- 1525 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AHRETLİK
...AHİRETLİK
AHİRETLİK
Hülya Şenkul
Kırk yıl geçti, kırk uzun yıl... Zaman anılarımın çoğunu alıp götürdü ama, seninle ilgili olanları silemedi. Kurşun gibi saplanmışsın yüreğime. Acılarımla beslenmiş; kök salmışsın ruhumun en derin, en gizemli köşelerine... Belki de en çok sevdiklerin bile çoktan unuttu seni. Oysa bana bir ömre mal oldun... Beynime çakılmış bir çivi ve kalbime kızgın demirle dağlanmış kocaman bir soru işareti olarak kaldın.
Dört yıl süren arkadaşlığımızın her dakikası dün gibi aklımda. Bir eylül sabahıydı. Siyah önlüğümü giyinmiş, beyaz yakamı takmış, aynanın karşısında kendimi seyrediyordum. Ne kadar da büyümüştüm… Annem her zamanki gibi özenle örmüştü sarı saçlarımı. Ama kurdelem yoktu, çünkü ortaokullu olmuştum. Heyecanla ortaokulun simgesi olan kepimi başıma yerleştirip aynaya tekrar baktım. Güzeldim.
Gururla çıktım kapıdan. Seni gördüm. Benim gibi giyinmiştin. Çantanı bir sağ eline bir sol eline alıyor, telaşla etrafına bakıyordun. İri kara gözlerini bana dikip sordun. “Siz buraya yeni mi taşındınız?” Şaşırmıştım... Kekeleyerek: “Evet..” diyebildim. Kıvırcık saçlarını elinle arkaya doğru atarak: “Arkadaşımı bekliyordum ama gelmedi. Seninle arkadaş olalım mı?” diye sordun. Ne kadar da rahattın. Oysa annem bana yabancılarla konuşmamamı söylemişti. Aynı yaşta olmamıza rağmen benden daha uzun boyluydun. “Haydi gidelim, geç kalıyoruz.” İster istemez uydum bu emre. Çekingenliğim güldürmüştü seni. Bembeyaz dişlerini görünce elimle ağzımı kapattım... Çarpık dişlerimi görmeni istememiştim. Artık kendimi güzel bulmuyordum. Havası inmiş bir balon gibi sönük kalmıştım yanında. Tam bir esmer güzeliydin. Ben varlığından sadece annemin haberdar olduğu, uç vermiş göğüslerimi saklamak için omuzlarımı büzerken; sen, sütyenli memelerini gererek, kırıta kırıta, bir manken edasıyla yürüyordun. “Benim adım Betül. Seninki ne?..” “Mine.” Çoktan hükmetmiştin bana. Kendimi kedi yavrusu gibi hissetmiştim. Başımdaki şapkayı taşımakta zorlanıyor, elimle destekleyerek yanında yürümeye çalışıyordum.
O gün öğretmenlere komşu olduğumuzu söyleyerek aynı sınıfta, aynı sırada oturmamızı sağladın. Teneffüste beraber dolaştık. Eve birlikte döndük. Sen iki mahalle ötede oturuyordun. Beni anneme teslim edip gittin.
Annemin gözü tutmamıştı seni. Sorup soruşturmuş; sarhoş bir adamla cahil bir kadının, sekiz çocuğundan biri olduğunu öğrenmişti. En küçük kardeşin erkekti. Sen sondan ikinciydin. Tam altı ablan vardı. Üstelik onlar için pek de iyi şeyler söylenmiyordu.
Ben ise devlet memuru bir babayla, lise mezunu bir annenin tek çocuğuydum. İlkokulu İzmir’de bitirmiş, babamın tayini nedeniyle üç ay önce taşınmıştık Antep’e. Annem ille de çarşı içinden ev tutmamızı istemişti ama hem kiraların pahalı olması, hem de eşyalarımızı koyacak acil bir depo bulunamaması, bizi bu kenar mahallenin en iyi evine yerleşmek zorunda bırakmıştı. Anneme göre seninle arkadaşlık yaparsam terbiyem bozulurdu. Nasılsa en kısa zamanda çarşı içinde bir ev bulup kurtulacaktık buradan. O zaman kendi sosyal seviyemize uygun arkadaşlar edinebilirdim.
