldi. Bir sigara yaktı.Elindeki küreği alnına yaslayarak kendisine destek yaptı. O hayalleri, umutları şimdi sigarasının dumanına yansımaya başlamıştı. Çocuklar büyüyordu. Büyüyen çocuklarla beraber ihtiyaçları, arzuları da büyüyordu. Ne kadar da kendi köyü olursa olsun, yarın çocuklar burada kalmak istemediklerinde mecbur onlara uyacak ve şehre göçecekti. Şehir demek ev kirası demekti. Şehir demek bütün masrafın birkaç misli daha artması demekti. Kısacası şehir demek; bir yudum suyun bile parayla satıldığı yer demekti. İşte o zaman ya bir yan iş bulup çalışacaktı, ya da işlerin nasıl sarpa sardığını izleyerek kendi kendini kahredecekti. Hava gittikçe ısınmaya başlamıştı. Gök yüzünde demir para kadar bile bulut yoktu. “Vay be” dedi. ”demek ki bütün hıncı banaymış havanın.”
Yorgunluğu geçmemişdi. Çala nefes içtiği sigaradan da bir şey anlamamıştı. Oturduğu yerde bir sigara daha yaktı. Aslında işi biraz yavaştan alarak eşinin kendisini aramasını istiyordu. Hani akşamdan beri estirdiği fırtınadan dolayı gönlünü almak için iki bardak çay demlese, terini akıttığı şu toprağın üstünde iki bardak çayı birlikte içseler…Severdi eşini, eşi de kendisini. Ara sıra elbette bu tür fırtınalar esmeliydi.Bu fırtınalar yuvadaki mutluluğun tuzu biberi sayılacak türdendi. Bütün düşünceleri yuvasının sıcaklığında erimeye, birlikte geçen mutlu günlerin hayalinde şekillenmeye başladı. İlk mezun olduğu yılları, sonra eşine görücü gidişlerini, o köy senin bu köy benim hayatın kahrını nasıl sırtladıklarını hatırladı. İlk çocuklarını, sonra ikini ve üçüncüsünü. Dudaklarına yapışan mutlu bir tebessüm akşamki fırtınayı silip atmıştı bile.
Hasan, daha önceleri de toprak alınan yarmayı deşiyordu. Yüzeydeki ıslak toprak gitmiş yerine kuru toprak çıkmıştı. Kuru toprağın gün vuran üstünde bir sigara içimi zamana yaydığı düşünceleri delişmen taylar gibi oynaşıyordu. Birden küreğin ucunda orta büyüklükte bir küp gördü.Yarı yeri höyüğün asırlık toprağına gömülü bir küp. Dondu kaldı. Bu taştan heykel hali bir müddet devam etti. Sonra dudakları kurumaya başladı. Bütün vücudu rüzgara tutulmuş yaprak gibi titriyordu. Bir birine vuran dişlerinin takırtısı köyün öbür tarafından duyulacak gibiydi. İşte orada hemen bir adım ötesinde bütün dertlerinin çözümü küçük bir küp olup karşısına çıkmıştı. Asırlar ötesinde bir yerde birileri Hasan için ayırttıkları kısmeti buraya saklamışlardı da nasip bu güne denk gelmişti. “Oğlum Hasan, kurtuldun bütün dertlerinden.” diye düşündü. Önce bir ev alacaktı. Şöyle yağmurlar yağdığında aklamayan cinsinden. Hem de kaloriferli.Burada ucuz Türk filmleri aklına gelerek gülümsedi.Hani; pembe panjurlar, küçücük bahçeler ve çayırlarda oynaşan bir düzine çocuk…Bütün bunlar o eski filmlerin düzmecesiydi.Düzmecelerden arındırılmış hayatta yağmur yağdığında akmayan, duvarları ıslandığında sıvası erimeyen, adam gibi yaşanacak bir ev yetecekti. Evin bütün eşyalarını da değiştirecekti. Bir adım sonra ömür boyu beklediği mutlu bir başlangıç vardı. Birden “ya bir gören olursa” diye hemen çukurdan dışarıya çıkıp etrafı kolaçan etti. Görünürlerde kimsecikler yoktu.
Hasan, heyecanını elinden geldiğince bastırmaya çalışarak, küreğin ucuyla küpün etrafındaki toprağı açmaya başladı. Bir zarar gelmesin diye dantel işler gibi yavaş ve dikkatliydi. Küpecik belirginleşmeye başladığında kalp atışları daha da bir yüksek atmaya başladı.Heyecandan dudakları daha da kurumaya başlamış yanaklarını alevler basmıştı. Çil çil altınları avuçlarının içinde hissetmeye başladı.Avuçlarının içi terliyordu. Önce hanımına bir şey söylemeyecekti. İşin tadını çıkartmalıydı.Onu şehre götürecek, sanki öylesine yapıyormuş gibi bir ev beğenmesini isteyecekti. Eşinin ne diyeceğini de biliyordu.
-Hasan sen benimle dalga mı geçiyorsun? Ne olacak beğenmekle sanki alacak para mı var?
Hasan ısrar edecekti.
Küp yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığında artık sabrı da bitmeye başlamıştı. Ya bir gören olursa, ya görüp de ortak olmak isterlerse. Hayır buna gönlü razı olamazdı. Bunca yıl kendisini bekleyen bu kısmeti kimseyle paylaşmaya niyeti yoktu. Son bir hamleyle küreği küpün altına sokarak çekti. Küp sessizce yumuşak toprağın üstüne düştü. Düşen sanki küp değil de Hasan’ın bütün hayalleri olmuştu. Çocuğun eline elma şekerini uzatırsın da daha dudaklarına değdirmeden hemen elinden alırsın ya işte Hasan o çocuk gibi oldu.Yere düşen küpün diğer yarısı yoktu.
Hasan bozuldu. Hasan yıkılan hayallerine, avuçlarından kayıp toprakta kaybolan altınlarına, eşinin iki bardak çay getirmeyişine bozuldu…
Mehmet TAŞ/Elbistan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.