h.perisinin kaleminden - 10 (... ve mutluluk mu?)
28 mart
muğla
yaz burada ilkbahar gelmeden başlıyor. mesela kış bitmeden ağaçlar tomurcuklanmışlardı bile. yine mesela zaten kış boyu bile ortadan kalkmayan ama azalan otlar şimdi yemyeşiller. ve sarı çiçekler, onlar bana küçüklüğümde İstanbul da ki mahalle aralarında daracık kendi çabalarıyla yeşeren otların arasındaki günlerini anımsatıyor ve ben onları hep saçı taranmamış bez bebeklere benzetirdim. yine aynı görünüyorlar bana. sanki bir esaretten kurtulmuş gibi hızla büyüdüler. ama mevsime rağmen değişmeyen şeylerde var. mesela evimin arkasındaki bir bahçe büyüklüğündeki mezarlığın hemen ve dolayısıyla da bu tepedeki tek mahallenin ardında aniden başlayan karaçam ve meşelerin de aralarında bulunmasına rağmen aslen kızılçam ağaçlarından oluşan sık orman. aslında buraya zarar gelmesinden öyle korkuyorum ki. bir gece rüyamda sadece kırmızı ellerden oluşan insanlar ağaçları kızıl ışıklar saçan elektrikli testerelerle kesiyorlardı ve ben çaresizdim.
birde tepenin ardındaki bir zamanlar denize bağlı olmasına rağmen şimdi biriken alüvyonlar sebebiyle denizden ayrılan köyceğiz gölünün de rengi değişti. manzara harika, gerçekten seyre değer. tabi ki ben patronumdan kaçabilirsem. çok yoğun olmamıza rağmen akşamları güneşi göremesem de gün batımını arada izlemek için erken ‘kaçmaya’ bakıyorum. ama ne çare ki İlber beyde çok uyanık.
— sabahları gün doğumunu izlersin. diyor. Ben zaten sabahları çisil’i bekliyorum.
burası yani muğla kıyıları çok girintili, çıkıntılı ve genelde engebeli olması dolayısıyla her köşe dönüşünde insanın karşısına aniden saklı güzellikler çıkabiliyor. tekneyle kıyı boyu gidilince kelebek vadisinin belirivermesi gibi. ayrıca aslında tepenin ardındaki köyde benim yaşadığım mahallede aynı denize ve aynı yöne bakıyor ancak sanki birbirine çok zıt duran iki yerleşim yeri gibiler ve buraya yerleşeli yaklaşık iki yıl olmasına rağmen burasını neredeyse kaybolmayacak kadar biliyorum artık. ama yol insanı kendisi götürse de rehberlik için sanırım daha çok yolum var. özel bir eğitim almayışıma rağmen aslında işi sıkı tutuyorum da denebilir. kanat sayesinde ingilizcem oldukça iyileşti mesela. ama akdeniz de olduğu gibi burada da daha çok almanca ya ihtiyaç duyuluyor yada bize hep onlar denk geliyor. coğrafyayı zaten sevdiğim halde ayrıca yaşına rağmen kanat oldukça ustalaşmış olan kanat’la pratik yaptığım halde her şey hayal gibi bir netlik kazanmış değil. yalnız başıma bu meleği yapacak değilim ama merak işte. kentte gezerken bana göre turistlere barlar ve sahiller haricinde gösterilecek pek bir şey yok, kaldı ki zaten kentte rehbere ihtiyaç yok. yazlıkların ve çarşının bulunduğu terim olarak ova tabanı denilen merkezde de ilginç görmeye değer bir şey yok.
bu yüzden bence asıl gezilecek yerler dağlar. yani doğanın hala kısmen de olsa doğallığını koruyabildiği yerler. bunun da en geçerli nedeni sanırım yakın sayılabilecek zamana kadar muğla’nın sapa bir bölge olarak görülmesiymiş. tarihi eser olarak ta zaten bunun tanıtımı için çalışmalar yapan ‘gerçek’ rehberler varken bana laf düşmez. ama yine de bana sorulacak olursa birkaç aslı korunamamış camiden başka sayılabilecek çok şey yok.
