MADENCİNİN OĞLU
Ben yazar değilim bu da bir öykü değil. Bu benim yaşadığım, asla unutamam dediğim ama hepimizin yaptığı gibi acı hatıraların arasında, tozlu ve küflü raflarda unutulmaya bıraktığım, günü geldiğinde de yüzüme tokat gibi çarpan bir olay. Şimdi bakıyorum da renkler hala canlı, sesler hala net ve o kömür kokusu hala çok keskin…
…Takvim 4 Aralık, bugün bizim bayramımız. Büyüyünce Madenci olacağım ben. Babam gibi, adını aldığım Tolga Şef gibi bende bir Madenci olacağım. Babam , Tolga Şef gibi güçlü, onun gibi adil ve sözü geçen biri olayım diye bana Tolga adını vermiş, çok severmiş şefini. Benim doğumuma yirmi gün kala göçük altında kalan bir işçisini kurtarmak için girdiği ocaktan, önce işçisinin sonra da Tolga Şef’in cansız bedenini çıkarmışlar. Hatta anlatılanlara göre Tolga Şef girerken taktığı gaz maskesini işçisine vermiş ama onu kurtarırım umuduyla girdiği ocaktan çıkamamış. Sonradan tek maskeyle gitmeseydi ikisi de hala yaşardı, deyip durmuşlar uzun bir süre. 27 yaşında maden şehitleri arasına girmiş Tolga Şef ve emekliliğine on iki gün kalan Ziya Usta.
Babam bana baktıkça bazen hala hüzünleniyor, göz bebekleri ağlamamak için titreyip duruyor. Bazen de yaşıtlarıma göre daha zeki olduğumu söylediklerin de tebessüm etmeye başlıyor. “Tolga Şef gördün mü senin gibi zeki, senin gibi akıllı oğlum!” diyor. Hayal gücümü, düzgün kelimelerimi hep Tolga Şef’e benzetiyor. Geçen sene birinci sınıfa gidiyorken ben, öğretmen babama “ çok zeki, zehir gibi çalışıyor aklı” demiş sonra da “nasıl anlatayım, diğer çocuklar hecelerken Tolga okuyor desem yeridir” diyerek eklemiş. Siz düşünün o anda babamın nasıl gururlandığını.
Neredeyse sekiz sene sonra babamın şefinin çıkamadığı o ocak girişinin önündeyim. Sımsıkı sarılıyorum babamın boynuna. Babam her zaman ki gibi kömür kokuyor. Biliyorum babam yanımdayken hiç kimse bana zarar veremez. Uzun boylu, güçlü, kuvvetli biri çünkü benim babam.
Hava çok soğuk ama babamın dediğine göre aşağısı çok sıcakmış, çok terleyecekmişim ama olsun, bu benim ilk büyük hediyem onun için yorulmaya da terlemeye de her şeye değer. Cumhuriyet Bayramın da okuduğum şiiri çok beğenince babam, beni iş yerine getirmeye karar verdi. Bu gezi neredeyse bir ay önceden planlanmıştı. O zaman da gelmek için babama ısrar etmiştim ama küçüğüm diye götürmeyeceğini söylemişti. O kadar çok ağladım ki başım iki gün ağrıdı. O şiirden sonra “Tolga Şef sen büyümüşsün” dedi ve götüreceğine dair söz verdi. Şimdi bakıyorum da aşağı inmek için bekleyen en küçük çocuk gerçekten de benmişim.
Artık önümüzde ki babalar oğullarıyla aşağı insin diye bekliyoruz. İşte tren geldi yani tren değil ama diğer ismini hatırlayamıyorum zor bir ismi var. Ben tren dedikçe babam gülüyor ve o zor ismi söylüyor. Bende her seferinde utanıyorum ama doğru ismini söylemeyi de bir türlü başaramıyorum.
