Yârim Keskin Bıçak...
Sayıları parmakların adedini geçmeyecek kadar az bir kaç ehli aşk ile geceleri nerede içip demlendiği belli olmayan, seher vakitlerine kadar sokaklarda pervasızca ’Hu! Hu! ’ diye bağıran kasabanın hırpani delisinin dışında, herkes onu kasap olarak bilir, usta diye çağırırdı.
Asalet, letafet, zerafet, şefkat ve merhamet gibi kemal sıfatlar da öyle ileri gitmişti ki; Aşk Peygamberi Hz. Mustafa`ya (S.A.V.) , şüphe götürmez varis oluvermişti sanki...
Bir seferinde ağlayarak dükkândan çıkan deliye;
- Ne oldu, niye ağlıyorsun? Aziz baba sana et vermedi mi yoksa? diye sorduklarında;
- Be Allah`ın körleri! .. Meyhanede etin ne işi var? Sonra ben sizler gibi ölü eti yiyenlerden değilim ki... Şarap içirip aklımın geri kalanını da aldı benden, ona ağlıyorum. Sevdiğim dilberi gösterip, beni derde saldı ona ağlıyorum, dediği kasabanın diline bir günde sakız olmuştu da, o günden beri ’Aziz Baba’ diye ünlenmişti...
Eşikten; henüz birkaç adım atmıştı ki, içeriden gelen seslere birden geri dönüverdi...
Tanrı Dağları`ınca ağırlığına rağmen; ilkbahar kelebeklerinin hafifliği ve usta balerinleri bile kıskandıran ince edasıyla parmaklarının üstüne basarak yanlarına kadar yaklaştı.
Allah`ın en muhteşem nimeti olan aklın dahi, anlamakta acze dü şüp çamura saplandığı ne ince bir esrar, ne bilinmez hikmettir ki; bir tarafta hasretinden ’ Yusuf`um! Kınalı kuzum! ’ diye kanlı yaş döküp ağlarken, öteki tarafta Zeliha`nın ’ Bana sahip olmanı istiyo rum! ’ diye canhıraş kovaladığı oğlu Yusuf`u, duvardan tecelli edip görünerek ’ Yusuf, sakın ha! ’ diye ikaz eden Yakup Peygamber misali, görünmeden karşılarına geçip onları tebessüm ederek dinlemeye başladı...
Masat (bileyi taşı) öyle cazgırdı ki, feryadı yeri göğü inleti yordu;
- Uslanmadın halâ! Yıllardır üstüne titredim. Ne kadar çirkin, kaba saba yerlerin varsa hepsini yontup aldım senden. Öyle inceldin, öyle inceldin ki neredeyse görünmez olup, tahta sapın kaldı.
Eriyip bitmene, ölmene değil de çektiğim eziyete yanarım.
En ağrıma giden ise; çok matrah bir şeymişsin gibi, gelenin gidenin gözü sende. Marifetinden, inceliğinden konuşup duruyorlar. Bilmiyorlar ki, o marifet benden aldığın nimetin karşılığıdır sana.
Hatırlıyorum da; ustanın yanına, benden birkaç ay evvel geldiğini söylediğinde, elinin başka bir hanımın eline, teninin de tenine değmediğini ima ederken, burma bıyıklarını sofradan yıkamadan kalktığı ellerinin yağıyla sıvazlayıp parlatan hoyrat erkek edasıyla kur yapmıştın bana.
Yalan da değildi hani! .. Kaba sabaydın kütük gibi... Sırtınla karnının genişliği aynıydı.
İlk günler öyle sert ve haşindin ki, hoşuma da gitmiyor değildin. Seninle sürtüşüp kavga etmekten aldığım hazzı hiçbir şeyden almıyordum.
Zamanla; soyundan gelen asaletinin farkına varıp ustanın ellerinden ve benden de kurtulamayacağını anlayınca, biçare koyuverdin kendini.
İşte o gün bu gündür ağzımın tadı kalmadı. Çünkü senin erkeklik taslayacak halin kalmadı. Ne öfke, ne kin, ne bağırıp çağırma ne de benden bir beklentin...
Hele şu sükûtun yok mu? .. işte beni asıl çıldırtan tarafın o!
Keskin bıçakmış! Başını yesin senin o keskin bıçaklığın. Ellere keskin bıçaksın, ellere incesin! Bana da incelsene be kör olası! Dükkana gelip de senin tarafından kesilmek için sırada kavga eden ceylanların etini kestiğin gibi, yüreklerini parça parça ettiğin gibi beni de kessen ya o kadar yiğitsen? .. Eh Aziz usta, ben sana ne diyeyim?
