- 1570 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
MANEVİ BEKÇİLER
O gün kasabanın meydanında her gün kinden daha fazla bir hareketlilik ve kalabalık vardı. Adeta iğne atsanız yere düşmezdi. Genç yaşlı, çoluk çocuk, kadın erkek, kasabanın meydanına toplanmış ana baba günüydü. Yarım saat sonra hareket edecek treni bekliyorlardı. Rusya’ya çalışmak için gidecek gençleri yolcu etmek için insanlar toplanmıştı.
Tren istasyonu kasabanın meydanının hemen yanında idi. Rötarlıda olsa Ankara-İstanbul seferini yapan trene gençler binip, önce İstanbul’a, oradan da gemiyle Odesa limanına gideceklerdi. Böylece Rusya’ya varan gençler, Rusya’da Avrupa-Sibirya Demiryolu’nun inşaatında çalışacaklardı.
Bu işi hemşerileri Cengiz Bey asker arkadaşı Muhsin Bey sayesinde ayarlamıştı. Muhsin Bey doğma büyüme İstanbullu olup, İstanbul’da çocukluk arkadaşı Rum kökenli Türk Vatandaşı Costantin’le çok samimi idi. Hatta onun sayesinde Rusya da bu işi bulmuştu.
Bu iş ağır ve zahmetli bir iş olduğu için dürüst, çalışkan insan gücüne ihtiyaç duyulmakta idi. Costantin aynı zamanda dinine bağlı Fener Rum Patrikhanesine giden bir insandı. Ruslar Fener Rum Patrikhanesi vasıtasıyla bu demiryolunda çalışacak insan araştırmışlardı. Patrikhane de Costantin Efendiyi tavsiye etmişti. Costantin Efendi de çocukluk arkadaşı Muhsin Bey’e bu durumu bildirmiş Rusya da işin olduğunu söylemişti. Şayet çalışırsa uzun süreli ve iyi para getirecek bir iş olduğunu belirtmişti. Böylelikle Muhsin Beyle anlaştılar ve Rusya’da ortaklaşa iş yapmağa başladılar.
Muhsin Bey dürüstlüğü, dindarlığı ve çalışkanlığı sayesinde kısa sürede Rusların itibar ettiği güvenilir kişi olmuştu. Hatta bu işi yapan ana firmanın içinde ona taşeronluk bile verilmişti. Demiryolu raylarının döşenmesi için zeminin sağlamlaştırılmasında rayların ve traverslerin altına mıcır döşenmesi zeminin düzleştirilmesi taşeronluğunu ona vermişlerdi.
Bu ağır ve insan gücüne fazla ihtiyaç duyulan bir işti. Çalışacak elemana ihtiyaç vardı. Muhsin Bey’in asker arkadaşı Cengiz aklına geldi. Cengiz’e yazdığı mektupla onu işe alacağını ve Cengiz’in kendisi gibi güvenilir, dürüst, çalışkan olan çevresinde bulunan arkadaşlarından veya hemşerilerinden 10–15 kişiye ihtiyaç duyulduğunu bildirmişti. Bu kişilere iş verebileceğini eğer beğenirlerse daha fazla kişiyi işe alacağını ve yıllarca işin olacağını belirtti. Bu şekilde Cengiz’le irtibat kurdu. Cengiz de arkadaşlarından ve hemşerilerinden oluşan 14 kişiyle kasabalarından trene bindiler. Önce Haydarpaşa’ya oradan da gemiyle Rusya’nın Odesa limanına vardılar.
Odesa Limanında asker arkadaşı Muhsin Bey, Cengiz ve hemşerilerini karşıladı. Hoş beşten sonra Odesa’nın yakınında bulunan inşaatın şantiyesine gittiler. Buraya şimdilik yerleştiler.
Burada başka insanlarda bulunmaktaydı. Yaklaşık 50–60 kişi civarındaydılar. Koğuşlarda kalıp, aynı mekânı paylaşıp, yemeklerini yapıp, çamaşırlarını yıkayıp, adeta kendi başlarına ayakta kalmağa çalışacaklardı. Kendi işlerini kendileri yapacaklardı.
Kasabadaki gibi ne anneleri ne de eşleri vardı. Hasretlik bir yana kendi ihtiyaçlarını da kendileri karşılayacaklardı. Ayrıca bunun üstüne birde dil bilmemenin dezavantajı eklenince sanki Rusya’da çölde yolunu kaybetmiş yolcu gibiydiler. Hemşeriler bu yüzden birbirleriyle kenetlenmek zorunda idiler.
