- 657 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BÖCEKLERİN TANRISI
I
Şişman adam, oturduğu yerden zoraki kalkarak, kendisini rahatsız eden sineği vurmak istedi; eline bir sineklik aldı ve camda duran daha hayatın tadına varamamış, küçük ve neşeli görünen sineğin üzerine tüm gücüyle vurunca, öldürmenin verdiği zevki cahilce duydu. Tekrar yerine oturdu ve eski, basit ve sıkıcı hayatına geri döndü, üstelik bu küçük olaydan sonra hayatında en ufak bir değişiklik olmamıştı.
Şişman adamın aksine, birsinin hayatında büyük bir değişiklik olmuştu. Bu önemsiz gibi görünen olay, bir başkasının hayatını yeniden düzenlemesine, yeniden doğmasına, yeniden yaşamasına sebep olacaktı.
Küçük sinek, gözlerindeki ağırlığa karşı mücadele vererek biraz da olsa aralamayı başardı. Her yer az önceki gibi simsiyahtı. Tek hatırladığı şey, şişman adam ve elindeki öldürücü sinekliğin hızıyla gelen rüzgarın tüm vücudunu sarması, bacaklarındaki kısa tüylerin ani hareketi, bir saniye bile sürmeyen mavi renkteki sinekliğin sert maddesinin vücuduna yapan çarpma etkisiydi.
Kendine gelmeye başlamasıyla, kulağına kalabalığın anlamsız uğultusu geldi. Heyecan ve korku, vücudunun yorgunluğuna baskın geldi, ayağa kalkma çabası en başta boşa çıktı, daha sonra toprak zemin olarak tahmin ettiği yerden kendini zorlayarak kalktı. Etrafını saran, anlamsız ve belli olmayan bulanık görüntü, yavaşça netleşmeye başladıkça, şaşkınlık ve korku, küçük sineğin tüm benliğini sardı. Artık ne olduğunu merak etmiyordu, sanki içinden birisi tüm kuşkusunu alıp çıkarmıştı. Ruhunun, tıpkı gözü önündeki anlamsız görüntüler gibi boş olduğunu hissetti.
Bu koşuşturmanın ve kalabalığın ne olduğunu merak etmemesini, üzerindeki tembel havaya bağladı. Tembel olduğu vakitler sırf kendini düşünür, dışarıdaki olan olayları görmezlikten gelirdi.
Böyle ayakta dikilip durmaktan bıktığı için, etrafını kolaçan etti. Vücudunun yorgunluğu kendini hissettirmeye başlamış, altı bacağının da titrediğini ve tutmadığını fark etmiş, antenlerinin eğildiğini anlamış, yedi odacıklı gözünün puslandığını görmüştü.
Etraf zifiri karanlıktı, ama öbek öbek sanki yukarıdan birileri fener tutuyormuş gibi ışıklar, onların altında da sürekli konuşan, çaresizlik hareketleri gösteren, acı duydukları uzaktan anlaşılan, grup grup canlılar vardı. Her ışık huzmesi, kendi altını aydınlatıyordu. Ama bu aydınlık çok küçük bir alana dağılıyor, yalnızca kendi hacmi kadar yere yayılıyordu. Bu öbek öbek kalabalıklardan, anlamsız gürültüler yükseliyor, hepsi bir ağızdan konuşuyor, başlarına gelen bir felaketten yakınıyorlarmış gibi bağırıyorlardı.
Şu ana kadar kimse küçük sineğin farkına varmamıştı, zaten kimse kimseyle ilgilenmiyor, herkes kendinle uğraşıyordu.
Küçük sinek, bu kalabalıkların derdinin ne olduğunu merak etmedi, içinden öğrenme isteği gelmiyordu, sanki sırf kendi durumunu düşünmek, kendiyle ilgilenmek istiyordu.
Kendini kaybetmiş halde yürürken, birden kalabalığın birine yaklaştığını ve söylenenlere kulak kabarttığını fark etti. Bu haline şaşırdı.