Azizler azizi o kutlu insanın, Aziz ustanın tebessümü uzun sürmeyip, dışarıdan gelen ayak sesleriyle kesiliverdi birden.
Öz kızı gibi sevdiği inceler incesi bir hanımefendiydi içeri pürtelaş giriveren. Dilruba hanımefendi...
Aziz ustanın kasabası, tayin olup geldiği ilk görev yeriydi. Vücut iklimindeki kusursuz güzelliğini bezeyen ince ruhu ve asaletinin yanında, kayalardan akan kaynak sularının berraklığındaki hitabeti taş kalpleri yumuşatıyor, dik başları tazime mecbur ediyordu.
En kaba insanlar bile onu görünce, riyakârca incelik ve beyefendilik maskelerini takmaktan kendilerini alamıyorlardı.
Şehrin en ulusu bilinen Aziz ustaya emanet edip gitmişti babası ve annesi onu.
İki yıl sonra; kasabanın eşrafından birisinin oğluyla nikah davetlerini vermek için dükkana gelip elini öptüklerinde, sanki önceden haberdar olduğu hüznün gelmesini bekleyen Aziz usta, o gün ağzına bir lokma dahi koymamıştı.
En az kendisi kadar üzülen eşi hanımefendiye;
- ’Ey gözümün nuru, gönlümün süruru, başımın tacı, derdimin ilacı hanımım! Yorma kendini bu kadar. Evet o bizim öz kızımız gibiydi lakin unutma ki, nikâh da değişmeyen kaderdir. Hz. Peygamber`in(SAV) ’Eğer erkek ince ruhlu ise hanımı ona galebe çalar. Yani ezer, hırpalar, çile verir. Yok hanımı ince ruhlu da beyi değilse o zaman da erkek ona galebe çalar, ezer, çile verir.’ mealindeki hadisi şerifi hatırlarım hep bu hanım kızımız aklıma geldikçe.
İşte Allah`ın günü, ayrı dünyalardan geldikleri halde ellerimle sanki nikâhlarını kıyıp, onları beraberliğe zorladığım ve hikmet dolu kavgalarını seyredip dinlediğim dükkanımdaki keskin bıçağımla masatım gibi.
Kim ki asil ve incedir o keskin bıçağın ta kendisidir. Ona muhakkak törpü gerekir. O işi de yapan masattır.’ demişti...
Muallime hanım ağlıyordu. Kimsesiz ceylan yavrusu gibi sessizce ağlıyordu. Sol gözü mosmordu. Olup biteni anlattı Aziz ustaya. Artık dayanacak hali kalmamıştı.
Nemli gözlerle dinleyen koca baba;
- ’Sabır evladım sabır! Bilirim, ahıra hapsedilen ceylansın sen. Zira o eşekten yediğin ilk tekme değil bu. Sabır! Sen Zeliha`sın. Ama zindandaki Zeliha! Eşek Yusuf olmaz ancak unutma ki, Zeliha da ebedi Yusuf`suz kalmaz. Sabret ve gör! ’ dediğinde duvarda asılı duran keskin bıçak birden yere düşüverdi. Kırılmıştı.
Aman Allah`ım! Kimselerin hiç böyle görmediği Aziz usta ağlıyordu. Ağlıyordu da Dilruba hanımefendi dahi bilmiyordu asıl neye ağladığını.
Masat da boynunu büküp mahsunlaşıvermişti. Çünkü o da yalnızdı artık.
İlerleyen yaşını bahane edip dükkânına kilit vuran Aziz ustanın birkaç ay sonra, son nefesini vermeden önce yazıp eşine takdim ettiği kâğıdı Dilruba hanımefendi açıp okuduğunda gözlerinden yağmurlar dökülüyordu.
- ’Ceylan kızım benim! Kırık keskin bıçağım sana hediyemdir. Zira asıl keskin bıçağın ta kendisi sensin. Onu almadan memleketine dönme. Yusuf`una da bizden selam et! ’ yazıyordu.
Muammer Bilim
YORUMLAR
...
- ’Ey gözümün nuru, gönlümün süruru, başımın tacı, derdimin ilacı hanımım! Yorma kendini bu kadar. Evet o bizim öz kızımız gibiydi lakin unutma ki, nikâh da değişmeyen kaderdir. Hz. Peygamber`in(SAV) ’Eğer erkek ince ruhlu ise hanımı ona galebe çalar. Yani ezer, hırpalar, çile verir. Yok hanımı ince ruhlu da beyi değilse o zaman da erkek ona galebe çalar, ezer, çile verir.’ mealindeki hadisi şerifi hatırlarım hep bu hanım kızımız aklıma geldikçe.
...
Yüreğinize ve kaleminize sağlık efendim. Selam, saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Rabbime emanet olunuz.