- 1335 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
EŞEK
Mehmet Sabri HABERVEREN
Yetmiş beş dereceden fazla sıcaklık yayan güneşin altında, ıssız yoldan birinin geçmesini beklerken, bütün vücudundan terler boşanıyordu. Bir taraftan da yularından yapıştığı, koca Şam Eşeğini zapt etmeye çalışıyordu. Gücünün tükendiğini, azaldığını hissediyor, eşeği elinden kaçıracağından korkuyordu. Sabahleyin uykudan uyandığında, böyle bir durumda kalacağını düşünmesi imkânsızdı. Sabah kahvaltısını yufka ekmeğe sarıp, dürümlediği, İsot, peynir ve çayla yapmıştı. Sıcak bahar ve yaz günlerinde sulanmış, kuru yufka ekmeği, sanki yiyenin serinlemesini sağlıyordu. Batıdaki birçok kişi sıcak havada İsot yemenin, insanı ağzını burnunu acıdan yakmasının sebebini anlayamazdı. Halen birçok kişi güneydoğudaki insanların acı biber yemesinin sebebini bilmezler. Güneydoğuda yazları sıcaklık gölgede kırk derecenin üstüne çıkar. İnsan vücudunun ısısı ise 36 derecedir. Bu durumda vücut bu dış sıcaklığa dayanamaz. Tıpkı bir top patladığı zaman, kulak zarının basınçtan patlaması gibi. Böyle bir durumu önlemek için ne yaparız? Ağzımızı açar, basıncı dengeler, kulak zarımızı kurtarırız. İşte güneydoğu insanı da vücut ısısını, dış ısıya ayarlamak, için İsot yer, acı yer vücut sıcaklığını yükseltir, böylece vücudunu korur. İsot’un Türkçesi ısı ottur. Harf düşmesi ve yerel ağız sebebi ile ısı ot “İsot” olmuştur.
Umutsuzca yolu tekrar kontrol etti. Gelen giden yoktu. Sabahleyin kahvaltıdan sonra, annesi evde un kalmadığını, ertesi gün ekmekçilerin geleceğini söylemişti. Bu sözler, değirmene buğday götürülüp, öğütülüp un yapılması gerektiğini ifade ediyordu. Ekmekçiler iki kadın olurdu. Bunlar evinde ekmek, yani yufka yapamayan kişilerin evlerine yevmiye ile gelir ekmek yaparlardı. Biri yufkayı açar, diğeri açılan yufkaları saçta pişirirdi. Bu ekmekçi kadınların bazıları gerçekten çok iyi yufka açar ve pişirirlerdi. Yufkanın ortası ile kenarları aynı incelikte ve pembeleşinceye kadar pişirilmiş olurdu. Yevmiye ile gelen ekmekçi kadınlar işlerini bitirecekleri zaman, eve bazlamaç da yaparlardı. Bazlamaç ya da Bazlama’nın normal yufkadan farkı; biraz daha kalın olması ve kurutulmadan, yumuşak pişirilmesiydi. Ekmeğini bitiren kadınlara yevmiyelerinin dışında, beş altı tane de bazlamaç verilirdi. Bu yüzden o yörede “Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmekte fazla ver.” Şeklinde bir atasözü oluşmuştu. Buğday çuvalı yaklaşık 60 cm. eninde 125 ila 150 cm. uzunluğunda genellikle kıl örme olurdu. Çuval ağzı bağlanacak bir biçimde buğday doldurulup eşeğe yüklenir, değirmene öğütülmeye götürülürdü.