Çok çirkin bir kalabalık vardı. Bunların hepsi, sürüngen böceklerden oluşuyordu. Ağızlarından çıkan kötü nefes, kaba saba konuşmalar, hepsinin kimseyi dinlemeksizin konuşması, bakla şeklinde bölmelere ayrılmış karınları, iğrenç görünen antenleri, yere silme şekilde yapışan vücutları, kapkara gözleri ve çok pis görünen kabukları, küçük sineğe tiksindirici gelmişti.
Küçük sinek, nerede olduğunu, bu böceklerin neden burada toplandıklarını, neden herkesin bir grubu olduğunu merak etmiyordu. Hiçbir soru sorma gereği duymadı, sanki bu iğrenç yaratıklarla konuşmaktan tiksiniyordu.
Kendi içindeki duygulara şaşırıyor, yaptığı hareketlerin kendi hareketleri olmadığı düşünüyor, kendini diğer canlılardan üstün görüyor, üstelik bu kendini beğenmişlik ona iğrenç değil, aksine haz verici geliyordu. Kendini, kozasını sonunda yırtmış ve içindeki enerjiyi dışarı çıkarmış hissediyordu. Hiçbir şey düşünmüyor, yalnızca hareket ediyordu. Bu durumdan oldukça hoşnuttu, sanki yenilenmiş, üzerindeki çekingenlik ve eziklik toprağını atmıştı.
Önünde duran kalabalıktan, şişman bir böceği gözüne kestirdi. İnce ve yağlı eleriyle böceğe, midesi kalkarak dokundu, bunu yaparken, “hiç ihtiyacım yok, laf olsun diye seninle konuşuyorum,” havasındaydı.
Şişman böcek, koca gövdesini döndürürken çektiği zahmet, küçük sineğe çok zevk verici göründü. Şişman böcek döndüğünde, kafasını zorla yerden kaldırarak, küçük sineğe baktı. Böceğin, kocaman iki tana fil dişine benzer dişi vardı, zifiri karanlık gözlerinden eziklik ve acınası bir hal okunuyordu.
Küçük sinek, ona acımak yerine tiksinti duydu, bu kendini küçük gösterme çabalarından iğrendi ve onunla konuşmaya kendini mecbur hissettiği için sinirlendi, neredeyse böceği ezecekti.
Böcek ona şaşkınlıkla bakıyor, ağzından bir şey çıkacakmış gibi davranıyor, ama bir türlü cesaretini toplayamıyordu.
Böcek birden:
- Ama…ama… sen bir sineksin! dedi kendinden beklenmeyecek bir hareketle bağırarak.
Küçük sinek, bu harekete içerlemiş gibi böceğin üzerine çıktı, yukarı doğru bakmaya başladı. Işığa doğru bakıyor, bunun kaynağının nereden geldiğini bulmaya çalışıyordu. Etrafındaki gürültünün kesildiğini, tüm iğrenç siyah gözlerin kendi üzerinde olduğunu hissetti. Eskinden olsa bu bakışlardan rahatsızlık duyardı, ama şimdi bundan zevk alıyor, o gereksiz böceklerin ondan başka bir yere bakmalarını istemiyordu. Eğer ağzında gülme fonksiyonu olsa, kahkahalarla gülebilirdi.
Başını aşağı, böceklerin üzerine kibirle ve yavaşça doğrulttu. Bakışlarından rahatsız olmalarını, ondan korkmalarını istiyordu.
Kendinde muhteşem bir güç hissetti ve:
- Böcekler! Burada ne arıyorsunuz. Şüphesiz ki siz benden daha alçak yaratıklarsınız, ama benimle aynı havayı soluma şansına sahipsiniz, çok şanslısınız. Kendimi sizden daha üstün görmemin sebebi, sizden farklı olarak yaratılmış olmam ya da uçabilmem değil, içimde hissettiğim liderlik isteği ve hiç tükenmeyecek olan güçtür. Şimdi sizlerden iyi konuşan biri çıksın ve burada ne aradığınız söylesin.
Böceklerin hepsi de farklı şekillere bürünmüştü. Kimisi kızgınlık, kimisi şaşkınlık, kimisi korku, kimisi de sevinç emareleri gösteriyordu. Küçük sinek, bu bakışlardan zevk alıyor, bu anın hiç bitmemesini istiyordu.
