ELİF
Birkaç gündür hava kapalı. Yağmakla yağmamak arasında kararsız. Zihnimde ağlarını geren düşüncelerimden sıyrılmak, henüz kirlenmemiş havadan payıma düşeni almak için yürüyorum. Nehrin parka bakan yüzündeki kıyısı sarı yapraklarla dolu. Soğuk bir rüzgâr dal uçlarında asılı kalan son yaprakları da inatla yerlerinden sökmeye çalışıyor. Ortalık alabildiğine sakin. Kalabalıklar sanki önceden söz birliği etmişçesine sıcak yuvalarına çekilmişler.Kaldırımlarda yansıyan ayak seslerime zıt düşüncelerle hayatı baştan başa sorgular gibiyim. Birden, içimdeki sesin durağanlığına inat, cılız bir ses bütün düşüncelerimden sıyrılmama sebep oluyor. Yalnız olmadığımın şaşkınlığıyla irkiliyorum.
—Tartalım mı ağabey?
Sesin geldiği tarafa dönüyorum.7/8 yaşlarında bir kız çocuğu. Soğuktan pembeleşmiş yüzüne inat, yeşil gözlerinde sıcacık bir ışıltıyla bana sesleniyor:
_--Beğenmezsen para verme. Taratalım mı ağabey?
Umursamaz bir baş işaretiyle istemediğimi belirtmeye çalışıyorum. Beynimin bütün hücrelerine tonlarca baskı yapan düşüncelerimden arınmaya çalışırken, böyle saçma bir işe ayıracak zamanım yok. Kaçar gibi uzaklaşmaya çalışırken, arkamdan aynı cılız sesin bir şeyler mırıldandığını duyuyorum. Sokakta benden başka kimsecikler yok. Birden bütün öz düşüncelerimin yerini, küçük kızın cılız sesine sinmiş, gözlerindeki ışıltı dolduruyor. Geriye dönüyorum.
__Tartalım mı ağabey?
Oyuncunun, alkışlar arasına sıkışmış anlaşılamayan son sözleri gibi. Ya da önceden defalarca üzerinde çalışılmış, en uygun tonlamayı bulmuş mekanik bir ifade gibi. Her söylenişinde söyleyenin asla etkilenmeyeceği; ama dinleyenin içinde burukluklara yol açacak bir söz.”Taratalım mı ağabey. Beğenmezsen para verme.”Bir tartının neyini beğenmeyeceğimi merak ediyorum. Acaba, ağırlığım beklenilenden çok fazla mı gelecekti? Ya da, son günlerde aşırı kilo kaybettiğimi düşünürsem vereceğim birkaç kuruş parayı bana geri mi iade edecekti?
Soğuktan pembeleşmiş yüzünde bir yorgunluk seziyorum. Bukleli sarı saçları rüzgarda darmadağınık, kim bilir kimin sırtında eskidikten sonra bu bedende iğreti yerini almış parkeye sığmayan kolları açıkta, yerde ölü gibi yatan baskülün baş ucunda çömelmiş masum ve umarsız bakışlarla beni süzüyor:
—Kaç liraya tartacaksın?
Aslında sorduğum sorunun cevabını biliyorum. Belki cevabını bildiğim bir soruyu sormamam gerekir. Sözler dudaklarımdan öylesine iradesiz dökülüyor ki tekrar toplayamıyorum:
—Ne verirsen ver.
Pazarlık götürmeyecek, beğendiğimde belki de beklediğinden fazlasını vermem gerektiğini ima eden yumuşak; ama yumuşak olduğu kadar da keskin bir ifade. Bir robot teslimiyetiyle kaldırım taşlarına yapışmış gibi duran küçük baskülün üzerine kırılmasından korkarcasına çıkıyorum. Küçük, şeffaf göstergenin içindeki kırmızı ibre hızla rakamların üzerinde kayıyor. Beğenmememi gerektirecek bir durum yok. Sırf küçük kızı konuşturmak için itiraz ediyorum.
—İki gözüm çıksın ki doğru ağabey. Bak istersen birde ben tartılayım:
Benim, hiç bir şey söylememe fırsat vermeden, hemen baskülün üzerine çıkıyor. Aynı kırmızı ibre, sarhoş bir iki sallanıştan sonra, hiç de, olmasını istemediğim bir yerde duruyor. Yaşına göre oldukça zayıf. Soğuktan titreyen bedeni baskülün üstünde tüy gibi kalıyor.