Annemin kalbini kazanman pek de zor olmamıştı. Kime nasıl davranacağını, ne zaman nasıl yalan söyleyeceğini birçok yetişkinden daha iyi biliyordun. Beni kaybetmeye hiç niyetin yoktu. Sen kendi evinde, evin itilip kakılan küçük kızıydın. Kimse duygularını düşüncelerini önemsemiyordu. Benim yanımdaysa kendini abla gibi hissediyor, beni şaşırtmaktan keyif alıyordun. Sana saygı duyuyordum. Süprizlerle doluydun ve benim bilmediğim çok şeyi biliyordun.
Evinize davet edildiğim ilk gün gördüm ki, ailen benim ailemden çok farklı. Her şey ulu orta konuşuluyor, büyükler çocukların yanında hiç çekinmeden şakalaşıp küfürleşebiliyorlardı. Oysa annem benim gözüme şöyle bir baktı mı hemen oradan uzaklaşır, ne konuştuklarını merak bile etmezdim. Sen ise oldukça meraklı bir çocuktun. Ailenin kaba saba konuşmalarını kendine örnek almasan da onları can kulağıyla dinliyor, senden herhangi bir şeyin gizlenmesine fırsat vermiyordun.
Aslında örnek alıp hayranlık duyduğun tek kişi vardı, ablan İlhan... O senin bir büyüğündü. Okumuş, hemşire olmuş ve uzak bir şehrin bir hastanesinde iş bulmuş çalışıyordu. Bazen birbirimizin evlerinde yatıya kalırdık ama, taparcasına sevdiğin ve özlediğin ablan İlhan’ı tanımam kısmet olmadı. Nedense o hep bizim şehir dışında olduğumuz zamanlar gelip giderdi, ya da sen öyle söylerdin, ben de inanırdım.
Eviniz, birbirinden bağımsız iki odayla bir küçük bahçeden ibaretti. En çok o bahçedeki sarmaşık güllerinin altında oturup, sohbet etmeyi severdik. İlk o bahçede kan kardeşi olmak istemiştin benimle. Korku dolu bakışlarım arasında, toplu iğneyi işaret parmağına batırıp sıkmıştın. Bir damla kan çıkmıştı. Sıra bendeydi. Ama tüm ısrarına rağmen yapamamıştım. Senin kadar cesur değildim. Aylar sonra okul bahçesinde top oynarken düşüp elimi kanatınca, toplu iğneyle parmağını yeniden kanatıp avucumdaki yaraya bastırmıştın. “Artık ikimizin kanı birbirine karıştı kan kardeş olduk” demiştin. “Kan kardeşi demek, ‘ahiretlik’ demektir. Artık sen benim ‘ahiretliğimsin’, ölsek de birbirimizin sırlarını saklatacağız ve öbür dünyada bile birbirimize arka çıkacağız... Tamam mı?"
Henüz on üç yaşlarındaydık. O yıllarda bu kararın hayatımın en önemli kararı olduğunu bilemezdim. Kendimi güvende hissetmeme sebep olmuştun. Ben hala çocuklukla genç kızlık arasında ki o ince çizginin üzerindeydim. Cinsellikle ilgili bildiğim tek şey, kızlarda ‘kuku’, erkeklerde ‘pipi’nin var olduğuydu. Oysa sen kendini çoktan keşfetmiştin. Benim henüz seninle paylaşacak bir tek sırrım bile yoktu.
Yine ilk defa evinizin bahçesindeki o sarmaşık güllerinin altında, bana göğüslerini göstermiş; sonra da benimkilere bakmış; okşamış ve onlardan utanmamam gerektiğini anlatmıştın. İlk sütyenimi almak için gizlice birlikte para biriktirmiştik. En küçük boyu bile büyük geldiği için, içine pamuk doldurup takmıştık memelerime. Bu, seninle paylaştığım ilk sırrım olmuştu.
