ŞEKER-MARTI-‘BEN’
Ne kadar zamandan beri burada olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktu. Dört duvarın hapsettiği bu koyu karanlık, zamanı emmişti sanki. Ve onun da bu karanlığın karnını deşip zamanı kurtarmaya ne gücü vardı ne de isteği. Uzandığı yerden ağır ağır doğruldu. Kafasını, boyundan çok yüksekte olan parmaklıklı pencereye doğru kaldırdı. He ne kadar göremese de ayı, çekim kuvvetini tüm ruhunda hissedebiliyordu. Ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerledi. İki adımda özgürlükle esaret arasındaki demir perdeye ulaştı. İçinde o demir perdeyi kaldırmak gibi bir niyet saklı değildi. Nasıl olsa o kapı olmasa bile dışarıya adım atacak gücü yoktu. Geri döndü ve tekrar oturdu yerine. Nemden süngere dönmüş ciğerlerinden bir öksürük koptu. Göğsü yırtılmıştı sanki. Ama acımadı kendine. Ne öksürük nöbetlerinden paramparça olan göğsüne ne titremelerle sarsılan bedenine ne de kendisiyle ilgili herhangi bir şeye acıyacak durumda değildi. Başını avuçlarının arasına aldı ve belleğindeki görüntülerin suyunu sıkmak istercesine sıktı kafatasını parmak uçlarında. Acıyamazdı kendisine. Buna hakkı yoktu. İçten ve sessiz, ağlamaya başladı; gözyaşı olmadan. Çünkü bu nemli duvarlar akıtacak gözyaşı bırakmamıştı ona. Usulca yatağına kıvrıldı tekrar. Uykusuz bir uykuya daldı.
Açtığında gözlerini kapının önündeki bir tabağın içinde haşlanmış patatesler ve hemen yanında duran kağıtlarla kalemi gördü. Kendisinin de beklemediği bir çabuklukla yerinden fırladı. Tabağı bir kenara itti ve yerdeki bir tomar kağıdı aldı. Kağıtların bomboş olduğunu görünce bir an için duraksadı. Dolmakalemi de eline alarak sırtını kapıya verdi ve düşünmeye çalıştı. Ancak bir türlü beceremiyordu çünkü açlığın midesine vermiş olduğu yakıcı his bir türlü buna fırsat vermiyordu. Kaç gündür ağzına tek lokma koymamıştı. Yiyemediğinden değil. Yemek istemiyordu sadece; çekeceği fiziksel acıyla yüreğinde taşıyamadığı o ağırlık biraz olsun hafifler ümidiyle. Ama şimdiye kadar bunun pek bir işe yaradığı söylenemezdi. Ve şimdi de bu durum çıkmıştı ortaya. Anlaşılan o ki ondan bir şey yazmalarını istiyorlardı. Ama bu titreyen elleriyle kalemi bile zor tutuyordu. Bir yudum su içti ve patatesleri çabucak yedi. Biraz daha iyi hissediyordu kendini. Kâğıtları ve kalemi yattığı zeminin üzerine bırakarak volta atmaya başladı. Hücre bu kadar iyi aydınlandığına göre öğle vakti olmalı diye düşündü. Kafasını yukarı kaldırıp pencereye baktı. Masmavi gökyüzünü görebiliyordu. Ama güneş de en az dün geceki ay kadar kayıptı. Birden martıların çığlıklarıyla titredi duvarlar. Bir çığ gibi düştüler pencereden kulaklarına. Bu ani baskının şaşkınlığıyla geriye doğru sendeledi, sırtını tekrar kapıya verdi. Çığlıklar bıçak gibi kesilmişti ancak o bu sessizliği duyamıyordu. Beyninin içindeki çığlıklar kulak zarını parçalayıp dışarı çıkmak istiyorlardı sanki. Dengesini kaybedip dizlerinin üstüne çöktü. Avuçlarıyla kulaklarını bastırıyordu sesleri bastırmak istercesine. Ama nafile bir çabaydı. Küçük bir kız çocuğundan kalan çığlıkların onu terk etmeye hiç mi hiç niyeti yoktu.
