HAYAL EDİLEN ÖZGÜRLÜK
Uzaktan gelen bir korna sesiyle açtım bugün gözlerimi. Bir kaza oldu sanırım. Derinden, bağrışan insan sesleri geliyor. Uykuda bile rahat yok insana, kalkıyorum ve perdeyi aralıyorum. Yeni doğmuş olan güneş ışıkları içeriye bir demet halinde süzülüyor. Perdenin kenarından dışarıdaki havanın eşsiz güzelliğini görür gibi oluyorum. Perdeyi sonuna kadar açıp bu muhteşem görüntüyü doyasıya izlemek istiyorum ama sonra nedense vazgeçiyorum. Yaşadığımız hayat şartlarında her şey gibi bu da yanlış anlaşılabilir. Malum bir bayan olarak tüm hareketlerime dikkat etmem gerekiyor.
Bütün bu düşüncelerden uzaklaşıp pencereden geri çekiliyorum, gözüm duvardaki takvime takılıyor. Ömrümüzden giden bir günü daha temsil eden yaprağı koparıp okumaya çalışıyorum. Kekeleyerek de olsa başarıyorum. Ne kadar çok isterdim elime aldığım yazıyı hiç takılmadan şakır şakır okumayı. Ne kadar da çok istemiştim okula gitmeyi, okuma-yazma öğrenmeyi. Ne kadar da çok yalvarmıştım babama ve akrabalarıma. Ama aldığım cevap hep aynı olmuştu: Kız kısmı okur muymuş hiç, kim sokuyor senin aklına bu şeytan işlerini.
Çok yalvardım, çok ağladım… Sonunda ancak komşumuz Handan teyzeden birkaç bir şey öğrenebileceğim konusunda izin alabilmiştim. Handan teyze… Ne kadar da çok severdim onu. Buralı olmadığı belliydi, çevremdekiler gibi değildi o, farklıydı işte. Düşünceleri farklıydı, kendisi farklıydı, bütün olup bitenlere engel olmak isteyen bir hali vardı. Yüzündeki yılların getirdiği çizgilerden, onun çok olaylar yaşamış, çok acılar çekmiş olduğunu anlayabilirdiniz. Ancak küçücük yaşımla olup biteni tam kavrayamıyor, onun derdine ortak olamıyordum.
Hep sevecenlikle yaklaşmıştı bana karşı, büyük bir sabırla okumayı öğretmek için elinden geleni yapmıştı. Ben de elimden geldiğince çabalıyor, öğrenmeye çalışıyordum. Ama hiç de kolay olmuyordu, çünkü Arapça gerçekten zor bir dildi, çok karışık ve gerçekten öğrenilmesi çok zor olan bir dil.
Düşündüm de uzun zamandır ziyarete gitmiyorum Handan teyzeyi. Ne kadar da çok özledim onu, bugün gidip ziyaret edeyim diye düşünüyorum ama sonra nedense vazgeçiyorum. Dışarıya çıkmak gelmiyor içimden, çünkü dışarıya çıkmak yine o kara çarşafa bürünmek anlamına geliyordu benim için. Niye giydiğimi bilmiyorum ama yinede her dışarı çıktığımda bu kara zindana girmek zorundayım. Yıllar önce anneme sorduğum günü hatırlıyorum. “Neden bunu giymek zorundayım anne, ben bunu giymek istemiyorum.” demiştim. Annem önce kaşlarını çattı sonra da sinirinden kıpkırmızı olmuş gözlerini gözlerime dikerek aynen şu cevabı verdi: “Tövbe tövbe, başımıza şey mi olcan kız, bunu giymeyenlere ne gözle bakıyorlar bilmiyon mu sen, bundan sonra dışarı çıkmak yasak sana.”
Ben ağlayarak oradan uzaklaşırken annem arkamdan halen söyleniyordu. Bir daha da bu konuyu açmaya cesaret edemedim hiçbir zaman. Annemin dediği şey kelimesi uzun süre takıldı aklıma. Küçük yaşımla ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım. Sanırım kötü kadın demek istemişti.
Yaşım ilerledikçe Handan teyzeyle uzun hoş sohbetler yapmaya başladık. Birçok konu hakkında bilgi edindim ondan. Örneğin çağdaş ülkelerdeki insanların istedikleri gibi giyinip, istedikleri zaman dışarı çıktıklarını öğrendim. Üstelik kadın-erkek fark etmiyormuş, herkes eşit koşullarda değerlendiriliyormuş oralarda. O koşullarda yaşamayı ne kadar çok isterdim anlatamam size.
Düşünüyorum da bizim ülkemiz neden çağdaş bir ülke değil? Gerçi çağdaş kelimesinin anlamını da tam olarak bildiğim söylenemez. Sohbetlerimiz sırasında Handan teyzeden duymuştum. Dediğine göre hükümdarlıkla yönetilen ülkemizde padişah kendi rahatı bozulmasın diye halkının saf ve cahil kalmasını istiyormuş, ne kadar da canice öyle değil mi?
İnsanlar nasıl olabiliyor da bu kadar kötü olabiliyorlar aklım almıyor.