Çok korkuyorum ışıklar olmasına rağmen karanlık bir yere doğru gitmek beni ürkütüyor. Eminim ne kadar büyük olurlarsa olsunlar diğer çocukların da damarlarında bu tatlı korku dolaşıyordur. İşte, artık karpitlerin ışığı sadece aydınlatan yerin metrelerce altını. Bu görüntü muhteşem. Altın gibi parlıyor taşlar. Gördüğüm en parlak şey altındı benim. Babama “altın gibi” diye fısıldadım. O da bana “altın değil, kara elmas” dedi. “Sana bisikleti, kardeşine et bebekleri ve eve de ekmeği bu kara elmasla alıyorum” diye de ekledi. Gözlerim kocaman olmuştu. Madem bu kadar çok elmas vardı yerin altında neden zengin değildik hiçbirimiz. O anda kararımı vermiştim, ocaktan çıkmadan en parlak olanını da yanımda götürecektim.
Sonunda trenlerle yaptığımız yolculuk bitti. Başta mühendisler vardı. Bize yaramazlık yapmamamızı, babalarımıza da bizi gözlerinin önünden ayırmamalarını söylüyordu bir tanesi. Ayaklarımın altından çamurlu sular akıyordu. Ben yere daha yeni basmıştım ve gerçekten de terlemeye başlamıştım. Hava çok sıcaktı ama dağın içinden damlayan sular buz gibiydi. Enseme değdikçe içim üşüyordu. Öndeki Mühendis Amca anlamadığım yani anlamlarını bildiğim ama gösterdiği yerlerde göremediğim kelimeler kullanıp bir şeyler anlatıyordu. İleriyi gösterdi “baca” dedi ama ben sadece yukarı doğru giden bir boşluk gördüm. Bu kelimeleri “ayak, ayna, arın, domuz damı, kelebe” izledi. Babama dönüp “kelebek mi?” dedim. “Kelebe, işte şurada ki başyukarı. Kelebeden kömürü ve malzemeleri yukarıya gönderiyoruz, bazen bizde çıkabiliyoruz” dedi. Bende güldüm o zaman, kelebeğin ne işi var ki burada zaten diyerek.
İşte en parlak kara elması buldum eğilip elime aldım. Pırıl pırıl parlıyor. Ya, hayır en parlağı değilmiş bu deyip attım elimdekini. Az ileride ki daha parlaktı çünkü. Babamın elini bıraktım ayakları altında ezmesinler diye benim elmasımı koştum birazcık. Onu alınca elime biraz daha ilerdekine değdi gözüm. Bir türlü beğenmiyordum. Yeterince parlağını da bulamamıştım zaten. Derken babam gelip “elimi bırakma Tolga Şef” dedi. Hemen tuttum elini. Babam beni çok sevdiği zamanlarda bana hep “Tolga Şef” derdi.
Bazen yerdeki çamurlu sular o kadar çoğalıyordu ki dizime kadar ıslandığım oluyordu. Balçık gibiydi bir de, yapışıyordum ayaklarımı zor kurtarıyordum. Bazen sertleşiyordu konuşmalar daha çok başımızın üstüne bazen toz halinde bazen küçük taşlar şeklinde kömür döküldüğü zamanlar artıyordu bağrışmalar. Bazı amcalar hemen çıkartmak istediler çocuklarını ama gidemediler. Çatırtılar geldikçe babam daha bir sıkı tutuyordu elimi. Eğildi” çıkartayım seni” dedi, “olmaz” dedim. Nasıl çıkardım ki daha o en parlak elmasımı bulamamıştım. Güldü kafa salladı. Çok yorulmuştum ama bir amacım olduğu için hala azimle yürümeye devam ediyordum.
Mühendis Amca söyledi; galeriymiş yan tarafta ayrılan karanlık yol.Yeni açmaya başlamışlar. Çok karanlıktı ama karpitlerin ışıkları çarptıkça kömürler parlıyordu. Bizim önümüzdekiler biran önce ilerlesin de bende galeriye bakayım diye sabırsızlanıyordum. Çok sürmedi bu sabırsızlığım. Bir kaç adım daha attıktan sonra gördüğüm en parlak kara elmasları göreceğime emindim, ki öyle de oldu. Şimdi babamın karpiti ışıldatıyordu galerinin içini. Derme çatma birkaç odun birkaç kaya parçası ayakta tutuyordu sanki delinmiş dağı. “Çok garip” diye fısıldadım. Ve işte, o en parlak kömürümü buldum diye içimde bir heyecan belirdi. Ordaydı işte. Yerde öylece duruyordu. Sanki “Tolga, işte aradığın o en parlak taş benim!” diyordu. Tam o sırada babam yürümeye başladı tabi bende. Ayaklarım yürümeyi hiç istemiyordu. Beynimden bağımsız hareket etme yetenekleri olsa kesin gerisin geriye giderlerdi galerinin önüne.
