- 636 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hayatın dilinden hayatın ta kendisi
Erdinç bu sabah yine babasının bağırmasıyla uyandı. Biraz daha uyumak istiyordu; ama saatine baktığında işe gitmesi gerektiğini gördü. Henüz on iki yaşında olmasına rağmen babası, “Okumuyor, bari meslek öğrensin!” diye bir atölyeye vermişti. Babası yine annesiyle tartışıyordu. Bu durum olağan bir şeydi bu evde. Erdinç, gürültüler içinde, üstüne iki beden büyük kazağını ve montunu giyip evden çıktı.
Baygın baygın bakan kahverengi gözleriyle, belki de on beş gündür taranmamış saçlarıyla hayatından bezmiş gibiydi. Günleri hep aynı geçiyordu. İşe git, azar işit, para al, eve gel, para ver, azar işit… Hâlbuki o yaşıtları gibi, top oynamak, çerez yemek, sinemaya gitmek istiyordu.
Bu düşüncelerle yolda yürürken acı bir fren sesiyle irkildi. Az kalsın eziliyordu. Ama düşüncelerini gerçekleştirmeye karar verdi. Elini cebine soktu ve kadife pantolonunun cebinden çıkardığı eskimiş paraları saydı. Bu paralarla, pekâlâ işe gitmeyip eğlenebilirdi. Kalan parayı da babasına verirdi.
Önce sinemaya gitti Erdinç. Şaşırıp kaldı.
—Vay canına! Kocaman bir televizyon gibi, dedi biraz seslice. Burada bir hayalini daha gerçekleştirdi. Çok özendiği çerezlerden yedi. “İşte yaşamak bu!” dedi, kendi kendine.
Sonra lunaparka gitti. Dönme dolaplar, balerinler, arabalar, trenler… Erdinç büyülenmiş gibiydi. Hepsine ama hepsine binmek istedi. Parasını saydı, ancak birine binebileceğini anladı. Nedense, onlarca oyuncak arasından dönme dolabı seçti. Biletçiye, “Bana da bir bilet ağabey!” dedi gülümseyerek.
Turu bitip indiğinde sanki bütün dünya onundu. Başı dönmüştü; ama ne çıkar, o dönme dolaba binmişti. Yarın gecekondu mahallesindeki arkadaşlarına, “Ben dönme dolaba bindim.” diyecek, arkadaşları da şaşırıp kalacaktı. “Hadi bir daha anlat, nasıldı?” diye soracaklardı günlerce. Erdinç, on beş yirmi gün önemli biriymiş gibi gezecekti mahallede.
O bunları düşünürken hava kararmış, akşam ezanı okunmuştu. Eyvah! Hemen eve gitmeliydi. Cebindeki parayı saydı; tam bir günlük yevmiyesi olduğunu görünce sevindi. Babasına bunları verecekti. Bu paralar onun can simidiydi. Kestirme yollardan koşarak eve geldi. Kapının önünde durdu ve olacakları hayal etti. Şimdi kapıyı çalacak, annesi kapıyı açacaktı. Babası içki masasından kalkıp yüzüne bile bakmadan paraları isteyecek ve pis pis sırıtacaktı bıyıklarının altından.
Düşündüğü gibi oldu. İçeri girdi ve babası parayı istedi. Erdinç, gününün iyi geçmesi şerefine sevinçle elini cebine soktu. Para yoktu. Bütün ceplerini aradı, yoktu. Alnından ve sırtından buz gibi terler aktı. Titreyerek “Para yok!” dedi. “Düşürmüşüm.” “Yalancı” dedi babası. “Kim bilir ne yaptın parayı!” Ve sanki karşısındakinin insan olduğunu unutmuşçasına, bir tokat ve tekme attı Erdinç’e. “Çık dışarı! Parayı bulmadan da gelme!” dedi.
Erdinç, gecenin o soğuğunda dışarı çıktı. Gezdiği her yeri aradı; ama düşürdüğü paraları bulamadı. Eve dönemedi bu yüzden. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Üstündeki incecik montuyla üşümeye başlamıştı. O gece sabaha kadar, hayatında sadece bir kere gittiği lunaparkın kapısında yattı.
Sabah olduğunda annesi ve babası oğullarını aramaya çıktılar; fakat bulamadılar. Günlerce, hatta aylarca Erdinç’i aradılar, ellerindeki fotoğraflarla. Aldıkları cevap hep aynıydı: “Görmedik.” Birkaç kişi, böyle birini gördüklerini; ama üstünde böyle kıyafetler bulunmadığını ve iyi durumda olmadığını söylediler.
Mahallede birçok hikâye üretildi Erdinç hakkında. Kimi tinerci olduğunu, kimi de bir dükkânda çalıştığını ve orada yatıp kalktığını söyledi.
Kim bilir, belki siz de yolda yürürken etrafa biraz daha dikkatli bakarsanız, Erdinç’le ya da Erdinçlerle karşılaşabilirsiniz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.