Sonra, kalabalık yüzünden ışığın altına girememiş, karanlıkta kalmış böceklerden biri kalabalığa sokularak konuşmaya başladı. Bu böcek, önceki böcekten daha şişmandı, vücudu yere sürtünerek ilerliyordu, dişlerinin üzerindeki kısa beyaz sakallar yaşını belirtiyordu. Hırıltılı sesiyle:
- Hepimiz öldük. Hepimizin hatırladığı tek şey, ölüm şeklimiz. Bunca zaman Tanrı’ya inandık. Ama görüyoruz ki, meğer bir yalanmış. Öldük ve buraya geldik. Burası çok çirkin bir yer. Biliyoruz, biz de pek güzel hayvanlar değiliz, her şeye layık olamayabiliriz, ama Tanrı bizi neden böyle ortada bıraktı, anlayamadık. Her zaman öteki dünyayı düşledik, Tanrı’ya dua ettik, hayatımız boyunca eğilip kalktık, ahlaksızlıktan kaçındık, iyi olmaya çabaladık, hayatın zevklerinden her zaman mahrum kaldık, çünkü hep öteki dünyayı düşündük. Şimdi ise burada ne yiyecek var, ne yatacak yer var, ne de içecek var. Tek sahip olduğumuz bu kaynağı belli olmayan ışık. Hepimiz onun etrafında toplanıp, ne yapacağımızı bilemeden sadece bekliyoruz.
İhtiyar böcek konuşmasını bitirince, kalabalıktan onu onaylayan homurtular yükseldi. Küçük sinek, hiçbir şey anlamamış gibi böceklerin yüzüne bakıyordu. Bir an gerçekleri hatırladı. Ne yapacağını bilemedi. Sonra, sanki cevapların olduğu yer orasıymış gibi tekrar ışığa doğru baktı. Tek görünen şey, bir ışık huzmesiydi ve başka hiçbir şey yoktu. Küçük sineğin aklına gelen fikirle yüzü parladı ve:
-Siz merak etmeyin! Benim uçma yeteneğim, bu kaynağı bulacak ve gerçeği size anlatmama yardımcı olacaktır. Yalnız bir şartım var. Ben oraya gideceğim ve size gördüğüm şeyleri bir bir anlatacağım. Daha sonra, siz de buna karşılık beni Tanrı’nız kabul edeceksiniz.
Sözleri bittiğinde kalabalıktan yükselen uğultu tüm havayla birlikte, küçük sineğinde içini kapladı. Kalabalığın iradesi altında olmadan, kendiliğinden kabul edilen yasalar gibi, şişman böcek de oradaki böcek kitlesinin sözcüsü olmuştu. Kendini kalabalık için konuşmak sorumluluğu altında hissettiği için:
- Ne yani, sana neden tapacağız ki? Sen de bizim gibi bir varlıksın. Ne olağanüstü güçlerin var, ne de bizlerini yaratan sensin. Yıllardır inandığımız Tanrı’mızdan vazgeçip, sırf sen şu ışığın nereden geldiğini bulacaksın diye, sana mı inanmamızı istiyorsun?
Kalabalık, yine aynı şekilde şişman sözcüyü onayladı. Sinek, kendini çok güçlü hissediyordu. Zaten beklediği itiraz, önceden yeri açılmış bir çukura gereken malzemenin koyulması gibi gediğine oturtulmuştu. Söze başlarken kendini yenilmez, heyecanlı ve iradeli hissediyordu, bu duygusundan dolayı da nefesi kesilmeden ve etkileyici şekilde konuşabiliyordu:
- Hala gerçeği görmüyor musunuz? Tanrı’nın hiçbir zaman var olmadığını, onun sizin kafanızda yaşadığını ne zaman anlayacaksınız? İşte öldünüz, Tanrı’nız nerede? Üstelik o çok sevdiğiniz ve inandığınız Tanrı’nın gerçek yüzünü göremiyorsunuz. O Tanrı, size, önünde sabah akşam eğilmeniz gerektiğini, kendinden başka kimsenin güçlü olmadığını, sizin hiçbir kıymetiniz olmadığı için tek yapabileceğiniz şeyin ondan korkmanız gerektiğini, iyilik yaparak, ahlaklı olarak, erdemli olarak kendinizi kısıtlamanızı, eğer bu kurallara uymasanız da sizi cehennemde yakacağını söyleyip, sizi kendine inandırmaya mecbur etmedi mi? Sizi sırf kendi zevki için yarattığını, başınıza felaketler getirerek sizinle eğlendiğini, üstelik de tüm bunların siz de daha doğmadan yazıldığını söylemedi mi? O halde, neden hala bu kötü Tanrı’ya inanıyorsunuz? Siz, ondan daha kudretlisiniz, çünkü siz, onun gibi başkalarının kendinize tapmasını istemiyorsunuz.