Artık gezdiğim yerlere bakmıyordum, zevk bile almıyordum bu parlak karanlıktan. Babamla diğer amcalar konuşup duruyorlardı. ”Keşke” lerle başlayıp “İnşallah” larla biten kelimeleri vardı hepsinin. İyiden iyiye sıkılmıştım hem de çok yorulmuştum. Yürümek değil uyumak istiyordum. Küstüğümü bile anlamamıştı babam. Halbuki kaşlarımı çatmıştım. O ne zaman kaşlarını çatsa ben onun küstüğünü anlardım. “Yoruldum” dedim sadece. “Birazdan döneriz aslında bu kadar gezdirilmesi anlamsız siz çok küçüksünüz” dedi babam. Küçüktüm tabi ikinci sınıfa gidiyordum daha. Halbuki diğer abiler gibi büyük olsaydım benim olanı almak için durmaya hakkım olurdu.
Bir şey oldu. İlerde bir şey oldu. Koşuşturmaya başladı öndeki amcalar. “Ne oluyor” dedim. “Yok bir şey korkma sakın” dedi babam. “Arif bayıldı, arif bayıldı” diye bağırıyordu biri. Babamın renginin sapsarı olduğunu gördüm. Eminim ki Tolga Şef’i hatırladı. İstemsizce olduğunu fark ettim, babam elimi bıraktı. Bir kaç adım attı ileriye doğru. Tolga Şef’i kaybettikten sonra ocakta çalışan bazı işçileri ilkyardım derslerine göndermişler. İşte onlardan biri de babammış. Döndü bana baktı ağzına bir kaç kelime geldiği belliydi ama yuttu söylemedi. Aralarından geçip Arif Amca’nın yanına kadar gitti. Sessizlik içindeki göz yaşlarının sesi can yakıcıydı. Sanki herkes Arif Amca’nın üstüne çıkmış gibiydi. Babamın sesi ocağı inletti birden “çekilin, uzaklaşın” diyordu. Kızmalar, bağırmalar kesildi aniden. Yavaş yavaş seyrekleşti Arif Amca’nın başındaki kalabalık. Havalandırmanın yetersiz çalıştığı ve ayağın da çok kalabalık olduğu için oksijen azalmasından bayılmış Arif Amca. Bu sessiz çığlıklarını duyuramamışlar patronlarına. Korktum çok korktum. Korkumu unutmak için her zaman yaptığım gibi başka bir şey düşünmeye başladım. Aklıma ilk gelen yerde masumca yatan kara elmasım oldu. İçimde büyük bir heyecan oluştu, gidip alsam kimse gittiğimi babama söyler miydi, babam kızar mıydı? Korkularıma yenilmedim ve gitmeye karar verdim.
Zaten çok geçmemiştik galerinin olduğu yeri. Babam adımı söylediği anda dönebilirdim. Yavaş yavaş geri döndüm yürümeye başladım. Bu kadar karanlık değildi ki buralar. Bende karpit yok diye önümü bile göremiyordum. Elimi dağda sürüyerek düz gitmeye çalıştım bir süre. Yerde akan su sanki daha soğuktu içim ürperdi biran. Şimdi daha çok terliyordum. Sesler hala kulağıma geliyordu demek ki çok ilerlememiştim. Ya da çok iyimserdim uğultuları konuşma gibi algılıyordum.
