Mesut olmak lazım…
Mesut olmak lazım…
Gün ağarmış yataktan zorla da olsa kalkmışım, başım çatlıyor.
-Kahvaltı hazır, sakın kahvaltı yapmadan gitme! Eşimdi, yoldaşımdı.
İki odalı lojmanımızın salon penceresinden dışarı bakıyorum. Kara kış fena bastıracak. ”Yine işimiz zor diye” geçirdim içimden.
Alacakaya, namı değer Guleman, dağların üzerinde kartal yuvası, etrafta bir tek ağaç yok. Çıplak dağlar, dağlar sadece dağlar…
Bu manzara insana hapsedilmiş hissi verir bazen, sanki birileri sizi almış ve büyük parmaklıkları olan bir yere hapsetmiş ve siz sadece o parmaklıkları görüyorsunuz. Bazen de hüzün verir insana bu manzara, yalnız olduğunu ve hatta terk edildiğini anımsatır ve dünyada kendisinden başka kimsenin yaşamadığını düşündürür. Kimi zaman da bu manzara neşelendirir insanı, bu zor koşullarda yaşayabiliyorum, mücadele edebiliyorum, Ferhat misali bu dağları delebiliyorum, diye.
Ruh halinize göre düşünüyorsunuz. Kendinizi mi düşünmeniz gerekir? Ailenizi mi? İşinizi mi? Yani kısacası;
Madenci, madenci için midir, yoksa madencilik için mi?
İki kez üst üste çalan havalı korna ile irkildim
- daaaat..daaat….
- Geldik işte ne oldu yani iki dakika çayımızı bitirsek, diye bağırdım pencereden.
Çift şöför mahalli Dodge pick-up a doluşmuş dört mühendis, deri gocuklarına sarılmış, titrek ve üşümüş yüzleri ile bana bakıyorlar.
- Çayını Soride içsene efe…
Hamit, İzmir ödemişli hep böyle konuşur, cümlelerinin sonuna efe kelimesini ekler. Yakışıyor aslında, kısa boylu ufak tefek bir arkadaşımız, biz de ona doğal olarak efe derdik.
Guleman, lojmanlarımızın olduğu bölge, Sori ise işyerinin olduğu bölge arada sekiz km. mesafe var, toprak yol bozuk köy yolu yani zıplaya, zıplaya gidiyor ve yine zıplayarak dönüyoruz. Belki de günün yorgunluğu bu sarsılmalarla atılıyordur. Kim bilir. Lojmanların arasından ilerleyen araç, mezarlığı geçiyor ve düzlükte akıl çeşmesinin önünden…
“Bu akıl çeşmesinin hikayesi de ayrı; Rivayet odur ki başmühendisimiz, Mehmet bey araba kullanmasını bilmiyormuş, öğrenmeye de hevesi var tabi ama baş mühendis, kime desin bana şoförlük öğret diye, neyse cesaretini topluyor ve şoför Hasan’a biraz da emrivaki yaparak direksiyona geçiyor, işte tam bu düzlükten geçerken çeşmeye geliyor ve olduğu gibi çeşmenin içine araçla birlikte giriyor, alın size akıl çeşmesi.”
…geçerken dikkatlice bakıldığında belli belirsiz herkesin yüzünde bir gülümseme oluyor. Bahro köyünün içerisinden geçen araç, yine bahçe çitleri ile uğraşan Ali Kurt’u sıyırıyor sanki, geriye bakıyorum aynadan, dudaklarında belli belirsiz sitem var.
Ali Kurt yaşlı bir madenci, hani kurt dediklerinden zaten soyadı da öyle ya, yolu çitleri kullanarak her gün biraz daha daraltıyor, kurt ya, amaç şirketten bir şeyler koparabilir miyim, ama bu hevesi her zaman kursakta kalıyor.
Sori de yine koşuşturma var.
Vardiyadan çıkanlar evlerine gidiyor, yorgun bedenlerini kimseden saklamadan. Vardiyasına gelenlerde de eve dönüş zamanının heyecanı var sanki yüzlerinde, şakalaşıyor gülüyorlar biri birleriyle, onlar değil sanki yeraltına girip havasız tozlu ortamda vardiyasını tamamlayacak olanlar. Onlar değil sanki bir hafta boyunca ailelerini göremeyecek olanlar.