Başka bir gün, kirlenip kirlenmediğimi sormuştun. Hiçbir şey anlamamıştım. Her genç kızdan ayda dört beş gün kan geleceğini uzun uzun anlatmış, sonra da eski giysilerini kesip bana bez hazırlamıştın. O zamanlar ne televizyon vardı ne de ped reklamları... Bezleri bir poşete doldurup bana sıkı sıkı tembihlemiştin: “Bak ahiretlik, bunları sakın kimseye gösterme!.. Çok ayıp! Benimkileri annem de ablalarım da hiç görmedi. Gizlice yıkar, kaynatır, kurutur, saklarım. Kimse bilmez kirlendiğimi...” Üç ay sonra başıma geldiğinde kirlendiğimi duymayan kalmamıştı. On gün hasta yatmıştım. Bezlerimi de hem o ay, hem de daha sonraki aylarda annem yıkamıştı.
En büyük tutkun fotoğraf çektirmekti. O yıllarda gördüğümüz tek renkli fotoğraf artistlerin kartpostallarıydı. Belgin Doruk, Muhterem Nur, Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik gibi sanatçıların afişleri ilham kaynağındı. Onlar gibi poz vererek çektirdiğin siyah beyaz fotoğraflarını, karton bir kutuda biriktiriyordun.
Sık sık sinemaya giderdik. Ara sıra da parka... Ama salıncaklara binmeme izin vermezdin. “Aman ahiretlik, çocuk muyuz biz?..” der, tahta banklarda oturup azrail menekşelerini seyrederek hayal kurardık. Hala nerde bir azrail menekşesi görsem, içim ezilir. Kendimi bir tuhaf hissederim. Acıyla sevinç arasında gelip giden bir esintidir bu.
O tahta banklarda kurduğumuz hayallerden biri de, yıllar sonra İstanbul’da bir deniz kenarında oturup, bu günlerimizi anmaktı. Yanımızda kocalarımız ve çocuklarımız olacaktı. Sen hiç deniz görmemiştin. Hatta Antep’in dışında başka bir yer de görmemiştin. Senin bilmediğin bir konu bulmanın heyecanıyla, ballandıra ballandıra denizi anlatırdım. Plajdaki güzel kızlardan, yakışıklı delikanlılardan söz ederdim. Bu sefer de sen ağzın açık dinlerdin beni.
Birbirimizi görmeden geçen tek bir günümüz yoktu. Merak ettiğim her şeyin cevabı sende olduğu için, annemi gereksiz sorularımla sıkmıyordum. Kaş almayı, göze sürme çekmeyi, dudak boyamayı, hatta ağda yapmayı bile senden öğrenmiştim. Gerçi ağdayı sen pişiriyor, sonra da beni bağırta bağırta tüylerimin üstüne yapıştırıp çekiyordun. Canımın acısından gözlerimden yaş gelse de aldırmıyor, annem eve gelmeden kendini de beni de temizliyordun. Bizim ev bu iş için çok uygundu. Babam işe annem de komşuya gidince, bizi rahatsız edecek kimse kalmıyordu. Sonra da banyoya girip birbirimizin sırtını keseleyerek yıkanırdık.
Çocukluğumdan beri annem beni külotumla banyoya sokar, sıra vücudumu sabunlamaya gelince “Haydi kızım, ben gözlerimi kapattım. Külotunu çıkartabilirsin.” derdi. Sırtımı anneme dönüp söyleneni yapar ve hemen iki elimle önümü kapardım. Çünkü ayıp, günah ve yasaklarla büyütülmüştüm. Senin yanında da mümkün olduğunca kendimi sakınmaya çalışırdım. Sen ise bana aldırmaz, yanımda rahatça soyunup giyinirdin. “Amaaan, sende olandan bende de var... Kız kızayız, utanacak ne varmış “ der, kahkahayı basardın. Banyo sohbetlerimizin en önemli konusu erkeklerdi. “Onlar şanslı, bir tek sünnet olurken canları yanıyo... Bizimki çek çek bitmez. Her ay sancılan... On beşte bir ağda yap. Gerdek gecesi ayrı dert... Bir de yetmezmiş gibi çocuk doğur.”