Sabahın saat dokuzu olmasına rağmen sıcaklık bir hayli artmıştı. Buğday çuvalı eşeğe yüklendikten sonra Mehmet yola çıktı. Babası bu eşeği bağa çıkmadan bir ay önce almıştı. Çok güçlü, çok hareketli ve inatçı bir hayvandı. Eşeğin sırtındaki semere buğday çuvalı enine yatırılmış, Mehmet’te semerin arka tarafına, çuvalı tutacak şekilde oturmuştu. Bu oturuş biçimi eşeğin idaresini bir hayli güçleştiriyordu. Hareketli hayvan üzerindeki yüke rağmen, oyun oynar gibi yola çıkmıştı. Zürafa Bekir’in bağının önünden geçerken, yola çıkan koca engerek yılanı Mehmet’in eşeğinin ürkmesine ve buğday çuvalını ve kendisini üzerinden atmasına sebep olmuştu. Mehmet eşekten düşünce hem canı yanmış, hem de dizi yaralanmıştı. Buna rağmen ayağa kalkıp, kaçan eşeği yakalamaya çalıştı. Sonunda eşeği yakaladı. Ama dizi fena kanıyordu. Arka cebindeki mendili çıkarıp kanayan dizini bağladı. Sıcak hatırı sayılır bir durumdaydı. Esinti, rüzgâr namına bir şey yoktu. Eşeğin yularından tutup yolun kenarına çekti. Kırmızı toprağa oturup canının acısının geçmesini bekledi. Bu arada yolun her iki tarafına da gelen giden var mı diye bakıyordu. Ne buğdayı bırakabiliyor nede yoluna devam edebiliyordu. Tek başına Şam Eşeğine buğday çuvalını yüklemesine oldukça zordu. Gerçi eşek hareketsiz durabilse belki sırtladığı çuvalı eşeğe tekrar yükleyebilirdi. Kalktı. Buğday çuvalını dikleştirdi. Bu arada eşeği de yularından tutuyordu. Eğildi, buğday çuvalını sağ omzuna yatırdı. Buğday çuvalının ağırlığı altında dizleri titreyerek doğruldu. Çuval omzundaydı. Eşeğe yüklemeye çalıştı. Eşeğin sırtına her yaklaştıkça eşek yerinde dönüyor, çuvaldan kaçıyordu. Mehmet çuvalı eşeğin sırtına atmak için epeyi uğraştı. Her defasında eşek kaçıyor, çuval yere düşüyordu. Çuvalı yeniden omzuna almak yeniden eşeğe yüklemeye çalışmak liseye henüz başlamamış olan Mehmet’i oldukça yormuştu. Bütün vücudundan terler boşanıyordu. Bu arada susamış dili damağına yapışmaya başlamıştı.
EŞEK 2
Eşeği Zürafa Bekir’in bağına götürüp, oradaki zeytin ağacının altına bağladı. Eşek gölgeye gelmenin keyfi ile anırmaya başladı. Kendisi de ağacın altına oturdu. Güneşten sonra zeytin ağacının gölgesi oldukça serin gelmişti. Bu arada vakitte öğle olmuştu. Uzakta yolda duran buğday çuvalına baktı. Keşke biraz daha büyümüş olsaydım diye düşündü. O zaman çuvalı kaldırmaya da eşeğe de gücü yeterdi. Kalktı yoldaki buğday çuvalının yanına gitti. Çuvalı tekrar sırtlandı. Ayakları dizleri, titreye, titreye Zürafa Bekir’ bağına doğru yürümeye başladı. Niyeti eşeği yularından ağaca oldukça yakın bağlamak, bağlı eşeğin üzerine de yükü yüklemekti. Bağın sınır duvarına kadar geldi. Üzüm bağının içerisinden toplanmış kara taşlar, bağ sınırına gelişi güzel dökülerek duvar niyetine kullanılmaktaydı.
Bağın sınırı duvar taşlarına yaklaştığında Mehmet’i başka bir düşünce aldı. Ya taşların altına gizlenen başka engerek yılanları varsa… Âlim Allah, bu yılanlardan biri sokarsa, insan olduğu yerde kala kalırdı. Oldukça zehirli yılanlardı engerek yılanları. Başları üçgen biçiminde bir, bir buçuk metre boyunda bu yılanların orta bölümleri, yani karın bölgeleri oldukça kalın, kuyrukları ise, farekuyruğu gibi ince olurdu. Kendi bağlarında sabahları erkenden, üzüm keserken görmüştü. Sabah serinliğinde bağ teveklerinin dallarının altında bir halat yumağı gibi daire biçiminde dolanır, başını da üste koyarak uyurdu engerekler. Saldırgan ve oldukça zehirli oldukları için herkes korkardı. İşte şimdi Mehmet duvara yaklaşmaya korkuyordu. Fakat ne kadar korksa da çuvalı bağın içine zeytinin altına götürmesi gerekti. Çuvalı indirdi. Duvardan bağa çıkacağı yere taşlar atmaya başladı. Taşlar öyle bir ısınmıştı ki adamın elini yakıyordu. Taş artmasının sebebi gizlenmiş engerekler varsa kaçırmak içindi. Gerçi duvarın oralarda serçe falanda yoktu. Bazen küme, küme serçenin bir yere inip kalktığını görürseniz, oraya yaklaşmayın. Serçeler yılanın gözlerine âşıktır derler. Mehmet bağda budama sonrası çırpıların biriktirildiği yere serçelerin yoğun bir biçimde inip, kalktığını görünce oraya gitmek istemişti. Babası da bunun farkına varınca;
—Gitme Mehmet, bırak hayvancıklar kısmetlerini yesinler.