İşin doğası gereği pekte kolay değildi. Kimse babasının hatırına beş kuruş vermezdi. Akşama kadar günde en az on saate yakın kazma kürekle, taş ve toprakla uğraşmak zorundaydılar. Olsun dişini tırnağına takıp, çalışmak zorundaydılar. Kimisi memleketinde ev yapmak hayaliyle kürek sallıyordu, kimisi evlenmek ümidiyle taş ve toprakla akşama kadar uğraşıyordu.
Genel olarak fazla problemi olmayan uyumlu insanlardı. Hatta başlangıçta Ruslardan çekinmişlerdi. Sonradan onlarında kendileri gibi insan olduklarını hatta birçok konuda aynı düşündüklerini gördükçe onlara daha fazla yaklaşmışlar dostluk kurmaya başlamışlardı. Zamanla Ruslara alıştılar. Rusların işlerine bağlı insanlar olduklarını gördüler. Yalnız bir kusurları varsa oda zaman zaman aşırı votka içip sarhoş olmalarıydı. Sarhoş olunca da ne yaptıklarının farkında olmamalarıydı. Bu yüzden araların da birkaç defa tartışma çıkmış olup, tartışma kavgaya dönüşmeden güç bela önlenmişti.
Ruslar da Türklerin dürüst, çalışkan ve inançlarına çok bağlı olduklarını gördüler. Hatta Cengiz ve onun samimi arkadaşları Abdullah ve Süleyman’ın çok çalışkan, dürüst ve dini, bütün birer Müslüman olduklarını zaman zaman müşahede ettiler.Bu şekilde çalışarak günler geçiyordu.
Akşamleyin koğuşta işçiler toplanmışlardı, akşam yemeğini yedikten sonra yatak ranzalarının üzerine uzanmış istirahat ediyorlardı. Kendi aralarında sohbet ediyorlardı. İşçilerden bir tanesi laf arasında;
—Yahu arkadaşlar! Bu Ruslar bize çocukluğumuzda büyüklerimizin anlattıkları gibi değiller. Çocukluğumuzda büyüklerimiz bizi korkutmak için “Ruslar geliyor.” Diyorlardı. Rusları öcü gibi gösteriyorlardı. Hal bu ki onlarda bizim gibi insan. Dedi.
Bir başka işçi lafa karışıp;
—Tabi ki insan gibi olacaklar bizler kalkmış gelmişiz adamlara yol yapıyoruz. Hizmet ediyoruz. Köle gibi çalışıyoruz. Dedi.
Köşedeki ranzada uzanan bir başka işçi sabredemedi;
—Babamızın hatırına yapmıyoruz. Karşılığını alıyoruz. Dedi.
Her akşam koğuşta bu türden konuşmalar eksik olmazdı. Hatta işçilerden Cemalettin ilk geldiği günlerde başından geçen bir olayı anlatınca i koğuşta bulunan şçiler dakikalarca gülüştüler. Olay şuydu;
Cemalettin ilk geldiği günlerde henüz işe tam manasıyla başlamamıştı. Koğuşta yapılacak ufak tefek işleri yapıyordu. Ekmek alması için ona para verip, fırına göndermişlerdi. Ekmek al getir dediler. Oda fırına gidip el kol hareketleriyle meramını Tarzanca anlatıp, iki çuval ekmekle koğuşa gelmişti. Cemalettin’den istenilen ekmek on adet iken oda el hareketiyle işaret edince Rus fırıncıda bunu on çarpı on yüz ekmek olarak anlayıp, Cemalettin’e yüz ekmek vermesi, saatlerce koğuşta gülmeğe neden olmuştu. Zaman zaman bu tür komik şeyleri anlatarak işçiler bir nebzede olsa sıla özlemini bastırmağa çalışıyorlardı.
Nihayet anlaşmağa göre üç ayda çalışanların parasının ödenme vakti gelmişti. Herkes çalıştığı süre miktarınca parasını almağa başlamıştı. Herkes hak ettiği parayı muhasebeden aldı. Cengiz, Abdullah ve Süleyman’a çalıştıkları gün eşit olmasına rağmen diğer işçilere göre %50 daha fazla bir para verildi. Maaş bordlarında diğer işçilere göre %50 daha fazla yazıyordu. Diğer işçilerle aynı işi yapıyorlardı. Buna bir anlam veremediler. Diğer işçiler bir yanlışlık oldu diye Cengiz ve arkadaşlarını muhasebeye bildirdiler. Hatta Cengizgilde durumu muhasebeye ilettiler. Muhasebe müdürü bu durumu patronları İvanov ve Kasparov’un istediğini söyledi. Kendisinin bu parayı ödemek zorunda olduğunu, bir yanlışlığın olmadığını belirtti. Muhasebe müdürü;
—Ben anlamam Patronların emri böyle, gidiniz onlara sorun. Benim hesabımda yanlışlık yok. Dedi.