Sözlerini bitirdiğinde, tüm böceklerin kafalarıyla birlikte sanki tüm havayı dondurmuştu. Bu sineğin söyledikleri hiç de mantıksız gelmiyordu. Ona karşı bir sempati ve saygı uyanmıştı, içlerinde. Yine de yıllarca inanılan ve ona göre yaşanılan şeyleri bir çırpıda atmak çok zordu, zira bu zamana kadar yaşadıkları hayatın, boşu boşuna gittiği düşüncesi, kabul edilemez bir şeydi. Öte yandan, bundan sonra rahatça ve umursamazca yaşayabilirlerdi. Üzerlerinden sorumluluk kalkmış, kendilerini daha özgür hissetmişler ve bu da tarifsiz bir mutluluk aşılamıştı, çirkin ama düşünceli böceklerin üzerine.
Yine kitlenin ağırlığını üzerinde hisseden şişman böcek, kendini bir şeyler söylemek zorunda hissettiğinden:
- Peki sinek, söylediklerin hiç de mantıksız değil. Bir Tanrı’nın olmadığına daha ne zaman inanacağız, bu durumda bile inanmıyorsak, bu budalalık olur. Ama seni neden kendimize Tanrı seçelim ki? Biz artık kendi kendimizi yönetebilir, kendi kendimize yaşayabiliriz. Üstelik bundan sonra, şu ışığın kaynağını merak etmiyoruz.
Bu son söz üzerine, kalabalıktan huzursuz bir uğultu yükseldi. Belli ki onlar şişman böcek gibi düşünmüyorlardı. Şişman böcek de buna alınmış, kendini sözcülükten azat etmeye karar vermiş, fakat sonra bunun saçma olduğunu düşünerek vazgeçmişti. Sinek gururla:
- Galiba halk senin gibi düşünmüyor. Merak etmeyin, bu ışığın nereden geldiğini öğreneceğim ve size anlatacağım. Beni neden Tanrı olarak seçmeniz sorusuna gelince, bu sorunun cevabını şimdi değil, geri geldiğimde açıklayacağım. Bu uçsuz ışığa doğru gitmek hiç de akıl karı değil, çünkü bir kaynağı olduğu bile şüpheli. Bu yolculuk ne kadar sürer bilmiyorum, ama ben döndüğümde sorunuzun cevabını zaten kendi kendinize vermiş olacaksınız.
Sözcü böcek:
- Nasıl olacak o iş. Üstelik bu söylediğin sözlerden hiçbir şey anlamadık. Az önce kendin bir Tanrı’nın olmadığını, Tanrı’nın bizi kısıtladığını söyledin, neden şimdi yeniden bizim başımıza bir Tanrı getirmeye uğraşıyorsun?