Oturup akşam vardiyası raporlarına bakarken Osman tavşan kanını getirdi, Abi gettim.
-Oğlum dilini eşek arısı soksun senin, gettim ne! getirdim diyeceksin.
Yine her günkü aynı fırçamızı Osman’a attık, o da söyleyememenin beklide ezikliğini yaşıyor ama biz bu fırçayı mutlaka atıyoruz. Hoşumuza gidiyor.
Daha çayı yudumlamadan, yeniden Osman karşımda sırıtıyor. Ağabey toplantı var.
Beş mühendis ve başmühendis,
Günün mana ve önemi tabiî ki başmühendis tarafından dile getiriliyor. Her gün aynı sözler, aynı temenniler, aynı başarı dilekleri.
- Programı tutturalım çocuklar.
Başmühendis Mehmet beyin son sözleri ile kapanıyor toplantı. Sen kal. Diyor Mehmet Bey
Çayımızı burada içiyoruz zorunlu olarak, kapı çalıyor ve genç bir arkadaş içeri giriyor. Mesut, diyor Mehmet Bey, çiçeği burnunda yeni mühendisimiz. Diye de ekliyor.
-Mesut Beyi al ocağı gezdir, hazır olması için elinden geleni yap. Diye emrivaki yapıyor.
Eee, başa gelen çekilecek tabi. Odaya gittik Mesut’la sohbet, nerden, nasıl ve niçinlerin ardından ocağa vardık.
Cemil çavuş karşıladı bizi, hoş geldin beyim.
-Hoş bulduk Cemil Çavuş. Bu arkadaş, yeni mühendislerimizden Mesut Bey, hazırlan ocağa gireceğiz.
-Olur, beyim dedi Cemil Çavuş.
Yaklaşık 1,90 m civarındaydı, iri yarıydı elleri çok büyüktü. Hep düşünmüşümdür, nasıl hareket ediyor bu yeraltında diye. Ama yıllarını vermişti neredeyse emekliliği gelmişti.
- Beyim, dedi Cemil Çavuş ve ekledi.
- 1430 Galerisine dün konuştuğumuz gibi bir ekip gönderdim. Çalışıyorlar oraya bakalım mı?
Arama galerisi sürülmesi işiydi daha yeni başlamıştı yaklaşık 10 m kadar olmuştu
- Sen bak, Cemil Çavuş. Biz Mesut beyle girelim ocağa, hatta başlarında kal çıkışta senin yanına geliriz. Dedim.
- Olur beyim.
Karpit lambalarımız hazırlanmış, kapı çıkışına konulmuştu. Maden ocağına girişte başkaca bir aksesuara şantiyede ihtiyaç duymuyorduk, çünkü giysilerimizi evden giyerek çıkıyor, çekiç ajanda ve baretimi zaten Soriden alıyorduk. Burada sadece karpit lambasına ihtiyacımız vardı. Maden ocaklarında aydınlatma için kullandığımız bu lambalar, pratik ve ucuz olduğundan kullanımından vazgeçilemiyordu ve her türlü şartta yanabiliyordu.
“Karpit lambasının, alt kısmında karpitin konulacağı bir hazne ve bu haznenin bir boru çıkışı var ve bu boru ucuna meme tabir edilen ince delikli bir parça ilave ediliyor. Üst kısmında su haznesi var haznenin alt bölümünde, bir musluk yardımı ile su akıntısı sağlanıyor. Bu iki parça bir kelepçeyle birleştiriliyor ve musluk açıldığında karpit üzerine su düşüyor, su ile karpit birleşince asetilen gazı oluşuyor ve meme ucundan çıkıyor. Bu gaza, bir kıvılcım çakıldığında tutuşarak yanıyor. Bu alev yer altında oldukça önemli bir aydınlatma sağlıyor ve bu aydınlatma ile tüm çalışmalar rahatlıkla gerçekleştirilebiliyor.”
Maden ocağı yörenin en büyük ocaklarından biriydi, Tepebaşı, dam dört girişi var, giriş ile madenin bulunduğu yer arası yaklaşık dört km. en üst kotu ile en alt kotu arasında iki yüz metre fark var, her katta yaklaşık on km. ye yakın galeri ve bir o kadar da boşluk var.