Elim boşluğa takılınca düştüm ama bağırmadım. Bunu bekliyordum zaten. Galerinin başına gelmiştim demek ki. Şimdi asıl sorun benim olanı nasıl bulacağımdı. Galeri, ocaktan daha karanlıktı. Çatırtılar beni ürkütüyordu. Ses de duymuyordum, artık kulağıma gelen tek şey dağdan yere damlayan suyun sesiydi ha bazen de acı acı çatırdayan ağaç sesleri. Dışarıdayken karpitlerin ışığında muhteşem bir şekilde parlayan taşlar şimdi ışıldamıyordu bile. Nerdeydi ki benim kömürüm, hangisiydi. Eğildim el yordamıyla aramaktan başka şansım yoktu. Bazısı çok ağırdı taşların bazısı hafifçeydi. Ağırları kaldıramıyordum hafifleri beğenmiyordum. Daha doğrusu hangisi taş hangisi kömür anlamıyordum. Derken babamın kömür gibi koktuğu geldi aklıma. Ondan sonra elimle kaldırabildiğim taşları koklamaya başladım. Bazısı gerçektende babam gibi kokuyordu. Sanırım aradığımı bulmuştum. Çünkü kömür kokuyordu ve elimde sabun gibi bir his bırakmıştı. Pürüzsüzdü kayıyordu parmaklarımın arasından. artık çatırtılar yerini gürültüye bırakmaya başladığından daha çok ilerlemek istemedim. Elmasımı cebime koydum ve geri döndüm.
Toz bulutunun ciğerlerimi ve gözlerimi yaktığını fark ettiğim de yere yuvarlanmıştım bile. Gürültü bir anda olmuş ve bir anda kesilmişti. Kalbimin çarpıntısı kulaklarımı patlatacakmış gibi hızlıydı. Ne olduğunu anlayamamıştım hala. Yerdeydim, ıslanmıştım, gözlerimi açmaktan korkuyordum. Sonunda açabildim gözlerimi, gerçi hiç bir şey fark etmedi. Çünkü hiç bir şey görmüyordum. Havası çok değişmişti galerinin, sanırım “göçük” dedikleri şey buydu. Annemin hep korktuğu, olmasın diye dualar ettiği göçük olmuştu ve ben burada sıkışıp kalmıştım. Babamın haberi yoktu benim yanından ayrıldığımdan. Aman Allah’ım beni nasıl bulacak ki buradan. “Babaa!” havanın tadı çok acı boğazımı yaktı. Çok keskin ve sert bir kokusu var içerinin. Burada ki hava biterse ölür müyüm acaba? Yok ya ölmem, ben daha çok küçüğüm! Daha Sami Dede yaşıyor. O yaşarken benim ölmem komik olmaz mı hiç!
Üzerimde bir ağırlık var. Sanırım kımıldamamı o engelliyor. Kalkmak için çabalasam diyorum ama olmuyor. Belimi bile hissetmiyorum ki. Uykum geliyor uyursam uyanamam diye korkuyorum. “Babaa!” of nasıl bir koku bu böyle. Gözlerimden süzülen yaşlar dağın gözyaşlarına karışıyor yanağımda. Hıçkırıklarım uğultuya dönüşüyor, benim sesimden başka hiç bir ses yok ki bu göçüğün için de. Ama bu aslında iyi bir şey. Benden başka ses yoksa burada fare gibi kemirgen hayvanlar da yok demektir. Bu iyi düşünce bile beni biraz olsun rahatlatmaya yetti. Tuhaf, bacaklarım çok ağrıyordu artık hiç ağrımıyor. Sanırım ayakta durmaktan çok yorulmuştum şimdi rahatladılar, acımıyorlar. Annem de burada olsaydı keşke. Hayır hayır iyi ki burada değil. Annemin göçük altında kalıp ölmesine dayanamazdı babam. Gerçi, benim ölmeme de dayanamaz ki. Tolga Şef’in adını verdiği zaman bana, aynı kaderi paylaşıp aynı nedenle öleceğimizi söyleselerdi eminim ki bana başka bir isim verirdi.
Hala hiç ses duymuyorum. Beni kimse aramıyor mu? “Babaa!” çok yorgunum aslında bağırmasam daha iyi olacak gibi. Dizimden yukarısı ağrımaya başladı. Sanırım üşüdüğüm için. Betona oturma derdi annem, üşütürmüşüm. Şimdi burada suyun içinde yatıyorum. Kalkayım en iyisi artık. Niye olmuyor ki! Sanki biri asılmış bacaklarıma beni bırakmıyor. Bu ne böyle. Bacaklarımın üstünde bir şey var. Elimde yetişmiyor ki! Ah! Canım iyiden iyiye yanmaya başladı. Üstümde kaya parçaları mı var ağaç kütükleri mi bilmiyorum. Ama her neyse bu yük kalkmama izin vermiyor.