Kendine geldiğinde bu kağıtların neden verildiğini az çok tahmin edebiliyordu. Ondan, o küçük kız çocuğunun çığlıklarını yazmasını istiyorlardı; her şeyi anlatmasını. Ve diğer kız ve oğlan çocuklarını, gençleri yaşlıları… Kağıtları yattığı zemine koydu. Kalemi alır almaz elleri titremeye başladı. Ama titreyen sanki kalemdi. İyice eğildi kağıda, ‘ben’ sözcüğü büyüdü mürekkebin gölgesinde. Devamı gelmedi. Yazamadı adını. Utanmış mıydı? Belki. Tekrar denedi; içindeki bu zehir, gözlerindeki bu uykusuzluk mürekkebe karışır gider ümidiyle. Olmadı, yazamadı. Bembeyaz kağıdın başındaki leke halinde bulunan ‘ben’ e baktı. Şimdi kulaklarında yankılanan kendi çığlıklarıydı. Kağıtları ve kalemi bulduğu yere bıraktı. ‘Ben’ yazılı kağıdı ayırdı. Uzun uzun inceledikten sonra bir uçak yapmaya başladı. Kağıdı yavaş yavaş ve özenli bir şekilde katlıyordu. Sanki küçük oğlu yanındaydı ve ona yeniden öğretiyordu uçak yapmasını. Bittiğinde uçak, başını tekrar parmaklıklara doğru kaldırdı. Hala masmaviydi gökyüzü. İlk denemesinde parmaklıklardan geçirebildi uçağı. Bir ‘ben’, maviye karışıp gitti.
Gözlerini açtığında askeri üniformalı iki kişi başında bekliyordu. Önce ne olduğunu anlayamadı. Yavaş yavaş doğruldu yatağından. Askerlerden biri oldukça kısa boylu ve zayıftı. Salak bir ifade gölgeliyordu suratını. Anladığı kadarıyla bir erdi. Diğeri ise onun tam zıddıydı. İri yarıydı ve insanı küçümseyen masmavi gözleri vardı. Saçları bir kirpiyi anımsatıyordu. Üniformasından anladığı kadarıyla o da bir erdi. Bir süre kimse konuşmadı. Sessizliği içeri giren yaşlı bir kadın bozdu. Ellerindeki siyah yağmurluğu kısa boylu olanın eline tutuşturduktan sonra kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle hücreyi terk etti. Kısa boylu er, ‘Ayağa kalk’ dedi zorlama bir sertlikle. Emri ikiletmedi ve yavaşça ayağa kalktı. Yaşlı kadının getirdiği yağmurluğu ona doğru uzattı. Bu örtülü emri de ikiletmedi ve yağmurluğu giydi. İki askerin eşliğinde hücreden çıktı. Koridor karanlık olmasına rağmen askerler kendilerinden gayet emin bir şekilde yürüyordu. Bir an için onları yarasaya benzetti. Ve o da elinden geldiğince yarasa taklidi yapmaya çalıştı. Nereye götürüldüğü sorusu ancak koridordan ana binaya çıktıklarında aklına geldi. Aslında bu soru en başından beri aklındaydı ama sorma ihtiyacı hissetmemişti. Oysaki şimdi dışarıdaydı ve ellerine kelepçe takılmıştı. Yağmur yağmıyordu ancak her an bir sağanak bastırabilirdi. Daha birkaç gün önce masmavi olan gökyüzünü şimdi tanrının gölgesi kaplamıştı sanki. Yerler çamurluydu ve ayakkabıları çamurdan gözükmüyordu ancak umurunda değildi bu. Bir an nereye götürüldüğünü sormayı unuttuğunu hatırladı: Beni nereye götürüyorsunuz?
İri yarı asker, ‘Sorguya’ dedi. Başka bir soru sormadı.