O gün her nedense, maden ocağı içerisindeki çalışılan bölgeleri değil de yıllar önce çalışılmış bölgeleri gezip görmek istedim. Bu isteğim belki, yeni çalışma alanları bulabilmek amacı güdüyordu, belki de yanımda yeni mühendise biraz da hava atamak veya çalışma alanlarımızın ne denli güç şartlarda olduğunu göstermekti, bilemiyorum her ikisi de olabilirdi.
Ayağımızda botlar, elimizde karpit lambası, başımızda baret 1404 galerisinden içeri yürümeye başladık, galeri uzundu, galeri cidarlarının çatlaklarını kontrol ediyor ve demir yolunun traverslerinin aşınıp aşınmadığını kontrol ederek ilerliyorduk.
Bu travers, düşünürken karpit lambasının alevi ile bir sigara yaktım. Yeni mühendis olmuş ve Guleman’a tayin olmuştum, aynı yanımdaki delikanlı gibi.
- Efendim ben Hacettepe Üniversitesinden mezunum, okulumuz genelde cevher hazırlama üzerine yoğun eğitim yapıyor, mümkünse bu alanda çalışmak isterim.
- Olmaz kardeşim, bana madenci lazım, doğru ocağa, hadi. Dedi
Yanındaki başmühendise dönüp biraz da azarlayarak emir verdi, Müessese Müdürü.
Henüz bir gün olmuş oraya geleli, ancak benden başka bir de efe var. Başkada mühendis yok, on ocak ve yaklaşık iki bin işçi var, bir koşturmaca ki sorma gitsin.
Doğru ocağa emri verilir de, biz kendimizi ocak yönetirken bulmaz mıyız, bulduk tabi, tamam okulda öğrendik, bir takım şeyler biliyoruz ama pratikte neler var bilmiyorum, öğreten de olmadı.
- Hoş geldiniz beyim.
Cemil Çavuş karşılamıştı, yanımda Baş Mühendisimiz Mehmet Beyle birlikte.
- Hoş bulduk baş efendi. Mehmet Bey bu şekilde hitap ederdi baş çavuşlara, eski madencilerin de bu şekilde hitap ettiklerine şahit olmuştum. Bu hitap şekli cezaevlerinde de kullanılıyor. Her nedense.
Arkadaşımız bundan böyle bu ocağın amiridir, kendisine yardımcı olunsun, ocağın her yanını tanıtın diye Cemil çavuşa bir dizi emir verdi. Dönüp,
- Akşam görüşürüz raporunuzu bekliyorum. Arabasına atlayarak gitti
Gitti ya, gitti. Kaldık mı bir başımıza, yeni mezun olmuş bir mühendis ve yıllarını madenciliğe vermiş bir baş efendi. Hadi bakalım kolay gelsin.
Hoş beş ve yapılan hazırlıkların ardından cemil çavuş tarafımdan yıllarca unutulmayacak bir melzeme talep etti.
- Beyim traversimiz bitti yarın gelmezse, işimiz zor.
Allah, Allah travers, travers, travers ne, hiç duymadım diye geçirdim içimden. Ne olabilir diye de düşünmekteyim ki Cemil çavuşun bu sözden sonra ne dediğini hiç hatırlamıyorum. Travers ne, travers ne, travers ne
- Ağabey, bu rayların altına konulan odunlar arası mesafe sabit mi olmalıdır. Mesut’un lafıyla irkildim.
Bilen, öğrenen ve öğretecek olan bir tecrübeli mühendis edasıyla.
- Onların adı travers, odun deme sakın.
- Aralarındaki mesafe de mutlaka sabit olmalı ki demir yolu daha sağlıklı çalışabilsin.
Her gün bu yolu yürüyoruz her gün, onlarca km yol yürüyoruz, yoruluyor insan bazen bunalıyor, etrafa bakıyorsunuz ama bazen görmüyorsunuz görebileceklerinizi.
- Lokomotif geliyor, kenara çekil, diye sağ elimle Mesut’u galeriye yapıştırdım. Vardiya çavuşu arkasından geliyordu katarın.
- Beyim hoş geldiniz, Aydın kolunda matkap delikte kaldı matkap almaya gidiyorum ambardan dedi,
- Neden, kardeşim problem ne, bu matkaplar neden böyle tıkanıyor. Çatlakta lağım mı yapıyorsunuz, dünden beri bu beşinci, gidiyorum bakmaya, çatlaktaysa gerisini sen düşün. Dedim, belki biraz sertti ama, ben böyleydim, bunu tüm çalışanlar bilirdi. Bu nedenle bahane üretmezlerdi.