Halk bu sefer sözcünün konuşmasını beğenmiş, ona yakın olanlar sırtını sıvazlamıştı. Sinek, bu sorulara nasıl cevap verdiğinin farkında değildi. Her şeyi akışına bırakmanın zevkini ve rahatlığını yaşıyordu. Sözcükler ve etkileyici fikirler, ağzından kendiliğinden çıkmak için uğraşıyor, onu bu sözleri söylemeye mecbur kılıyordu. İçindeki duyguları tahlil etmekten bıkmış, kendini hayata koy vermişti. Cevap verdi:
- Hayır! Ben, sizden yalnızca beni Tanrı’nız olarak kabul etmenizi istiyorum. Bununla birlikte, bana ibadet etmemeniz gerektiğini, benden korkmanızın yersiz olduğunu, benimle sizin aranızda yalnızca akıl farkı olduğunu kabul etmenizi istiyorum. Beni bir Tanrı olarak görmeniz, size korkutucu gelebilir, ama inanın ki bir Tanrı’nın olmadığı düşüncesi de en az onun kadar korkutucu. Ben size yardım etmek için bunu istiyorum. Yıllarca inandığınız Tanrı gibi kendimi değil, yalnızca sizleri düşündüğüm için bunu söylüyorum.
Tüm ortamı karanlık bir sessizlik doldurdu. Böceklerin içlerindeki sıkıntı biraz olsun kaybolmuş, kendilerini başkasının sorumluluğuna ve yönetimine bırakmanın, farkında olmadan mutluluğunu yaşıyorlardı.
Sinek kendine olan inanılmaz güveniyle:
- Siz bunu düşünün halkım. Kendinize durmadan sorular sorun ki, doğruyu benim aracılığımla değil, kendi iradenizle bulasınız, çünkü ancak o zaman kuşkusuz şekilde inanırsınız. Ben yukarı doğru, bilinmez karanlığın içine doğru, süresi muamma bir yolculuğu çıkıyorum. Emin olun ki, hep sizi düşüneceğim. Haydi hoşça kalın!
Bu son sözleri oldu ve başını ilahi bir güçle yukarı doğru kaldırarak, içindeki şüpheden ve korkudan kurtulmaya çalışanların, korkularıyla yüzleşmesi gerektiğini düşündükleri gibi bir kararlılıkla, sanki yıllar sonra ilk defa kullandığı kanatlarını açarak, soğuk havayı duyarlı vücudunda hissetti ve hayran bakışlar içinde yukarı doğru yavaşça süzüldü.
II
Sineğin yolculuğu üç ay kadar sürmüş, o sırada böceklerde büyük değişiklikler olmuştu. Üç ay uzun bir süre olduğu için bazı böcekler, sineğin artık gelmeyeceğini, bazı böcekler, onun öldüğünü, bazı böceklerde orada çok güzel bir yer bulduğu için geri dönmeyeceğini düşünüyorlardı.
Artık öbekleşmiş ışıkların altında toplanmayı bırakmış, karanlıkta da dolaşmaya başlamışlardı. Sineği, Tanrı olarak kabul etmeyi reddetmişler, fakat geldiğinde, gördüklerini söylemesi için onu kandıracaklarını, Tanrı olduğunu kabul ettiklerini söylemeye karar vermişlerdi.
Sinek, bu üç ay süresince durmadan hep yukarı doğru uçmuş, kanatlarının ağırlığı ve yorgunluğu baskın çıktığı zamanlar geri dönmek istemiş, fakat kendini Tanrı ilan etmesi için bunu yapması gerektiğini düşündükçe yolculuğuna hırsla sarılmıştı.
Çok sancılı ve korkulu bir üç ay geçirmişti. Etrafını saran karanlıktan ve nereden geldiği belli olmayan, göz kamaştırıcı ışık huzmesinden başka kimse yoktu. Bu uzun sürede, neredeyse konuşmayı unutmuştu. Sürekli kafasındaki sesleri dinliyor, kendi yaptıklarını ve söylediklerini tartıyor, hiç durmadan düşünüyordu. Düşünmekten neredeyse çıldıracak halde gelmişti, bir kişi yalnız kaldığında delirirmiş meğerse.
Düşündükçe zayıfladığını, eski gücünü yitirdiğini, liderlik hırsının yok olduğunu, Tanrı olmanın saçma ve gereksiz bir şey olduğunu, söylediği onca süslü lafların kendine ait değil, sonradan başka biri tarafından yerleştirilmiş olduğuna inandı.