En çok da gerdek gecesinden korkardık. Kış günleri siz ailece aynı odada yattığınız için, annenle babanı uygunsuz şekillerde gördüğün; daha doğrusu uyur numarası yaparak gözetlediğin oluyordu. Bir gün: “Ahreeet.... Ben babamınkini gördüm. Nah böyle... Patlıcan gibi… Her yerinde kıllar var. Dikenli tele benziyo. Kız vallah billâh... Yalan söylüyorsam, iki gözüm önüme aksın.” derken, benim de senin kadar şaşırmam için elinden geleni yapıyordun... Zaten babandan ödümüz kopardı. O günden sonra hem daha çok korkmuş, hem de annen için üzülmüştük.
Zaten küçük yaşlarda erkeklerin kötü olduğu ve onlara asla inanmamamız gerektiği söylenirdi. Onları düşman gibi görsek de, merak etmekten ve kendimizi onlara beğendirmeye çalışmaktan da bir türlü vaz geçmezdik.
İki yılın nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Orta son sınıftaydık. Ben de gelişip serpilmiştim. Peşimde delikanlılar gezer olmuştu. Ama sen, yine benden çok öndeydin. Eskisi kadar sık görüşemiyorduk. İkimizin de çevresi genişlemiş, değişik arkadaşlar edinmiştik. Onlara da zaman ayırmak zorundaydık. Bu yüzden birbirimizi kıskanır, kavga ederdik. Günlerce küs kaldığımız olurdu. Ama fazla dayanamaz, sonunda mutlaka barışırdık. Yine de sende bir gariplik olduğunu sezerdim. Benden bir şeyler saklar gibiydin... Ben senin dert ortağın, tek sırdaşın, can arkadaşın, biricik ahiretliğin değil miydim? Neler oluyordu ?... Benden uzaklaştığını hissediyordum. Başkalarıyla daha mı samimiydin ne? İçime kurt düşmüştü! Teneffüste yanına sokulup sordum: “Bir şeye mi kızdın Allah aşkına? Bu ne surat?”. Omzunu silkip: “Yok, bir şey...” dedin. Oldukça gizemli davranıyordun. Ben acı çekiyordum ama senin aldırdığın yoktu. “Artık bana hiçbir şeyini anlatmıyorsun... Ne konuşuyordunuz Aysel’le fısır fısır? Öğretmen bile fark edip azarladı sizi. Neydi derdiniz?”. Yine omzunu silkip “Hiiiiç!” dedin. “Sevgilisi varmış da, onu söylüyordu.” “Sahi miiii?.. Kimmiş peki?” “Söyleyemem, yemin ettirdi!” “Hani biz ahiretliktik?” “Aptal! Bu benim sırrım değil ki! Başkasının sırrını da söyleyecek değiliz herhalde...” “Tamam o zaman! Biz zaten İstanbul’a taşınacağız. Babam tayinini istedi. Aysel’le ahiretlik olursun artık!” İri kara gözlerini açıp, dehşetle baktın yüzüme. “Yalancıı!” diye bağırdın. “Vallahi billahi! Akşam söyledi babam!”. Hemen boynuma sarılıp, özür dilemiştin.
Okuldan çıkınca bize gittik. Annem komşudaydı. Çantalarımızı fırlatıp pencerenin önündeki divana yerleştik. Kıkırdayıp duruyordun. Sonra susup gözlerime dikkatle baktın. “Ne var?” dedim. “Sen hiç öpüştün mü? Filimlerdeki gibi, dudaktan...”. Bir kez daha şaşkınlığa uğramıştım. Yaşımız on beşi bulmuştu bulmasına da, ben hala sokakta sek sek oynuyordum. Zaten minyon tipliydim. Senin tersine, yaşımdan da küçük gösteriyordum. Ara sıra arkadaşlık teklifleri alsam da çocuk yanım ağır basıyordu. Yaşıtlarım çeyizleri için dantel örüp kanaviçe işlerken ben top peşinde koşmaya devam ediyordum. Senin ise ne çeyiz derdin vardı, ne de oyun. Sadece yakan top oynarsak dayanamaz, oyuna katılırdın. Senin için en önemli şey, güzel görünmekti. Cinsel arzuların göğüslerinden önce kabarmış olduğundan, ilgi alanın benimkinden çok farklıydı. “Ben öpüştüm! Çok güzel bir şey, elektrik çarpmış gibi, titriyo insan...”