Aydın kolu olarak bilinen çalışma alanı, başlangıçta ince bir cevher damarının varlığıyla başlamıştı, cevherin takip edilmesini ve mutlaka her gün rapor verilmesini baş çavuşa söylemiştim, her gün de çalışmaları kontrol etmiştim. Yaklaşık elli metre ilerleme yapılmıştı ancak cevher damarında herhangi bir gelişme olmamıştı, çalışanların şevki yavaş, yavaş kırılıyordu, ama kromit cevherleşmesiydi bu aynen tespih tanesi gibi bir dizilim yapıyordu, bu özelliğini birçok kez gözlemlemiştik, taneler arası mesafe hiçbir zaman bu denli uzun olmamıştı. Ama olsundu, devam edilmesi gerektiğini vurguladım baş çavuşa, galeri tam yüz yirmi metre sonra yaklaşık bir metre kalınlık yaptı ve ilerleyen her metrede kalınlık arttı, çalışma alanında kalınlık şimdi kırk metre, bu nedenle buraya benim adımı verdi çalışanlar, Aydın kolu dediler ve bu şekilde anılmaya başlandı.
Çalışma alanına vardığımızda işçiler sıkışan matkabı çıkarmak için mücadele ediyordu, tabanca diye adlandırdıkları mortoperfaratör’ü sağa sola çeviriyor ve matkabı yerinden oynatmaya çalışıyorlardı, çalışma alanında çatlak yoktu belli ki matkabın uç delikleri tıkanmış ve hava çıkışı engellendiğinden partiküller sıkıştırmıştı, yazık çıkması çok zordu, patlatma sonucu çıkacaktı ve muhtemelen de bir daha kullanılamayacaktı.
- Delerken şu matkabı ara sıra çıkarın ve deliğin içerisine hava üflesin bunu neden yapmıyorsunuz yazık değimli bir matkap kaç lira dedim, maden ustasına.
- Yaptık beyim ama,
- Yapsaydın, tıkanmazdı Hüseyin dikkat et canım, bunlara dikkat etmeseniz neden size usta diyelim o zaman, ustalık bu mu?
- Tamam, beyim çıkaracağız meraklanma, dedi Hüseyin
Canım sıkılmıştı, ne bu her gün her gün bir problem sarfiyatlar had safhada diye düşündüm, akşam git Mehmet beye hesap ver,
- Oğlum dikkat etmiyor musunuz ne bu giderlerin hali, vs. vs. kafam bozuktu.
Girdiğimiz galerinin yaklaşık elli metre daha aşağısına, eski zamanlarda üretilmiş olan ve çalışma alanımızın oldukça uzağındaki boşluklarda bulduk kendimizi, kromit mercekleri üretilmiş, peş peşe boşluklar oluşmuştu.
- Bu boşluklar oda olarak anılır, bak şu gördüklerin de topuk, odaların çökmemesi için bilinerek bırakılan cevherli bölgeler dedim, Mesut’a
Hem öğretiyor hem de kontrol ediyordum acaba üretimi yapılabilecek bir topuk var mı? Bırakılmış bir damar var mı? Diye. Çünkü önceki zaman diliminde, oldukça büyük adeseler üretildiğinden küçük adeseler, üretilmemiş ve terk edilmişti. Bazen bunlar teşhis edilebiliyordu, kontrol etmek gerekiyordu.
Çalışma olmayınca boşluklar zifiri karanlık, nemli ve korkutucuydu, yürüme alanları yoktu, terk edildiği için bakım da yapılmamıştı ve dikkatli olmak gerekiyordu.
Bunları düşünürken, tavandan damlayan sular her ikimizin de karpit lambası alevini söndürdü, kaldık mı karanlıkta…
- Olduğun yerde dur. Diye haykırdım Mesut’a. Sakın kımıldama,
Ceplerimi karıştırdım, ceketin pantolonun, yok, yok, çakmak veya kibrit almamıştım. Unutmuştum.
- Çakmağın var mı? Dedim,
- Yok, ağabey ben sigara içmem. Dedi.