Tek düşünmeye çalıştığı şey, nasıl öldüğünü hatırlamaktı. O sahne, gözünün önüne hayali şekilde geliyor, her seferinde sahne değişiyor, bir türlü gerçek olanı hatırlayamıyordu. Geçek olan sahneyi, kendi kafasının kurcalayarak aramaktan bıkmıyordu. Artık o hale geldi ki, ışık huzmesini ve böcekleri unutmuştu. Artık onun için yalnızca kendisi vardı.
Bu düşüncelerle debelenirken, ışık huzmesinin kaynağına ulaştığının farkına vardı. Gördüğü şey korkunç, sıkıcı, sinir bozucu ve hayal kırıklığı olarak tanımlanabilirdi, çünkü hiçbir şey yoktu. Sadece karanlığın içinden yayılan, sanki kara bir delikten tutulan fener gibiydi. Yukarısında ve aşağısında yalnızca karanlık vardı.
Sinek, ne yapacağını ve ne düşüneceğini bilemeden tekrar aşağı doğru süzülmeye başladı. Şaşkınlıktan başka bir his duymuyordu. Tıpkı bir Tanrı’nın olduğuna inanması gibi, yine hayal kırıklığına uğramış, tam üç ayını boşa geçirmişti; tıpkı tüm hayatını boşa geçirdiği gibi.
Aşağı yavaşça iniyor, hiç acelesi yokmuş gibi davranıyordu. Aşağı geldiğinde, böceklere ne söylemesi gerektiğini düşünüyor, çare bulamadıkça sinirleniyor ve üzülüyordu.
Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Acaba gerçeği tam olarak söylemeli mi, yoksa onların umutlarını yıkmayıp içlerinde hep bir hayal parçası mı bırakmalıydı?
Daha sonra yine kendi durumunu tahlile koyuldu. Bu saatten sonra, nasıl ve neden öldüğünü aramanın bir anlamı olmadığına karar vermişti. Neden Tanrı olmak istediğini, içindeki bu sonsuz gücün nereden kaynaklandığını, hayatında hiçbir zaman söylememiş olduğu sözleri nasıl söylediğini, bu böceklerden ne istediğini ve en önemlisi Tanrı’nın neden var olmadığını sorup durmuştu kendine.
Bu düşünceler kafasını her zaman meşgul etmiş, yere ne kadar çabuk vardığını anlayamamıştı. Yere geldiğinde böceklerin etrafına toplanmasını, meraklı yüzlerini ve tezahüratları boş bir bakışla karşılamış, bu böceklerin kendinden ne istediklerini hatırlamaya çalışmıştı.
Birden bir şey oldu. İçine yine o tanıdık duygu, beklenmedik şekilde yerleşti. Böceklerin yüzlerine baktıkça onları yönetme isteği duyuyor, liderliğin zevkine varıyor, konuşma isteği ve kendini bu böceklere zorla saygı duydurmak istiyordu. Meğerse kalabalıklara yukarıdan baktıkça, onları yönetme isteği duyuyormuş.
Sinek, kendini yeniden içindeki dürtülerin akışına bırakmış halde, böcek kalabalığını gururla izliyordu. Sinek, böcekler görmediğinden beri çok büyümüş, şeffaf kanatlarındaki damarlar kalınlaşmış ve gözlerinin kırmızısı daha koyulaşmıştı.
Genç ve zeki görünen bir böcek konuşmaya başladı:
- Hoş geldin sinek! Bize gördüklerini anlatmanın zamanı çoktan geldi.
Sinek:
- Evet doğru söylüyorsun genç ve sabırsız böcek. Size gördüklerimi anlatacağıma söz vermiştim, ama bunun yanında bir de şart koşmuştum.
Yine aynı genç böcek:
- Evet, hatırlıyoruz sinek. Koştuğun şartı kabul edip, seni Tanrı’mız olarak kabul ediyoruz. Hadi anlatmaya başla.
Kalabalık, genç sineğin konuşması beğendiğini göstermek için uğultular oluşturmuştu. Sineğin akılan bir şey gelmişti:
- Söylesene genç böcek, benimle sürekli konuşan yaşlı, şişman böceğe ne oldu.
- O artık sözcü olmak istemediğini söyledi. Biz de onun yaşına hürmeten hiç itiraz etmedik.