O gün, ilk defa aşktan söz etmiştin. Bir çocuğu, seviyordun. Adı Ahmet’di. Lise son sınıftaydı ve okumak için köyden gelmiş, sizin mahallede ev tutmuş, tek başına oturuyordu. Annen bazen seninle ona yemek gönderiyordu. Uzaktan akrabanızdı ve sen ona ilk günde abayı yakmıştın... Sonunda onun dikkatini çekmeyi başarmıştın.
Çok şaşırmıştım. Altı aydır bir sevgilin vardı ama sen bunu benden gizlemiştin. En azından Ahmet sana duygularını açtığı zaman anlatmalıydın bana. Kendimi ikinci plana itilmiş hissetsem de, bu yeni gelişmelerin heyecanıyla kızgınlığım geçivermişti. Eskisinden daha sıkı fıkı olmuştuk. Bana daha çok ihtiyacın vardı. Ahmet ile buluşacağın zaman, annene bizde olacağını söylüyordun. Birbirinizi çok seviyor ve evlilik hayalleri kuruyordunuz. Sen esas kızdın, o da esas oğlan... Ben, esas kızın en yakın arkadaşıydım. Tıpkı seyrettiğimiz filmlerdeki gibi...
Sana göre benim de sevgilim olmalıydı. Ahmet’in arkadaşı Ömer’in, beni sevdiğini söylüyordun. Ben durumun farkında bile değildim ama, sen istediğin için onunla görüşmeye başladım. Okul yolunda buluşup konuşuyorduk. Öylesine masum, öylesine sıradan konuşmalardı ki bunlar... Yine de kendimi suçlu hissediyordum. Karşılaşınca yanaklarım kızarır, hep yere bakardım. Ahmet ile sen el şakaları yaparken, biz okuldan bahsederdik. Şimdiki gençler kameralı cep telefonlarıyla flört ediyorlar. Bizim evlerimizde telefon bile yoktu. Bol bol mektuplaşırdık. Sevgililer birbirine söyleyemedikleri her şeyi; mavili pembeli, parfüm kokulu sayfalara döker, bir köşe başında sevgilinin eline sıkıştırırlardı. O mektupların hepsinde mutlaka bir mani, bir de ortasından ok geçen kalp olurdu.
O yıl aşk meşk derken ikimiz de sınıfta kaldık. Babalarımızdan bir ton azar işittik. Ceza olarak da bütün yaz sinemaya gönderilmedik. Biliyor musun Ahiret, üstü açık yazlık sinemaların hiçbiri yok artık. Herkesin evinde renkli televizyonlar var. Ama televizyonda izlenen filmler, insanı sinemadaki kadar sarmıyor. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırdı kolaylaştırmasına da, duygularımızı köreltti. Ne eski dostlar kaldı, ne de eski aşklar... Bu devirde internet ortamında yaşanan sanal aşklar, cep telefonlarından çekilen mesajlarla yürüyen dostluklar moda. Oysa biz her damla sevgiye emek verir, attığımız her adımın bedelini ödeyerek ilerlerdik.
Ertesi yıl, okulla aşkı bir arada götürmeyi öğrenmiştik. Sene sonunda sen yatılı sağlık meslek lisesini kazanmıştın. Bana da İstanbul yolu görünmüştü. Annem eşyaları toplamaya başlamıştı bile... İki gözümüz iki çeşme, kilitli hatıra defterlerimize hasret sözcükleri yazıyorduk. Sana ayırdığım sayfadaki sararmış cümleler, yok olup gitmemek için inatla zamana direnmeye devam ediyorlar. “Kalbin kadar saf ve temiz olan bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim.” diye başlayıp, “Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma. Unutursan küserim, gözlerinden öperim.” diye bitirdiğin sayfanın; bir gün hançer olup yüreğime batacağı aklıma bile gelmezdi.