Sigarayı ben içiyordum tabii ki, çakmak bende olmalıydı, zaten sorumlu da bendim, zaten içmesem de maden ocağına girerken mutlaka yanımda bulundurmalıydım.
- Allah kahretsin, ne yapacağız şimdi?
Kaldık mı zifiri karanlığın içerisinde, ne olacak şimdi, en ufak bir ışık huzmesi yok, oldukça uzağız çalışma alanlarına bağırsan kimse duymaz, hay Allah…
Düşünüyorum, bizi bulmaları için en az iki gün lazım, nerede olduğumuzu bilmiyorlar, aramaya başlamaları için mutlaka akşam olması lazım, ocaktan geç çıktığımızı da bildiklerinden gece olmadan aramaya bile başlamazlar, sonra hareket edemediğimizden soğuk ortamda perişan oluruz…
- Karpit lambasını yakacak kibritimiz yok dedim. Karanlıkta kaldık ama sen meraklanma. Bir çare bulacağım, dedim.
Mesut’un rahatlaması lazımdı, zaten ne olduğu veya olabileceği konusunda da bir fikri yoktu, yanında tecrübeli mühendis vardı her nasılsa, bir çare bulurdu, bulmalıydı.
Bir çare bulamıyordum, acaba çekici taşlara vursam kıvılcım çıksa bununla karpit lambasını yakabilir miyim? Bir iki çekiç vurup denedim de, belli belirsiz kıvılcım çıkıyor cevhere denk gelirse ama o da karpit lambasını yakabilecek güçte değil, benzin olsa patlatmaz cinsten bir kıvılcım, olmaz, ı ıh…
- Nasılsın, dedim Mesut’a
- İyiyim ağabey, dedi ama sesi titrekti ya üşüyor veya tedirgin oldu diye düşündüm.
- Mesut, sen otur burada ve beni bekle. Her ne olursa olsun sakın hareket etme, bir yere gitmeye çalışma, ben dışarı çıkmanın bir yolunu bulacağım. Dedim.
- Tamam, ağabey sen bilirsin…
Evet, ben bilirim ama neyi bilirim, bu durum farklı kardeşim, hava atmaya benzemiyor, hayat söz konusu, hadi benim hayatım bana ama yanımda birisi var. O ne olacak. Gel de çık işin içinden.
Yanımdaki çekiç, karpit lambasını yere bırakıp yüz üstü uzandım, yer ıslaktı. Başladım sürünmeye, ellerim önde taşlar elime değince kenara itiyorum yavaş ta olsa karanlığın içerisine doğru ilerliyorum.
Kafamda çıkış yönünün neresi olduğu var, ama etraf zifiri karanlık acaba yönüm doğru mu? İlerlerken önüme boşluklar, baş yukarılar kuyular gelebilir, hiçbirisinde malzeme olmadığından ne ile karşılaşabildiğini bile bilemezsin, buna rağmen ilerliyorum, henüz hiçbirisine düşmedim.
Bu şekilde yaklaşık bir saate yakın sürünmüşüm, her tarafım ıslandı üşüyorum, ama her yanımdan da buhar fışkırdığını hissediyorum, önüme gelebilecek olan boşlukları hissedebilmek için taş atıyorum ve sesini dinliyorum, aradaki zaman farkından önümde ne olduğunu belirlemeye çalışıyorum, bir yandan da düşünüyorum.
Ulan diyorum, kendi kendime, şuradan bir taş düşse altında kalsak, acılar içinde gideriz, bazen de yok ya bir şey olmaz evvel Allah. Bu badireyi de atlatırız, diyorum. Şu film şeridi olayı gerçekten gözümün önünden geçiyor, yaptıklarımı, yapacaklarımı, başaramadıklarımı düşünüyorum, ölmezsem eğer daha neler yapabilirim diye geçiriyorum aklımdan. Cesaretleniyorum, sürünüyorum…
- Tınnnnn…
- Bu ses, bu ses, boru bu, yırttım dedim kendi kendime, yırttın oğlum, bu basınçlı hava borusu olsa gerek. 1404 ten ocağa basınçlı hava dağıtan demir boru, durdum.
Taş atmaya devam ediyordum sesi bir daha duymak ve emin olmak için, eğer atıl bir boru olsa ses böyle yankılı çıkmazdı, bu ses yankılıydı, bunu yeniden duymam gerek, taş atıyorum devamlı sesin geldiği yöne, ama isabet yok.