İşin aslı, sözcü böcek, sineğin kandırılmasına razı olmuyordu. Sürekli sinekle diyalog halinde olduğu için, onunla kendi arasında bir bağın oluştuğunu hissediyordu; bu yüzden sinekle konuşarak onu kandıramayacağını, onun yerine başka bir sözcü bulmaları gerektiğini söylediğinde, hemen bu genç ve atak böcek sözcülüğe aday olmuş, başka aday bulunmadığı için de seçilmişti.
Sinek, bu sözcü işinin üzerinde fazla durmadı ve sanki söyleyeceği şeyi çoktandır biliyormuş gibi bir duyguyla söze başladı:
- Sevgili böcek halkım. Madem ki siz beni Tanrı’nız ilan edip, beni kabul ettiniz, o halde benim söylediklerime şüphe etmeden inanmak ve uygulamak zorundasınız.( Kalabalıktan onaylayıcı uğultu yükseldi.) O halde size şunu emrediyorum: Yukarıda birçok şey gördüm. Bunlar anlatılmayacak kadar değerli şeylerdir. Hatta o kadar yüce bir şey ki, orta zekanın kaldıramayacağı nitelikteler. O yüzden gördüklerimi size anlatırsam, sizin için zararlı olacağına ve size anlatmamaya karar verdim.
Böcek kitlesinden huzursuz bir gürültü yükseldi. Genç sözcü böcek sinirlilikle atılarak:
- Sen ne diyorsun? Üç ay boyunca boşuna mı bekledik? O halde seni neden Tanrı’mız olarak kabul edelim ki?
Sinek soğukkanlılıkla:
- Az önce beni Tanrı’nız olarak kabul ettiniz. Böylece benim, sizin üzerinizde karar verme hakkım oldu. Ve bu bilginin size zararlı olacağını söylüyorum. Bu konu üzerinde fazla durmayın ve kendinizi benim kontrolüme bırakarak rahatlığın ve huzurun tadına varın.
Sinek, gürültülere ve karşı çıkmalara kulak vermeden tekrar yukarı doğru çıkmaya uçmaya başladı. Kafasından hiçbir şey geçmiyordu. Söylediği sözlerin ağzına başka bir güç tarafından konulduğunu hissediyor, fakat bu durum onu hiç rahatsız etmiyordu.
Aradan bir hafta geçmiş, böcekler cesaret gerektiren bir karara varmıştı. Sinek her zaman yukarılarda, böcekler tarafından görülmeyen yerlerde yaşıyor, arada sırada böceklere görünüyordu.
Yine böyle bir zamanda, sinek aşağı doğru indiğinde, böcekler etrafını sarmıştı. Genç sözcü, büyük bir hevesle:
- Sinek! Seni Tanrı’mız olarak seçiyoruz. Anladık ki, içimizdeki inanma duygusu bizi rahatsız ediyor, bunun için sana tapmaya karar verdik. Bu yüzden aşağı, yanımıza gel de seni kabul etmemiz için bir tören yapalım.
Sinek:
- Sonunda söylediğime geldiniz. Bunu anlamanız geç oldu, ama sizi affediyorum. Ben, böceklerin Tanrısıyım.
Sinek, yüzündeki güvenle ve gururla aşağı indi. Her tavrında başarı kokuyordu. Sinek iyice böceklerin içine doğru girdi. Genç sözcü, sineğin başına bir taç takmak istedi. Sinek kabul etti ve gözlerini kapayarak başını böceğe doğru uzattı. Genç böcek, geri dönülemez bir an yaşıyordu. Sivri dişlerini, sineğin boynuna heyecanla yapıştırdı. Sinekten tiz bir çığlık duyuldu. Akabinde arkasında duran birkaç böcek çaresizce çırpınan kanatların üzerine çıkıp, ağızlarıyla koparmaya çalıştılar. Böcekler, ağızlarındaki kan tadı ve içlerindeki güvenle sineği öldürmüşlerdi.
O günden sonra, sineği bir daha hatırlayan olmadı, çünkü böcekler yine eski Tanrılarına inanmaya başlamış, her gün dua etmişlerdi, ta ki sonları gelene kadar.
-SON-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.