—Senin adın ne?
—Elif.
—Sen hiç mi yemek yemiyorsun Elif. Bak ne kadar hafif geldin. Yoksa senin baskül herkesi böyle zayıf mı gösteriyor.
Elif, önden bir kaçı düşmüş, arkalarda kalanları da çürümeye yüz tutmuş dişlerini göstererek;
—Yiyemem ki, benim dişlerim dökülüyor.
Daha bu küçük yaşta dişsiz kalmasına üzülüyorum. Küçücük bir bedeni bu soğukta buralara sürükleyen aileyi merak ediyorum.
—Senin anan baban yok mu, bu havada evde olman gerekmez mi?
Elif, beklemediği bir soru karşısında kalmış gibi tereddüt geçiriyor. İçinde kabaran dalgaların arasından küçük gönlünü çekip almak, iki damla gözyaşıyla içinin zehrini buz gibi havaya akıtmak ister gibi. Ben sorduğuma pişman oluyorum. Biliyorum ki; bir büyük şehirde olsa; duygu sömürüsünü meslek haline getirmiş çocuklardan, basmakalıp bir yığın acıklı hayat hikâyesi dinlemek mümkün. Herkesin bir birini tanıdığı küçük kasabalarda bu tür duygu sömürülerine rastlamak olası değil. Yaptığı işin alın teriyle ekmek parası kazanmak olduğuna inanan bu çocuklar, yaşadıkları acıların başkalarınca bilinmesini pek istemezler. Dışarıdan olanların acıma hissi bakışları onları rahatsız eder. Elifin aynı rahatsızlık içinde bocaladığını hissediyorum. Onu biraz daha rahatlatmak için yanında durduğu parkın bahçe demirlerine oturuyorum. Demirin soğukluğu keskin bıçak gibi içime işliyor. Saatlerce aynı noktada bekleyerek, soğuğun nasıl da insanın içine işlediğini daha iyi anlıyorum .Ben, sadece zaman geçirmek için şöyle ayak üstü birkaç söz ederken hissettiğim soğuk, acaba küçük bedende nasıl titremelere yol açıyor?Elif, kendinden birini bulmuş gibi silikçe tebessüm ediyor
—Üşütürsen karışmam ha!
Çocuğunu yumuşakça azarlayan bir ananın gizli şefkati var sesinde. Silik tebessümünde hala bir yabancı olduğumu anlatmaya çalışan ürkeklik. Yinede belirgin bir rahatlamayı gizleyemiyor. Yoldan ara sıra geçenler meraklı gözlerle bizi süzüyorlar. Elif’le aramızda kurmaya çalıştığımız gönül bağı bu bakışlardan rahatsız olmamızı engelliyor. Elifi tanımak, Elifin masum bakışlarında gizlenen hüznü yakalamak ve hiç olmazsa onunla paylaşmak istiyorum.
—Bak hava daha da soğudu. Eve gitmeyecek misin?
Morarmaya yüz tutmuş dudaklarından dökülen sözler yüreğimde derin yaralar açmaya başlıyor. İçimin ezildiğini hissediyorum. Bakışlarını benden kaçırmaya çalışarak;
—Şimdi gidersem analığım beni döver.
—Ne zaman gideceksin peki. Hem hava soğuk neden dövsün ki?