- Tınnnnn…
Evet, bu ses devamlılığı olan bir boru sistemi, yankı yapıyor, evet bu o. Sürünerek sesin geldiği yöne hareket ediyor ve bir yandan da taş atıyorum.
Boruyu yakaladım, ıslak soğuk, boruyu kavradım sarıldım ona sanki bir dosta sarılır gibi sarıldım. Bir süre öylece kaldım, soğuktu, üşümüştüm. Heyecandan, ürperdiğimi hissettim.
Yaklaşık 15 cm çapında bir boruydu bu, flanşlı diye tabir edilen tipte, altışar metrelik boruların biri birine flanşlarla bağlanmış şekildeydi, boru sistemi 1404 galerisine yaklaşık olarak yüz metrelik kırk beş derece eğimli bir baş yukarı ile varıyordu, aşağıya olan devamlılığı ise 1300 galerisine gidiyordu ve çoğu gömülüydü, aşağı gitmek imkansızdı, yukarı çıkılacaktı, ancak ne ile karşılaşılacağı ve hatta baş yukarının, kim bilir belki de göçük yaptığı kapalı olabileceği de aklıma geliyordu. Ama başka çare yoktu.
Artık bir kılavuzum vardı. Boru,
Boru beni özgürlüğüme kavuşturacaktı, aileme kavuşturacaktı, beklide onurumu kurtaracaktı… Her yer hala karanlık ve ıslaktı.
Elimle borunun varlığını hissederek tırmanmaya başladım, başyukarı oldukça dik ve yer altı sularının sanki yağmur gibi aktığı bir ortamdaydı, sırılsıklam olmuştum. Yoğun bir tabii hava akımının da varlığı soğuğu iki katına çıkarıyordu, ama yukarı tırmandıkça, güç sarf ediyor ve vücut ısım artıyordu. Tabi ki heyecanım da öyle.
Boru paslanmıştı, paslar suyun varlığıyla adeta yağ gibi sarmıştı boruyu, tutmak destek almanın olanağı yoktu, her an kayabilirdim, ama başyukarının dar olması duvarlardan daha fazla destek almamı kolaylaştırıyordu.
Bir saati oldu, belki de bana bir yıl gelmişti, tırmanıyordum. Yavaş ve dikkatlice, tahminen başyukarının ortalarına gelmiştim.
“Baş yukarı, yer altı madenciliğinin önemli aktivitelerinden biridir, bazı kesimlerce fere diye de adlandırılabilir, ama biz Guleman bölgesinde baş yukarı tabiri kullanıyoruz, daha Türkçe ve daha anlamlı. Yer altında üst üste açılmış iki galerinin alt galeriden başlamak üzere, eğimli olarak açılan tali galeriler olarak adlandırılır. Patlatılan malzemenin, daha kolay boşaltılması için genellikle kırk derecenin üzerinde eğimlerle açılmaya çalışılır, malzeme ve insan nakli için kullanılır”
Ayaklarımı baş yukarının cidarlarına sıkıca bastırıyor ve ellerimle önüme gelebilecek olan engelleri kontrol etmeye çalışıyordum, karanlıkta sağa sola sallıyorum ellerimi bir şeylere değer mi? Diye, Keşke, elimde bir uzun tahta parçası veya buna benzer bir şey olsaydı, diye düşündüm. Hiç değilse daha uzun bir mesafeyi kontrol edebilirdim, ama yoktu ve böyle devam edilecekti…
Elim bir taşa çarptı, durdum. Ayaklarımın bastığı yeri sağlama aldım ve taşı yerinden oynatmak istedim, taş yerinden oynadı, aşağıya doğru yuvarlandı sesi dinledim.
Ahhhh…
Ben sesi dinlerken, arkadan yuvarlanan diğer bir taş dizime vurdu, yuvarlandı, acıyordu, ama ayağımı oynatabiliyordum. Önemli bir şey yoktur diye düşündüm. Taşları, bir, bir yuvarlamaya başladım. Boruya vuruyorlar ve kıvılcımlar çıkarıyorlardı, ah keşke bu kıvılcımlarla lambayı yakabilseydim.