Demişti. Sonunda çırpıların altına gelen yılanların serçeleri avladıklarını, serçelerinde yılanın gözüne bakmak için av olduklarını öğrenmişti. Mehmet taşlara, dikkatli bir biçimde basarak, ağır, ağır çuvalı Zürafa Bekir’in bağının içerisine, oradan da eşeğin bağlı olduğu zeytinin altına taşıdı. Sarf ettiği gayret, güneşin yakıcı sıcağı, Mehmet’in giyeceklerinin, terden ıslanmasına sebep olmuştu. Bu defa yere oturmadı. Terden ıslanmış elbiseleri yere oturursa çamur olacağı için, buğday çuvalının üstüne oturdu. Oturmak yetmedi. Çuvalın üzerine uzandı. Zeytin ağacının sık yaprakları koyu bir gölge yapıyordu. Buda güneşin altından sonra oldukça bir serinlik veriyordu.
Mehmet uzandığı yerde, solukları düzelinceye kadar kaldı. Bu arada zeytinin budaması yapılmazsa, seneye meyve vermeyeceğini düşündü. Dinlendikten sonra kalktı. Eşeği yularından çok kısa olmak üzere ağaca bağladı. Çuvalı daha önce yaptığı gibi sağ omzuna aldı. Dikkatli bir şekilde kalktı. Eşeğe yanaştı. Eşek çuvalı görünce eskisi gibi kaçmaya başladı. Ancak yerinde yarım tur dönebildi. Boynu ağaca yaslanmıştı. İster istemez durdu. Mehmet içinden, küfrederek buğday çuvalını eşeğin üzerine attı. Sonra eşeği çözdü. Eşeği Zürafa Bekir’in bağından çıkana kadar yularından tutarak götürdü. Sonra yoldaki binek taşının kenarına çekerek, kendiside eşeğe bindi. Değirmene doğru yola koyuldu.
Cıncıklı Değirmenine yetiştiği zaman, vakit öğleden sonrayı bulmuştu. Eşeğini gölge bir yere bağladı. Değirmende çalışan işçiler eşeğin sırtından çuvalı aldılar. Kantara koyup tarttılar. Çuvalın ağırlığını küçük bir kâğıda yazarak Mehmet’e verdiler. Mehmet kâğıdı cebine koyup değirmenin arkına doğru yöneldi. Suyun fokurtusu ve serinliği bulunduğu yere kadar geliyordu. Suya yetişince oturdu, ayakkabılarını çıkardı. Elini yüzünü ayaklarını güzelce yıkadı. Dizindeki yaraya sardığı mendili açtı yarasını temizledi. Mendilini derede yıkadı. İşini bitirince ayakkabılarını eline alarak değirmene döndü. Değirmen işçilerinden birisi; Mehmet’e
—Buğdayın bir saat sonra öğütülmüş olur.
Dedi. Mehmet amcasına giderek yemek yemeyi düşündüğünden;
—Eşeğim burada kalabilir mi?
Diye sordu. Olumlu cevap alınca amcasının evine doğru yola çıktı. Sabahtan beri eşekle, çuvalla uğraştığından oldukça acıkmıştı. Amcasının evine ulaştığında mis gibi kebap kokularının geldiğini duydu. İçeri girince kadir amcası sevinçle;
—Gel bakayım kardeşim oğlu. Kaynanan seni çok seviyormuş.
Dedi. Mehmet
—Bırak amca yahu sabahtan beri başıma gelmeyen kalmadı.
Mehmet bir yandan sabahtan beri yaşadıklarını amcasına anlatırken, bir yandan da nefis patlıcanlı kebabı, közlenmiş isodu, baş soğanı dürüm yaparak yiyor, kalaylı bakır tastaki buzlu ayranı içiyordu. Mehmet yemeğimi yedikten sonra amcasından izin isteyerek değirmene döndü. Eşeğin yükünün düşmemesi için bağlamaya kendiri amcasından almıştı. Öğütülmüş buğday mis gibi un kokuyordu. İşçilerin yardımı ile çuval eşeğe yüklenmiş ve bağlanmıştı. Mehmet keyifle eşeği bağa doğru yola sürdü. Eve vardıklarında ikindi olmuştu. Annesi geç kaldığını, daha unun elenmesi gerektiğini söylerken, Mehmet başından geçenleri anlatmaya başlamıştı bile…