Cengiz ve arkadaşları diğer işçilerle beraber patronları İvanov ve Kasparov’un bürosuna gittiler. Durumu patronlarına izah ettiler. Onlarda ikisi birden adeta sözleşmiş gibi bir ağızdan;
—Evet, bu hesapta bir yanlışlık yok. Muhasebeci doğru bir şekilde maaşlarınızı ödemiş, Biz Cengiz, Abdullah ve Süleyman’a bilerek diğer işçilere göre %50 fazla ücret ödedik. Onların dışındakilere de çalışmalarının karşılığını verdik, eksik vermedik. Kimseye haksızlık etmedik. Herkes hakkının karşılığını aldı. Dediler.
Diğer işçiler hep bir ağızdan;
—Ama efendim! Aynı işi yapmamıza rağmen üç arkadaşımıza bize göre %50 daha fazla ücret vermişsiniz. Dediler.
Yine aynı şekilde sözbirliği yapmış gibi patronlar birlikte;
—Evet, doğru %50 üç arkadaşınıza fazla ücret verdik. Size de hakkınız olanı verdik. Hakkınızın altında ücret vermedik.Onlara verdiğimiz bu fazla ücret nedir biliyor musunuz? Onlar bizim iş yerimizin “Manevi Bekçileri”, Onlar bu işyerini gece gündüz beklemektedirler. Bu %50 fazla pay onların bu görevlerinin karşılığıdır. Fazla mesai yapıyorlar. Diyince, işçiler sabredemediler;
—Ne yani biz gece yatarken onlar sabaha kadar işyerini mi bekliyorlar? Onlarda bizim gibi yatıp kalkıyorlar. Hiç bir farklı yönleri ve çalışmaları yok. Diyince, patronları İvanov ve kasparov gülerek işçilere bakıp;
—Var var hem de çok farklı yönleri var. Nedir diye sorarsanız, tek kelimeyle “İnançları” deriz. Çünkü onların söyledikleriyle yaptıkları aynı.İçleri ile dışları aynı. Bu işyerinde asla hırsızlık yapmazlar, yapılan zarar ziyana engel olurlar. Ekmek yedikleri bu müesseseyi kendi malları gibi korurlar. Şayet bir zarar verecek olsalar bizlerin gözünden kaçsa bile onlar Allah’a ve ahirete inandıkları için hesap vereceklerinden zararı öderler. Allah’tan korkarlar, hesap vermekten çekinirler. Bu işi kim yapar? Vicdan sahibi tam inanmış insan yapar. Yani bizim tabirimizle işyerimizin”Manevi Bekçileri” yapar. Elbette her işin, iyiliğin bir karşılığı olmalı bu fazla ücrette onların bu iyiliklerinin karşılığıdır. Diyince, yine diğer işçiler yarı Türkçe yarı Rusça kızarak,
—Sayın patronlarımız bizlerin ne kötülüğünü gördünüz, biz çaldık mı, yaktık mı yıktık mı? Diyince, aynı şekilde patronları;
—Doğru, kötülüğünüzü görmedik, ama ekstradan iyiliğinizi de göremedik. Söyler misiniz bize, bizim inançsız Ruslardan ne farkınız var? Onlarda aynı işi yapıyorlar. Fırsatını bulsalar işyerini soyarlar. Hesap verme korkusu kimse görmezse var mı? Sizde aynı değil misiniz? Bakıyoruz da sözde Müslümansınız, ne ibadet var ne bir şey. Bizim inançsız Ruslarla beraber votkayı fıçı fıçı götürürsünüz. Kanunların açığını bulunca babanızı tanımazsınız. Ama o adamlara işyerini bıraksanız hakları değilse en ufak bir şeye dokunmazlar. Biz onlara canımızı, malımızı hatta namusumuzu teslim ederiz. Gözümüz arkada kalmaz. Çünkü hesap vereceklerine inandıkları için bir şey yapmazlar, hatta korurlar zarar gelmesin diye, söyleyiniz bize bir şeyi görevi olmadan koruyan, kollayan, emanete riayet eden ve kendi malıymış gibi esirgeyen kimselere "Manevi Bekçiler" denmezde ne denir?
01.12.2007
Tarık TORUN
HEPSİ HİKAYE
"Dedemden, Babamdan, Benden"