Taşları temizledim ve tırmanmaya devam ettim, bacağımda ılık bir akıntı hissediyordum, her yer ıslaktı ama bu ılık durum sanırım yuvarlanan taş bacağımı kanatmıştı, tüm giysilerim ıslaktı kontrol edebilme isteğim bile yoktu, her nasılsa bana çok zararı yoktu bu ılık akıntının diye düşündüm. Bir an önce dışarı çıkmalıydım… Tırmandım… Tırmandım…
Kılavuzum boru, tırmanıyordum. Hava akımı kuvvetlenmeye başladı. 1404 galerisine yaklaşmıştım, üşüyordum hala, ıslaktım ve çok yorgundum.
Biraz oturup dinlenmek istiyordum. İhtiyacım da vardı, ama nereye ve nasıl, sular hala damlamaya devam ediyor. Her yerde.
Hava akımı şiddetleniyordu, ellerimi sallamaya devam ediyorum, boruyu bırakmamaya da özen göstererek.
Baş yukarının en üst kısmına tırmanmayı başarmıştım, artık düz galeriye geldiğimi hissettim. Yaklaşık, otuz metre sonra ana galerideyim, diye aklımdan geçiriyor ve giderek heyecanım artıyordu. Şu an içinde bulunduğum galeri 1404 galerisinin bir kolu atıl bir kol, kullanılmıyor. O nedenle dikkatli olmakta yarar var, sürünüyorum hala, kılavuzum boru…
Nihayet, ana nakliye galerisi 1404, işte demir yolunu ellerimle buldum. Traversler. Traversler, Traversleri bulacağıma bu kadar sevineceğimi ummamıştım.
Bu kez kılavuzum, demir yolu oldu ayağımla yokluyor, hissederek ilerliyordum, galeri yaklaşık bu kesimde iki bin metre kadardı, zaman, zaman sendeliyor, düşe kalka ilerliyorum, bir yandan da lokomotifin erken gelmesini umarak.
Rayların titreşiminden lokomotifin geldiğini hissettim. Kendimi, galeri cidarına yapıştırıp beklemeye başladım Girişin sağ tarafında, drenaj kanalının olduğu bölgede, galeri diğer yöne nazaran biraz daha geniştir, yani demir yolu sola yanaşıktır, yürüme yolu sağ taraftadır, bu nedenle burada rahatlıkla lokomotifin geçişini bekleyebilirim. Lokomotif, homurtuyla yaklaşıyor. Işığı göründü, kurtulmuştum…
Lokomotif yaklaşıyordu, ışık huzmesi oldukça yoğundu, gözlerim kamaşıyordu. Hiçbir şey göremiyordum sanki, güneşe bakıyordum. Lokomotif sürücüsü beni fark etmişti ve durdu.
- Beyim, ne bu hal.
Zülküf, şaşkınlıkla bağırıyordu, lokomotifin gürültüsü bir yandan ne dediğini belli belirsiz anlamıştım.
- Sorma, Zülküf, sorma. Dedim.
- Bana bir lamba verin ve acele gidip baş çavuşu bulun derhal gelsin.
Anlamışlardı bir problem olduğunu, lambayı aldım, lokomotif hızla uzaklaşmaya başladı.
Aradan yaklaşık iki, iki buçuk saat zaman geçmişti. Acaba, mesut ne haldeydi.
Üşümem, ürpertilerim geçmişti sanki. Artık sadece mesut’u düşünüyordum, inşallah başına bir şey gelmemiştir. Dedim.
Bana emanetti, bu kez korku sarmıştı içimi. Başına bir şey gelirse kendimi affedemem diye düşünüyordum. Bu tür duygular, düşünceler, teoriler ve kurgularla geçen zamanın her anı bana ızdırap gibi geliyordu. Tükenmiştim iyice, bu kadar karamsar olmamıştım hiçbir zaman. Kötü, kötü düşüncelerle doluydum. Korkuyordum açıkçası, titriyordum, çömeldim olduğum yere, titremem üşümekten değildi besbelli. Korkudan…
Bu günün sonunda, acaba nasıl bakacaktım insanların yüzüne, nasıl anlatacaktım olanları ne diyecektim, bahane üretecek miydim? Şöyleydi de. Böyleydi de. Diye geveleyecek miydim?
- Ne işin vardı kardeşim orada. Diyecekler miydi?
- Hadi gidiyorsun, yanına birisini de al. Demezler miydi?