Kalabalık bir caddeye girdiler. İnsanların bakışlarını üzerinde hissediyordu. Ruhunu didik didik ediyorlardı sanki. Ancak, ayakkabılarının çamur olmasını umursamadığı kadar umursamıyordu bu durumu. Onlar neyin farkındaydılar ki? Onun gözleri karşı kaldırımdaki bir oğlan çocuğuna takıldı. Altı yedi yaşlarında olmalıydı. Bir berber dükkanının önündeydi. Oğluna hiç benzemiyordu ama bir şekilde benzetmişti ona. Bir de berber dükkanının önünde rastlamış olması… Oğlunu berbere götürdüğü zamanlar… Her zaman aksilik çıkarırdı. Ama eline bir şeker verince… En az oğlu kadar gençti o zamanlar. Şimdiyse… Ona fazladan bir şeker alabilmek içindi her şey.
‘Ateşiniz var mı?’, bu soru komutanın dur emriymişçesine askerlerin kesin bir hareketle durmalarına sebep oldu. Kahverengiye çalan kısacık saçları ve simsiyah gözlerinin üstünde aynı siyahlıkta gür kaşları vardı. Soruyu kısa boylu olana sormuştu ama ona bakmıyordu bile. Göz göze geldiler çok kısa bir an için. İnsanın içine işleyen kin dolu bakışlar… Ama o da kaçırmadı gözlerini. İnsanı çileden çıkartacak bir kayıtsızlıkla baktı ona. Çünkü o gözler çok daha fazlasını görmüştü. Bu bir anlık bakışma iri yarı askerin ‘ateş mateş yok ‘ diye kükremesiyle kesildi. Adam duraksamadı ve hızla uzaklaştı. Ama arkasını dönüp hala ona baktığını hissedebiliyordu.
Büyük bir kalabalığın önünde durdular. Yedi kişilik bir askeri grup iki askere doğru yaklaştı. Aralarında bir şeyler konuştular ama hiç oralı olmadı. Buraya niçin getirildiğini bile unutmuştu. Yedi asker, mahkum için yol açtı. Bir anda öfkeli mırıldanmalar ve giderek artan bir uğultu kapladı boşluğu. Ancak mahkum, meydanın ortasına konulmuş masanın başındaki adamın karşısına geldiğinde, sessizlik tüm kulaklara hakim oldu. Bu sırada nerden geldiğini anlayamadığı bir kadın ağzı kulakların varmış bir şekilde yanına geldi ve elini omzuna koydu. Bir flaş patladı ve kadın aynı çabuklukla ortadan kayboldu. O ne olduğunu anlamaya çalışırken masanın başındaki adam, kafasını kağıtlardan kaldırmadan ‘Adın?’ diye sordu. Bir an duraksadı. Adını mı unutmuştu yoksa? Hayır. Söylemek istemiyordu sadece. Adına karşılık gelen kavram ruhundaki bir hastalıktan başka bir şey değildi. Sonra bir şey fark etti. Masanın başındaki bu küçük adama söylese adını, hastalıktan kurtulacakmış gibi geldi. Aynı kağıda yazmak gibi. Gökyüzüne karışan kağıttan uçak. Zorla da olsa araladı dudaklarını. ‘Ben’ dedi, devamı gelmedi. Kalabalığın içinde kaynamaya başlayan mırıldanmalar kendi sesini bastırmıştı. Gayri ihtiyari başını sola doğru çevirdi. Ona doğru doğrultulmuş silahın namlusuyla göz göze geldi. Başını kaldırıp bakamadı silahın sahibine. Belki o zaman sorardı kendine, ‘Ateş vermediğimiz için mi tüm bunlar?’
Namludan alamıyordu gözünü. O ağır mı ağır karanlıktan. Nedense bu sabah çıktığı koridoru hatırlattı ona. O koridor da simsiyah ve dardı. Kendini kurşun gibi hissetti. Hayatı boyunca kimlere isabet etmişti? Sonra berber dükkanının önündeki çocuk. Elinde şeker mi vardı? Onun çocuğunu alıp götürdüklerinde de şeker vardı elinde. Başka ne yapabilirdi ki? O küçük kız çocuğunun ve daha nicesinin çığlıkları kulaklarındaydı. Ama daha başka ne yapabilirdi ki? Alıp götürmüşlerdi çocuğunu.
Simsiyah bulutlar emeklerinden bir ter damlattı tenine. Aynı anda bir koridordan çıkan kurşun –belki de kendisiydi- oturdu soluğunun tam ortasına. Yığıldığında yere martıların çığlıklarını duyamıyordu artık.