—Hava iyice kararmadan gidersem döver. Bakışlarını ıslak kaldırım taşlarına kaydırıyor. Küçük, yeşil gözlerinin atındaki morlaşan halkaları görmemi istemiyor.”Ne oldu?” diyeceğimden korkuyor.”analığım vurduğunda olduydu.” demekten korkuyor. Üstelemiyorum. Yeşil gözlerin altındaki morlaşan halka, yüreğimin başında kocaman burgulu bir çivi oluyor. Hayatın bunca zaman bana yüklemeye çalıştığı yükü düşünüyorum; Her yıl için birkaç burukluk. Elifin taşımak zorunda bırakıldığı yükü düşünüyorum;altında ezilmemek, silinip gitmemek mümkün değil.Kahrolmaya başladığım kendi üzüntülerimden dolayı Eliften utanıyorum.Yüreğim sıkışmaya başlıyor.İçimden bütün merhametsizliklere bir sınır çizmeye çalışıyorum;ama, hiçbir merhametsizlik, küçük bir çocuğu bu havada bu kadar dışarıda kalmaya zorlayacak kadar büyük yer kaplamıyor.Gözlerinin içine bakarak belki de anlayamayacağı bir yığın soruyu bakışlarımla sormaya çalışıyorum.O, yaşından daha da üstün bir anlayışla sorduğum ve soramadığım bütün soruları cevaplandırmak istercesine anlatıyor:
—Anam ölünce babam da bu yeni anamla evlendi. Küçük bir kardeşim daha vardı. Anam onu doğururken öldü. Küçük kardeşim de hastalandı. Doktora götüremedik.Sonra bir sabah baktık ki o da ölmüş.Ben çok ağladım öldüğünde.Babam da çok ağladı;ama, o hep geceleri ağladı.Ağladığını bana göstermemeye çalışıyordu.Babam yazın inşaatlarda çalışıyordu.Kış geldiğinde de başka başka şehirlere gidip çalışıyordu. Sonra babam da başka şehre giderken bir kazada öldü. Benim yanına gideceğim hiç kimsemiz yoktu. Analığımla beraber kaldık. Ben, her gün yediğim ekmeğin, yattığım yatağın parasını ödemek için çalışıyorum.Bu gün hiç kazanamadım ki.
Okula gitmiyor musun diye soracaktım. Kelimeler öylesine içimde ezilip kalıyor. Acaba ağlasam gözlerimden akacak birkaç damla yaş bu küçük çocuğa fayda sağlayacak mı? Soğuktan morarmış ellerini, serçe yavrusu gibi, avuçlarımın içinde ısıtsam, yüreğimdeki yangın sönecek mi? Göçmen kuşların bütün renklerini alıp götürdüğü bu çocuk, hayat tuvalinde hangi renklerle ifade edilecek? Merhamet, merhamet! Hangi uğursuz haramiler, hangi uçsuz bucaksız mağaralara mahkûm etti seni ki; yüzünü göstermezsin? Güz vurgunu bahçeler ne gün sıcak rüzgârlara kucak açacak da masum bedenler bu rüzgârlarda yeniden hayat bulacak?
Elifi kaderiyle bırakıp gitmeyi içime sindiremiyorum. Elif’i yanımda da götüremeyeceğim. Bir kere daha çıkıyorum baskülün üzerine. Kırmızı ibre bir başka istekle kayıyor rakamların üzerinde. Kâğıt parayı Elife uzatıyorum:
—Ben bunu bozamam ki. diyor.
Sesindeki masumiyet yeniden içimi yakıyor. Bozmasına gerek olmadığını paranın tamamen kendine ait olduğunu söylediğimde sevinmiyor bile. Gururu rencide olmuş gibi itiraz ediyor. Hakkı olanından fazlasında gözü yok. Bir aylık tartı ücretini peşin ödemeyi teklif ediyorum. Buna da itiraz ediyor; ama ısrarla parayı veriyorum. Gözlerinde belli etmemeye çalıştığı bir sevinç ışıltısı yanıp sönüyor. Artık evine gidebilir.
Parkesinin yırtık yakasını kaldırarak, incecik boynunu içine çekiyor. Baskülü koltuğunun arasına alarak yavaş adımlarla yürüyor. En az parkesi kadar iğreti duran yırtık ayakkabılarının kaldırımlara sürtünmelerini duyuyorum.
Zihnimde milyonlarca ağ germiş düşünceler birer birer parçalanıyor. İçinde bulunduğum tüm açmazlarımın aslında kendi beynimde oluşturduğum çıkmaz sokaklarda kaybolduğunu anlıyorum. Beynimde oluşturduğum bu çıkmaz sokaklara sürüklenen de, sürükleyen de yine kendi kurgularım oluyor. Sırtlandığımı zannettiğim bütün yükü kaldırımların ıslaklığına bırakıyorum. Küçücük bedene yüklenmeye çalışılan tonlarca ağırlığı Elif’le birlikte sırtlıyorum.
Rüzgâr ısrarını sürdürüyor. Daha fazla dayanamayan birkaç yaprak kaldırımların ıslak taşlarına düşüyor.
Ben üşüyorum...
Mehmet TAŞ
Elbistan