Bütün bu düşüncelerden sıyrılıp gerçek hayata dönüyorum. Gözüm yatağımdaki adama takılıyor, yani kocama. Aslında kocam diyemiyorum ona, benim için bir yabancıdan farksız. Yüzünü ilk kez nikâhta gördüm, nikâh dediğim de âdetler yerini bulsun diye kılınmış bir imam nikâhı. Yıllar geçip ben büyümeye başlayınca babam artık zamanı geldi deyip, benden yirmi yaş büyük olan bu adamla evlendirdi beni, bir kere bile sormadan apar topar evlendirildim. Hem de on altı yaşımdaydım daha…
Bir seneye varmadan ilk çocuğumu aldım kucağıma, daha kendi çocukluğumu yaşayamadan çocuk sahibi oldum anlayacağınız. Bütün bunlara rağmen kaderime razı olup yaşamaya ve ezilmeye devam ediyorum. Ve sanırım sonsuza kadar bu durum böyle devam edecek.
Sonsuza kadar………
Arkadan bir ses geliyor, “Haydi kalk artık, öğlen oldu neredeyse” gözlerimi açıyorum ve uzun süre çevremi algılamaya çalışıyorum. Üstümde kara çarşaf yok ve daha önemlisi yanımda yatan bir kocam yok. Hepsi kötü bir rüyaymış sadece. Yataktan kalkıp uzunca bir süre kendime gelmeye çalışıyorum, sonra da hazırlanıp okula gitmek üzere yola çıkıyorum. Bütün yol boyunca aklımı kurcalayan sorulara yanıt bulmaya çalışıyorum. Kimin sayesinde rüyamda gördüğüm gibi değil de demokratik bir ülkede birçok haklara sahip olarak yaşıyorum?
Tam bu sırada okulun bahçesindeki Atatürk büstüne takılıyor gözüm, sanırım aradığım cevabı buldum. Gözlerimi büste dikip, içimden sonsuz teşekkürler ediyorum ona. Peki, ben ne yapıyorum diye düşünüyorum bütün bunlara karşılık, ne yapmam gerekiyor yani? Karşıdan öğretmenimin sesi geliyor “haydi sınıflara artık” diye. Arkamı dönüp ona son bir kez daha teşekkür ettikten sonra kalabalığa karışıp kayboluyorum…
Pelin Ö.
-2005-
YORUMLAR
Sayın Sehriyar;
Bu yazıyı yayınladığım her yerde mutlaka sizin verdiğiniz tepkiyi veren birileri çıkıyor...
İnsanların düşüncelerine saygım sonsuzdur, aynı şekilde sizin yaptığınız yoruma da saygı duyuyorum...
Fakat ben halen, kimsenin giysisini küçük düşürücü beyanlarda bulunmadığımı düşünüyorum... Konuda geçen durumun farklı bir boyutu, insanlara dayatılan bir mecburiyet...
Neyse, anlatmak istediğimi anlayanlar olmuştur mutlaka...
Saygılar...
İnsanları giyim tarzlarından dolayı küçümsemek ve kınamak herşeyden önce anayasamız açısından suç işlemek.Sizin "kara zindan" diye tabir ettiğiniz giysileri birileri inancından dolayı giyiyorsa onu kınama hakkına sahip değilsiniz.Çarşaf giyinen kadınlar da bu ülkenin vatandaşları, devlete vergisini veren, çocuklarını askere gönderen insanlar ve Türkiye Cumhuriyetinin öz yurttaşları Çağdaşlık herşeyden önce medeni olmayı ve düşüncelerinize aykırı bile olsa insanların inançlarına ve giyim tarzlarına saygılı olmanızı gerektirir.Ben ülkemin yurttaşlarından bir kısmının giysilerini küçük düşürücü beyanlarda bulunmanızı kınıyor ve asla tasvip etmediğimi belirtmek istiyorum...
Atatürk,nur içinde yatsın tabii.Elinden geldiğinin en iyisini yapmış.Çok zor koşullar altında,olanaksızı başarmış..
Peki siz bu gün gerçekten özgür olduğunuza inanıyor musunuz ?
Kara çarşaf,zorunlu değil elbet..Ancak,prangalar var ayaklarımızda,farkında mısınız ? Savaş sonrasından farklı mı bu gün,özellikle ekonomik durumumuz ? Hele ekonomik dağılımdaki adaletsizlik ..Padişah yok bu gün,padişahlar var başımızda..Ve bizi çağdaş birer köle olarak sömürüyorlar.
Bizden daha kötüleri elbette var..Suçlusu Atatürk değil elbet.Bizleriz,sustuğumuz,kabullendiğimiz için...
Öykünüz güzeldi.Tebrikler.
Ah sevgili Pelin nerdeyse yazını yarım bırakacaktım kara çarşafı okuyunca....
Yok biliyorum çağdaş bir kadın olduğunu, en azından yazılarını okuyorum....
Ama okumaya değdi...kalemin daim olsun...Şimdi zaman gözlerimizi Atatürk büst ve resimlerinden ayırıp, onun düşüncelerini daha çok yaymak, savunmak ve yaşamak zamanıdır..
SEVGİYLE..