günlerimin tekrar yoğunlaşmasıyla birlikte pansiyondaki herkes gibi bende kendimle ilgilenecek pek fazla zaman bulamıyorum. hatta çoğu zaman yorgunluktan orada kaldığım bile oluyor. iki günün ardından ancak bugün patronuma yalvararak ve bugünün pazar olması dolayısıyla, ısrarla hatırlatarak evime biraz erken yani havanın yeni karardığı sularda dönebildim. tabi bunda bir haftadır aralıksız çalışmamın da katkısını görmezden gelemem. eve geldiğimde ilk iş olarak gerçekten harika rahatlatıcı ılık demeyeceğim tabi ki sıcacık bir duşun ardından daha saçlarımı bile kurulamaya gerek duymadan kendimi son okuduğum kitap, kalem, defter ve bilumum kırtasiye malzemesiyle birlikte yatağıma atmak oldu. ancak elli sayfayı devirdikten sonra anladım ki benim asıl özlediğim okumak değilmiş. baktım olmuyor ben yazmak için deliriyorum.. yani işte buradayım. yazmadan önce şöyle birkaç sayfa okumam da fena olmadı tabi ki. hiç değilse yazacak bir şeylerim oldu. şöyle ki;
bu kitap genç yaşta ölen babalarının ardından hayatla hiçte hak etmedikleri bir şekilde yüzleşen dört kardeşin hikayesi. kısaca, babalarının vefatı dolayısıyla annelerinin ellerinden tutmasıyla soluğu gaddar büyük babalarının malikanesinde almalarıyla başlıyor sancılı aylar ve bir çatı katına fareler gibi kapatılıp ellerine tutuşturulan kurallar listesiyle baş başa bırakılıyorlar ve başlıyor bunların uzun süren bir aldatılmanın ardından uyanmalarıyla kurtulma çabaları. yani tam türk filmi formatında, bol göz yaşı dolu bir hikaye. büyük annenin dededen de insafsız çıkmasıyla bir kez daha insanların aslında yer yüzüne iyilik için indirilen dinlerin hain emeller peşindeki insanların elinde nasıl azap çemberlerine dönüştüklerini anlıyorum . aslında bütün dinler yer yüzüne insanlığa iyiliği, huzuru ve gerçek saadeti tattırmak için inmiştir. bu insanlar tarafından icat edilmiş budizm de bile geçerli iken nedendir dinleri üstü kapalı kültür savaşlarına çevirmek bunu bir türlü anlayamıyorum. bir yanda yüz yıllar sonra yeniden haksız haçlı savaşlarını diriltmeye çalışan canavarlar diğer yanda onların gazına gelen kendi dinini asıl işleri kafa, kol koparmakmış gibi gösteren hırslarına yenilen insanlar ve her zaman çapraz ateşte kalıp ezilen, yitip giden zavallı, biçare hayatlar.
hayat büyük bir sınavdır. tıpkı dünyada rastladığımız küçük örneklerinde olduğu gibi. bazen bilerek yada bilmeyerek, fark etmeden allah’ı anarız, her dilde her dinde. ama bu hiç bir zaman acı vermemeli ve kesinlikle zor gelmemeli. onun aşkıyla aydınlanmak için elbette bazen insanın karşısına zor ve engebeli yollar çıkabilir ama gerçeği onun anlattığı şekilde kabullenip, bu uğurda kimseye kıymadan hatta yaralı olarak itaat etseydik eğer zaten o zaman bundan büyük zevk veremezdi hiçbir şey. her gülün dikeninin olduğunu bilmek gibi. tüm zorluğuna rağmen yaz sıcağında akşamın geç vakitlerine kadar sırf rıza kazanmak ve sonunda alacağın ödülünü hayal ederek bile katlanabilip, oruç tutmak gibi. yada başka herhangi bir dinde ibadet etmek gibi, yaralı olmak ve yararlandığını bilmek güzeldir. var olmanın, alışılagelmişliğin ve türlü keyiflerin verdiği sarhoşlukla bunu bile fark edemiyor artık insanlık.