Güneşli bir günün sabahı eşyalarımız kamyona yüklenmiş, ayrılık saati gelip çatmıştı. Et tırnaktan kopar gibi koptuk birbirimizden. Annemle babam kamyonun önüne, ben kamyonun üstüne, eşyaların arasına oturmuştum. Mahallenin gözyaşları içinde kamyon hareket edince işin ciddiyetini kavramış, bağıra bağıra ağlamaya başlamıştım. Sen hem kamyonun peşinden koşuyor, hem de var gücünle bağırıyordun: “AHREEEEEEEEET!... SAKIN BENİ UNUTMA.!...”
Denizi görene kadar ağlamıştım. İlk birkaç gün, gözüme uyku girmedi... Sonra yavaş yavaş alışmaya başladım yokluğuna… İstanbul’da yaşayan liseli bir kızdım artık. Sen de meslek lisesinde yatılı okula yerleşmiş, İlhan ablan gibi hemşire olup beyaz kep giyineceğin günü bekliyordun. Birbirimize yazdığımız sayfalar dolusu mektuplarda, yaşadığımız her anı paylaşıyorduk. Yeni arkadaşlarım, kalbimde ki yerini alamamıştı. Verdiğimiz sözü, ettiğimiz yemini unutmamıştık. Hala biz ahirettik. Mektuplarımız okul adreslerimize geliyor, böylece ailelerimize hesap vermekten kurtuluyorduk. Ama benim okulumda mektuplar idare tarafından okunuyordu. Bu yüzden Ahmet’den bahsederken Ayşe, Ömer’den bahsederken de Ömür diyorduk. Mektuplarımız öylesine hasret doluydu ki, her defasında müdüre hanım beni odasına çağırıp sorguya çekiyordu. Bizim gençliğimizde bir kızla bir erkek arkadaş olamazdı. Olsa olsa sevgili olurdu. Bu da bir genç kız için felaket demekti. Bilsen şimdiki gençler ne kadar şanslılar. Aşklarını doya doya, duya duya yaşıyorlar. Birbirleriyle arkadaş, sırdaş, dost olabiliyorlar. Bizim zamanımızda, ilkokul yıllarında bile, kız öğrenciyle erkek öğrenci aynı sıraya oturtulmazdı. Şimdi sarmaş dolaş sokaklarda gezebiliyorlar. Biz, sevginin suç sayıldığı bir zamanda yitirdik gençliğimizi. İki kız arkadaşın birbirlerine yazdıkları mektupların bile disiplin cezasını gerektirecek unsurlar taşıyabileceğine inanmış öğretmenler tarafından örselendik.
Allahtan sizin okulda mektuplarınız okunmuyordu. En azından bana öyle yazmıştın. Postacının yolunu dört gözle bekliyordum. Başka bir iletişim aracımız yoktu. Meraktan ölecek gibiydim... Hiç bu kadar geciktirmemiştin. Tam umudumu kesmiştim ki: “Mıne Çelik. Mektubunuz var, lütfen idareye.“ anonsuyla kendime gelip, koştum müdürün odasına. Daha kapıdan içeri girer girmez, okkalı bir tokat yedim suratıma ve ardından, top gibi gürledi Müdür. “Bu ne rezalet!.. Neler çeviriyorsunuz siz!..” Bir yandan kızaran yanağımı ovuşturuyor, bir yandan da şaşkınlık ve korku dolu gözlerle Müdür Bey’e bakıyordum. Hiçbir şey anlamamıştım. Elime tutuşturduğu zarfa ve içinden çıktığı belli olan yarım defter sayfasına şöyle bir göz attım. Senin adın yazılıydı zarfın üstünde. O yarım sayfadaki birkaç cümlelik yazı da senin di... “SENDEN NEFRET EDİYORUM, ASLA AFFETMEYECEĞİM, BENİ ARAMA!”. Ama neden? Müdür Bey’in ısrarlı sorularını duymuyordum bile... Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki... Bunu sen yazmış olamazdın!