“Babaa!” titriyorum ben. Hem korkudan hem de soğuktan üşüyorum çünkü. Uyumamam gerek biliyorum. Uyursam babama burada kaldığımı nasıl anlatabilirim. Canım yanıyor başka şeyler düşünmeye başlasam iyi olacak. Ne düşünebilirim bacaklarımdan böyle büyük bir acı tırmanırken. Madenci olmak istemiyorum artık. En iyisi İtfaiyeci olmak. İtfaiyeci olsaydım şimdi içerde kalan çocukları kurtarır ailelerine kavuşmalarını sağlardım. Evet neden daha önce düşünemedim ki! Hem en acil durumlarda en çok yardıma ihtiyaç duyulan zamanlarda akla ilk gelen, akla ilk gelen İtfaiyeci değil ki, Doktor! Ben buradan kurtulursam eğer Doktor olacağım. Böylece yaralananları kurtaracağım. Onların, annelerine gitmelerini sağlayacağım. Ya başaramazsam, ya ben buradan kurtulsam bile benim gibi yaralanan başka bir çocuğu kurtaramazsam. Ama o zaman Doktor olmamın da bir anlamı kalmıyor ki. Çok üşüyorum. Bu ağrı dayanılmaz oldu iyiden iyiye. “Babaa!” neden kimse duymuyor beni. Of! Hakim olayım o zaman. Böyle derme çatma açılmış ekmek kapılarında yaralananlar ya da ölenler olursa en azından onları hapse atarım.Babamın dediği bir söz var, o şimdi o kulaklarımda yankılanıyor gibi. ”Oturdukları yerden para kazanmanın iş olmadığını, iş yeriyle ilgilenmeyenlerin bunu mutlaka ödemesi gerektiğini, insan canının üç beş kuruştan çok daha değerli olduğunu” söylerdi . Tamam ben bu sefer kararımı kesin verdim. Hakim olacağım…
“Tolga… Tolga…. Oğlummm!...” rüya mı bu? Babam beni mi arıyor yoksa, gerçekten bu ağlamaklı sesle. Buradayım babacığım, desem ya o zaman. Ama o kuvveti bile bulamıyorum ki kendim de. Hadi bırakma kendini Tolga Şef buradayım de. “Baba” bu kadar mı yani sadece baba diyecek kadar mı gücüm var? Zehirlendim zaten midem bulanıyor, belimden yukarı çıkan bu sancı da artık dayanılmaz oluyor. “Babaa!” “Tolga yavrum!” çok şükür duydu beni. Bu yıkıntının içinde olduğumu biliyor. Kurtaracak beni buradan. Şimdi sesler geliyor kulağıma. Anlayamasam da karmakarışık duysam da havanın içeri girmesini engelleyen göçüğünün arkasında, benim içeride sıkıştığımı bilen birilerinin olduğunu fark edebiliyorum. “İçeriye doğru değil dışarıya doğru çıkartın kayaları” diyor biri. İyice yakınlaştı sesler. Taşların arasından ışıkta süzülüyor sanki ya da bende Arif Amca gibi bayılmak üzereyim….
Sonunda üzerimdeki yükü kaldırdı biri. Gözlerimi açamıyorum ama duyabiliyorum. Babam var yanımda başımı okşuyor, adımı söylüyor durmadan. Tebessüm ettim zorda olsa. Aklıma belki de hiç o anda gelmemesi gereken bir şey geldi. “Baba troyler troyler” dedim. Tren değildi troylerdi. Kara elmasım düşmesin diye cebimi kalan gücümle tuttum. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü hastane de açtım. Bacaklarım alçıdaydı. İkisi de kırıldığından ameliyat olmuştum...
Yetersiz tahkimat, vurdum duymaz bir kapkaç madencisi neredeyse Tolga Şef’ten ve onun işçisinden sonra benimde o ocakta gömülüp gitmeme sebep olacaktı. Ne tuhaf her ayrıntıyı hatırlıyor insan ama çekilen acılar tarihin sisleri arkasında kalıyor. Bugüne kadar top bile oynamadığıma göre demek ki o günlerde canım çok yanmış. Bilmiyorum ama şimdi bile bazen yürürken kırılacaklar diye korkarak yürüyorum. Tabi bu sadece endişeden kaynaklanıyor. Sekiz yaşında üç tanesi üst üste iki tanesi de birer sene arayla beş ameliyat geçirince insan haliyle endişeleniyor ister istemez.