- Yok kardeşim, yooook. Önce emniyet. Diyen de olabilirdi.
- Tedbir almalıydın, yedek çakmağın olmalıydı, Genç mühendisi götürmemeliydin, bekleseydin ya onunla.
- Diyenlerde olabilirdi. Bunlara karşı hangi tür bahanelerle cevap verebilecektim?
Belki de birisi ”yaşamak şakaya gelmez… Ciddiyetle yaşayacaksın” diyecekti bana.
Bunların hepsi olabilirdi, olursa da verecek cevabım yoktu. Belki de şu an düşünemiyordum, belki de tartışacaktım, altta kalır mıydım? Bilemiyorum.
Gürültüler duydum.
- Geçmiş olsun beyim, hayırdır, dedi Cemil Çavuş.
Büzülmüştüm ve titriyordum belli ki yüzüm bembeyazdı.
- Gidelim dedim. Hadi çabuk.
Cemil çavuş, bir şey sormadı. Önde ben, arkada Cemil Çavuş ve ekibi… Tecrübeliydi, kötü bir şey olduğunun farkındaydı ve beni takip ediyordu koşar adımla gidiyorduk.
Bir buçuk saatte tırmandığım baş yukarıyı, ne çabuk indik diye geçirdim içimden hayret.
Ya o sürünerek geldiğim yerler. Buralardan nasıl geçmişim, nasıl düşmemişim boşluklara. Uçarcasına gidiyordum, sanki o yorgun adam ben değildim.
- Yavaş, beyim. Takılıp düşeceğiz, diye haykırdı Cemil çavuş.
- Koş Cemil Çavuş Koş. Dedim. Koş…
Hiçbir şey anlatmıyordum, hiçbir şey, onların da oldukça meraklandığını hissediyordum ama anlatacak ne gücüm vardı ne de isteğim, yürüyorduk, koşuyorduk…
- Mesut, Mesut. Diye bağırmışım belli belirsiz.
Aynen bıraktığım yerde, büyük bir cevher kayasının üzerinde oturmuştu, titriyordu, ışığı görünce yüzü gülümseme ile doldu.
O gülümsemeyi unutamam, hayattı bu, yaşamaktı, sevgiydi, özlemdi, her şeydi…
Kemal Aydın ÇELİK
05324773267
YORUMLAR
- Mesut, Mesut. Diye bağırmışım belli belirsiz.
Aynen bıraktığım yerde, büyük bir cevher kayasının üzerinde oturmuştu, titriyordu, ışığı görünce yüzü gülümseme ile doldu.
O gülümsemeyi unutamam, hayattı bu, yaşamaktı, sevgiydi, özlemdi, her şeydi…
Kutladım...
Büyük bir heyecan ve merak ile okudum yazınızı.Ve netice sevindirdi,çok şükür.
Yazıyı okur iken adı yazınızdaki bekleyişle aynı olan genç yaşta vefat eden aynı maden işlerinde de çalışan biricik erkek kardeşimi hasret ile aynı zamanda keder ile andım.
Gönlünüze sağlık...Başarılar sizinle olsun.Selam sevgi ve saygılarımla
elulay
Yazinizi buyuk bir dikkatle okudum .. Oldukca akici bir diliniz var , sayenizde madencilerin litaraturu ile de oldukca bigilendik ( karpit lambasi , travers, fere vs. ) ve bunlarin anlaminida yine yazilarinizda ögrendim , bunlari anlatirkende yaziniz ile buyuk bir uyum icerisinde ve surukleyici .. Kapali mekanlarin benzesir durumunu " efendi " kelimesi ile aynilastirmak , madende calismanin bir ekip isi oldugunu anlatmaniz daha dogrusu kahramanin öylesi bir kisilige sahip oluyor olusu , dogrusu guzel bir yazi okudum , umarim devami vardir :) Tebrik ederim ........
Kendi yaşam öykünüz. konusu ve yazım itibariyle güzel. Bana yıllar önce okuduğum Emila Zola'nın maden işçilerini konu alan, romanın sonunda iki kişinin madende yaşam mücadelesini veren Germinal romanını anımsattı. Ancak burdaki kişiler düşman değil, birbirlerini kurtaran iki dost. Yaşamın bazen bir borunun ucunda başladığını söyleseler yaşamadan inanılmaz. Başarılarınızın devamına.