küçükken çok istemiştim başbakan olmayı. ama şimdi istemiyorum. çünkü o zaman bile başta olanın insan ezdiğini bilmezdim tabi ama ben başbakana ‘başkapan’ dermişim. bu illa da devlet yönetenler için geçerli bir şey değil tabi ki ama kendi taşıyabileceği gücün biraz fazlasına kavuşarak sınanan insanlarında neler yaptığını gördükçe bu yükselen insanların tamamına başkapan denmeliymiş diye düşünmeden de edemiyorum doğrusu. ne olursa olsun bazen tabi ki her şeyi aslına uygun yapamaz insanlar. bunun için zorladıklarında da çok çok gerilerde kalabilmek olası bir şey. bir çok yerde. zihinleri biraz çağına, dönemine ve de gereğine uydurmak gerekiyor bazen. bazı şeylerin bir romanda da olsa olası olaylar olduğunu bilmek üzüyor insanı. işte o zaman acaba diyorum, acaba dünyada ideolojileri yada her ne haltsa onlar için böylesi gaddarlık sergilemek çoğumuzun paranoit olduğu günümüz çağında gerçek bir paranoitlik değimlidir bu olanlar yani? bazen kendimi tüm dünyadan, hatta kendi içimden bile soyutlamak istediğim çok olmuştur. kim bilir bende bilmiyorum ama sebep belki de sadece budur. ezenler ve ezilenler!
10 temmuz
muğla
..ve mutluluk-mu?-
düşünüyorum da şöyle doyasıya kahkaha atmayalı çok zaman oldu. zaten gülmeyi de pek beceremeyen bir insanımdır ben.
ve bazen yine düşünüyorum da tıpkı bugün bütün gün kafamı kurcaladığı gibi, acaba diyorum beni öylesine çok güldürecek bir şey var mı? eskiden şuan bile gerçekliğinden ve keyif alarak güldüğümden şüphe ettiğim aile ortamlarında çok gülerdik. şimdi ki bu her şeyin beni eğlendirememesini ben büyümeme bağlamıyorum. tabi ki zevklerim daha kalitelileşti ama sebep bu değil. çünkü benim kendi fikrime göre yalnızca bedenim büyüdü. fikirlerim ise çocukluğumu da geçtim belki de doğduğum anda da aynen şuan olduğu gibiydi. belki de bu yüzden çocukluğum ‘olgun ve farklı’ kelimelerini duyarak geçti. bana böyle söyleyen boyu benden büyük insanların suratlarına bakarak geçirdim ben o yıllarımı. annemle onun o an konuştuğu kişinin arasında saatlerce oturmaktan başka yaptığım hiç bir çocuksu hareketimi hatırlamıyorum. bu belki de bana öyle geliyor ama ben sanki böyle olduğum gibi doğmuştum.
belki de düşünceler; insanın kafasında daha doğduğunda hazır bulunuyor. alacağı soluk sayısı gibi hepsi işaretli. ve zamanla oradan sızarak kendi oyduğu su yolunda yavaş yavaş ilerliyordur. ve bazılarında aslı öz tortulaşıp dibe çökmüştür ve bu yüzden hiç damlamayacaktır. ama sanırım birisi benim deponun vanasını açık unutmuş. hem hissediyorum. ben soluk sayımı tükettim, uzatmaları oynuyorum. zaten düşünecek bir şey de kalmadı artık. yine de hep aynı kafaya sahip olmama rağmen önceden güldüğüm şeylere gülmüyorum şimdi. bu onlara tamamen alışmış olmamdan kaynaklanıyor olabilir, bilemiyorum.