Üç gün okuldan uzaklaştırma cezası almıştım. O üç gün boyunca, gece gündüz ağladım... Sana sayfalar dolusu mektuplar yazarak, suçumun ne olduğunu öğrenmeye çalıştım. Ama sen hiçbirine cevap vermedin. Hastalandım, aylarca tedavi gördüm. Ders çalışamıyor, arkadaş edinemiyordum. İçime kapanmıştım.
Artık konservatuar öğrencisiydim ve Antep’den gelen bir kız benimle aynı sınıftaydı. Adı Nevin idi. Seni tanıyordu. Bana küsmenin sebebini ondan öğrenmiştim. Bana yazdığın mektupların birinde “…Başım dönüyor, midem bulanıyor. Hastayım…” demiştin. Ben de “Başının döndüğünü, midenin bulandığını yazıyorsun yoksa... Aman kendine dikkat et!” diye cevaplamıştım. Meğer sizin okulda da mektupların okunacağı tutmuş ve seni sorgulayıp dövmüşler. Sonra da bekâret muayenesine götürüp rezil etmişler. Benim çocukça düşüncem, senin gururunun kırılmasına ve çok sevdiğin hemşirelik mesleğine veda etmene sebep olmuş.
Ahmet ile olan aşkınız sürüyormuş, nişanlanmışsınız. Benim seni kıskandığımı ve kasten öyle yazdığımı düşünüyormuşsun... Nevin’e teşekkür edip hemen kaleme sarıldım. Sana çok uzun özür cümleleriyle dolu bir mektup daha yazdım. Aradan tam üç uzun yıl geçmişti ve artık beni anlayıp affetmeni umuyordum... Ama yanılmışım...
Çok geçmeden hakaret dolu mektubunu aldım. Mektubunda “Ömer ile ablam da nişanlandı. Zaten sen onu hakketmiyordun. Sen kıskanç, çirkin ve zavallısın. Senin yerinde olsam kendimi öldürürdüm. Öl! Geber! Senin yaşamaya hakkın yok!” gibi bir sürü şey yazmıştın. Nasıl bu kadar acımasız olabilmiştin? Hala aklım almıyor.
Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Çok üzgündüm ama zamanı geriye döndürüp o mektubu yok etme şansım yoktu. İstemeden de olsa ben sana zarar vermiştim, sen de benden intikamını almıştın. Seni unutmalı ve hayatıma devam etmeliydim. Yapamadım. Seni unutmama asla izin vermedin. Okulumu bitirmiş, diplomamı almış, evde tatilin keyfini çıkarmaya çalışıyordum ki Babam seslendi: “Mineee, gelsene şu gazetedeki kız senin Antep’deki arkadaşına ne kadar da benziyor...” Önce haberi okudum: “DOĞUM GÜNÜNDE KENDİNİ ASTI!”. Sonra gözüm resme ilişti, aman Allah’ım!.. Sana benziyordu... Daha küçük yazıları okumaya çalıştım. “BETÜL DAĞLI, BİLİNMEYEN BİR SEBEBLE ...” Bayılmışım. Ayıldığımda annemin babamla tartıştığını duydum. Babam boş bulunmuş, benim bu kadar etkileneceğimi düşünememişti. Anneme göreyse ben o haberi asla görmemeliydim.
Annem haklıydı. Büyük bir şok geçiriyordum ve hayatım boyunca sürecek bir depresyonunun içine yuvarlanmıştım. Artık kocaman bir kadınım. Üstelik ünlü bir ses sanatçısıyım. Ama hala yalnız, hala çaresiz, hala mutsuzum. Biliyor musun Betüş, senden sonra senin kadar yakın arkadaşım olmadı. Kime güvensem, kimi sevsem kıskandın... Rüyalarıma girip, dargın ve suskun yüzünü gösterdin bana. Sanki gerçek gibiydin ve ben ölmediğini sanıp, kendimi sana affettirmek için çırpınıp durdum! Ama ne mümkün… Sen rüyalarımda bile bana eziyet etmeye devam ettin. Belki de bu yüzden hep yalnız kaldım. Ne aldığım sakinleştiriciler unutturabildi seni bana, ne de şan şöhret...