Uğruna neredeyse canımı vereceğim o kömür parçası seneler sonra çok işime yaradı. Cebime koyarken zorlandığım o parça büyüyünce avucumu bile doldurmadı. Ben kara elmasımın bir parçasını kırıp yüzük kutusuna koydum ve canımı verirken gözümü bile kırpmayacağım eşime evlilik teklif ettim. Yüzük kutusunda kömür görünce çok şaşırdı eşim, ama hikayesini dinleyince bana sadece göz yaşlarını silmek düştü. Biraz şefkat vardı göz yaşlarında ve anlatamayacağım kadar da mutluluk. Şimdi bir parçasını daha kırmaya hazırlanıyorum çünkü baba olacağım.
Okudum kendime söz verdiğim gibi Hakim oldum. Bu göçük altında kaldığım gün verdiğim en son karardı. “Adalet mülkün temelidir” diye boşa söylememiş Kemal Paşa. Şimdi bana bu hatıraları ve çektiğim tüm acıları tekrar yaşatan bir dosya var önümde. 12 Maden İşçisi Metan Gazı patlaması sonucu ölmüş. Şirket sahibi “suçsuzum” dese de ben suçlu olduğunu biliyorum.
Oturarak zengin olanlar, saatlerce yerin altında kalıp çocuğuna bilgisayar almak için bile hesap yapanları hiç bir zaman anlayamazlar. Bütün okul boyunca böyle bir davayı yönetmek istemiştim. Ama şimdi o kadar çok pişmanım ki keşke ne dilediğimi bilerek dileseymişim diyorum. Vereceğim karar sadece maden ocağının sahibini değil tüm çalışanları da cezalandıracak biliyorum. Öfkeme yenilmeden sakin bir şekilde düşünmeliyim.
Yirmi dokuz yaşındayım ben. Ve hayatım boyunca beklediğim o kararı vermeye sadece bir imza mesafesi kadar uzağım. Ama ben Hakim olmadan önce bir Madenci oğluyum. Babaların, evdekilerin isteklerini gerçekleştirmek için her sabah eşleriyle helalleşip, her akşam bayrammış edasıyla dönüşlerini biliyorum. Eve geç kalınan her dakikanın saatlere denk düştüğünü, her siren sesinin canınızın yarısını alıp gittiğini düşündürdüğünü de tabi. Babamın alın teri döktüğü, bizim için güneşten vazgeçtiği meslekti Madencilik. Yapılan her işte olması gereken titizliğin katbekat fazlasını göstermeleri gerekirken insanlar, nasıl daha az ödeyip daha çok kazanırım diye sorumsuzlaşmaya başladı. Duygularım o kadar yoğun ki bu konuda, gözümün önünden kaç sahne geçiyor, kaçında kahkaha kaçında hıçkırık var anlatamam. Sahneler karışıyor, kararım değişiyor her seferinde.
Benim gücüm nereye kadar yeter. Ben kaç tanesinin akıllanmasını sağlarım hiç bir fikrim yok. Belki bende Madenci oğlu olmasaydım bende bu kadar duyarlı olamazdım. Ya da başımdan böyle bir macera geçmeseydi babamı bile anlayamazdım.
Şimdi her şey bir deste kağıtla dolma kalemin öpüşmesine bağlı. Tolga Şef olarak sorarsanız bana çalışan madencilere ve ailelerine acıyıp ocağın çalışmasını sağlardım. Hakim Tolga’ya sorarsanız eğer tedbirsizlik yüzünden meydana gelen ölümlü bir kaza, bilerek ve isteyerek vuku bulmuş öldürme eylemiyle eş değerdir ve kati suretle cezalandırılması gerekir…
Karar: Türk Ceza Kanununun 83. maddesinin 3. fıkrasına göre tedbirsizlikten doğan ölümlü olaya sebebiyet vermekten “ocağın çalışabilinecek duruma getirilene kadar kapatılması ve sorumluların 15 ile 25 yıl arası hapsine” karar verilmiştir…
Tolga ERDEM