eskiden ara sıra ortadan kaybolup, kendimi daha da dinleyebilmek için özellikle de evimizin arkasında ki aralıkta bulunan alçak tepeciğe, küçük kaya parçalarına tutunarak tırmanıp oturduğumuz binayı üç uzun kavak ağacının hemen dibindeki kuru erik ağacının dibinden, ona dayanarak seyrederdim. böyle zamanlar haricindeyse zaten hep annemin dizinin dibinde olurdum. bazen işte sırf bu yüzden annemin benden erken bıktığını düşündüğüm olurdu. hala da olur arada bir. sanmıyorum ama anneme yakıştırdığım bu haksız düşünce belki bende de olabilirdi. sürekli dizimin dibinden ayrılmayan bir hayalet.
küçükken şimdi anlıyorum sırf bu korkumdan dolayı annelerin günü gelince çocuklarında nihayet bıkıp ta onlardan kurtulmak için türlü türlü baskılar yaptıklarını hayal eder ağlardım ben. belki şimdi bu yüzden, kendimle baş edebilmek için bugün buradayım ben. bu düşünceden kurtulmak için yorganın altında büzülür, yüzümü yastığıma gömüp nefessiz bırakırdım kendimi. ama bu durumu ben orada yani yorganın altındayken hiç çakmayacaklarını düşündüğüm anda annem yanıma gelir ne olduğunu sorardı bana ve ben her seferinde ona aynı yalanı uydururdum.
— üşüyorum anne. laf aramızda ona bu yalanın haricinde bir de bazen gururuma yedirebilirsem, korkuyorum. derdim. inanır mıydı bilmem ama bazen sırf erken yatmamak için böyle yaptığımı düşünür ve bundan vazgeçmem için beni azarlardı. işte bu anlarda tamamen kaptırırdım kendimi annelerin kurt kadına dönüşmelerine.
korktuğumu ona belki taş çatlasa sadece iki veya üç kere söylemişimdir. çünkü bana yakışmazdı korkmak. zalimlik ise anneme.
yine o zamanlar pek oyun oynamazdım ama sırf cesaretli olduğumu göstermek için mahallede çocukların topları aralıklara kaçtığı zaman kuru kafa hikayelerine aldırmadan dalardım karanlıklara. her seferinde toplarını bulur getirir ve asabi bir tavırla gider yerime oturur bir daha da onlarla ilgilenmezdim.
yani ben her zaman kabarık, kıvırcık saçlı, şişko kolları olan – şimdi öyle değil ama- asabi kız çocuğuydum. ve her zaman suratsız, nemruttum.
sanırım şimdi de öyleyim ki sevildiğime pek kanaat getiremiyorum hala. ama bir yandan da yine bu tezime kendim itiraz etmeden duramıyorum.
peki ya neşe?
hani hep derler ya çok neşeliyim diye. yada sevinçlerinden ölseler gam yemeyeceklerini söylerler. nasıl bir duygudur bu?
mutluluk ve neşe çok kibirli iki kardeş olabilir mi mesela?
beni bilenler belki de benim hayatımda eksikliğini hissettiğim şeyin aşk olduğunu söyleyebilirler. ama aslında öyle değil. benim en büyük ihtiyacım neşeli olabilmek ve gülmek. ama öyle herhangi bir olay için değil. içten gelen bir mutluluk ve belki de kim bilir zaten bunlar için gerekli olan şeyde enerji dolu bir aşkın ta kendisidir. ama yok.
dedim ya benim buna hiç halim yok. içimden gelmiyor. arada bir ilker geliyor aklıma ve arada bir gelmesi de fazlasıyla yetiyor bana. ve her gidişinde bir rüyadan uyanmışım gibi hissediyorum.
üşeniyorum ben böyle şeylere.
bu esiri olduğum mantığıma mantıklı gelemiyor.
hüzün perisi