Şöhretin ilk basamaklarındayken ilk aşkım Ömer, İstanbul’a gelip sahneye çıktığım bir mekânda beni izlemişti. Onu onca kalabalığın arasında görür görmez tanımıştım. Programı nasıl bitirdim, Ortaköy’e ne zaman gittik, sahildeki o bankta kaç saat oturduk, inan hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, onun beni hala sevdiğini söylemesiydi. Ablanla nişanlandığı masalını da beni incitmek için yazdığını o gece öğrenmiştim. Ama beni en çok ilgilendiren şey, senin neden ölümü seçtiğindi... Sevdiğinle nişanlıyken… Neden? Ailenle mi sorunların vardı, yoksa sırf ben kendimi ömür boyu suçlu hissedeyim diye mi kıymıştın canına...
Hayır, hiçbiri değildi... Her şey o fotoğraf çektirme merakın yüzünden gelmişti başına... Bir gün fotoğraf stüdyosunda, genç fotoğrafçının tecavüzüne uğramış ve hamile kalmıştın. Çocuk seninle evlenmek istemiş ama sen çocukluk aşkından vazgeçemediğin gibi, durumu ona açıklayacak cesareti de bulamamıştın kendinde…
O fotoğrafçının senin ölümünden sonra tutuklandığını, ama gene de kimsenin gerçek sebebi tam olarak bilmediğini anlatmıştı Ömer bana.
Biz dargın olmasaydık belki de benimle paylaşırdın sorunlarını... Ben seni teselli eder, kendini öldürmene izin vermezdim. Yani bir bakıma gene de benim yüzümdendi yaşamdan kopuşun. Ama merak ediyorum, acaba o fotoğrafçı gencin de rüyalarına girip hayatını kâbusa çeviriyor musun, yoksa sadece bana mı yoğunlaştırdın öfkeni. Çocukça bir hatanın bedelini, bu kadar ağır mı ödemeliydim sence?
Buralarda, on yılda bir genel af çıkıyor… Senin olduğun yerde af yok mu be Ahiretlik? Zaman aşımına uğramaz mı suçlar? Ne mal mülk mutlu edebildi beni, ne de şan şöhret… Ne zaman bitecek sendeki bu kin, bu öfke, bu nefret! Direnemedin yaşama. Umutlarını, hayallerini bana bırakıp kaçtın. Ben ise, yalnızlığıma katlanıp tutunmaya çalıştım hayata… Kimle yakınlaşsam sana yaklaştım. Kime darılsam, sendin kalbimi kıran… Kimden uzaklaşsam, senden ayrılmanın acısı çöktü içime… Ve bir de baktım ki, seni var etmek için, kendimi yok etmişim! Sen ölüvermişim farkına varmadan…
Söylesene Betüş… Bu kadar soğuk mu ölülerin yüreği? Yedi bitirdi beni bu azap. İçin için çöktüm, yaşlandım. Ne olur, bana da bir yer ayır yanında. Çünkü sen beni bağışlamasan da, ben seni çoktan bağışladım…
Ahiretin Mine...
YORUMLAR
sevgili hülya; seni ne kadar tebrik etsem azdır. bu yaşıma kadar okuduğum hikayelerin sayısı yüzlercedir diyebilirim. ama "ahretlik" bambaşka bir hikaye. ergenlik çağında iki kız çocuğun yaşadıklarını, sosyal ortamdaki psikolojilerini, inanarak yaşayışlarını, dostluklarını, olayların gelişme ve sonuçlarını öyle mükemmel yazmışsın ki, müthiş etkilendiğimi bağıra bağıra söyleyebilirim. Mükemmel bir kurgu, mükemmel bir dil ve mükemmel bir konu. Tek kelimeyle harika. Emeğine sağlık.