- 481 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nakşeden İzler (anı roman 6)
Gönlümün sultanı güzel Kayserime gelince, daha çok rahatlamıştım, sanki hiç ayrılmamış gibiydim, inzibatlar terminalde indiğimizde gözümüze çarpmasa, daha da iyi olacaktı, lakin onlarda verilen emirleri ifa ediyorlar, ne yapabilirlerdi!
Bir dolmuşa binerek, mahalleme dolayısıyla onca yıllarımın geçtiği, evimize doğru merakla ve tabiî ki sevinçle gidiyordum.
Merak ediyordum çünkü, annem eşimi kendi ailesinin yanına bırakarak, askere gitmeme pek razı olmamıştı, bende biliyorum ki, birtakım insanlar annemi boş bırakmazlar fit verirlerdi.
Annem de zavallı, çok düşünmeden hemen inanır ve tavır alırdı, kendi asık suratı yetmiyormuş gibi, ayrıca zavallı babamı da devreye sokarak ve bana tavır almasını sağlardı.
Babamı masum görüyorum, başka bir seçeneği yoktu, zira annem onun iflahını keserdi.
Hele bir annemin sözünü tutmasın, annem çarpıp azarlar, bin pişman ederdi, ne yapsın geçinmek zorunda, sabır etmeseydi, kırk yıllık bir evlilik devam edebilirimiydi!
Babamın da fevkalade hataları vardı, aile sorumluluğu pek yoktu, bir aile reisine düşen görevleri çok önemsemezdi, belki bunları çok idrak edemediğindendir, beklide iyi yetiştirilmediğinden, daha da önemlisi kendini muhasebe etmesini çok bilemediğindendir.
Ama her ne olursa olsun, nasıl olursa olsun benim babamdır, hem de aslan babamdır, kundura tamircisinin yanın da çırak olarak çalıştığını anlatırdı, iyi dikiş diktiğini fark ederdim, babam çocukluğun da muzipmiş.
Sırf seyredip gülmek için bir gün, evlerinden yoğurdu ve bir tutam acı biberi alarak, gizlice suyu çekilmiş dereye iner, orada yayılmakta olan dananın yanına yaklaşır, elinde ki yoğurdun içine kattığı acı biberi, dananın ağzına burnuna sürer.
Dana siyah olduğundan beyazlanıyor fakat, zavallı dana nefes aldıkça, genzine çektiği acı biber, tıksırmasına sebep olduğundan, her nefes alışında mutlaka şiddetli bir biçimde hapşuruyor muş.
Babamda dananın karşısına geçmiş katıla, katıla gülüyormuş, böyle içten gülmenin sebebini merak eden, arkadaşı yanına yaklaşarak hayırdır ne yapıyorsun, diye sorduğunda, danayı güzellik seansına tabi tutuyorum demiş.
Yine annemden dinlediğim babamla ilgili bir anısın da, 50-60 lığ yıllar yokluğun çok olduğu yıllardı, borç harç piyasaya yeni çıkan bir gazocağı alırlar evimize, iki sokak arkamızda oturan komşularımızın gazocağı, çok pompalandığından patlamış, evlerine ve çocuklarına hayli zarar vermiş.
Bu olayı duyan babam çok içerlemiş, evimize gelir gelmez, borç,harç alınan gazocağını bir eline, diğer eline de keseri alarak, annemden gizlice kuytu bir yere çömelerek, gazocağını kırıp parçalamak niyetiyle, defalarca gaz ocağına vurur.
Annem sesin geldiği yöne doğru yaklaşarak, duruma vakıf olmaya çalışıyormuş, bunun farkına varan babam, daha çok gizleniyor lakin, annem uyanıktır durumun vahametini hemen anlıyor.
Annemin içi gidiyormuş, kolay mı borç harç alınmış, gaz ocağını elden gidiyor görünce, daha parası dahi ödenmemiş olduğundan, dayanamıyor ve Allah ciğerine inmeler insin, ömrün kesilsin, olmaz olasıca, başıma nerden çıktın, hiç gazocağı kırılır mı, tefi dürül esice diyerek hayıflanır.
Babamda duruma bakar ki çok vahim, bir solukta hemen cevaben çocuklarım mı ölseydi, öyle daha mı iyi olurdu söylesene diyerek işin içinden çıkar, annem o an söyleyecek pek bir şey bulamadığından bakıp kalır.
Fakat gazocağı, babamdan yediği keser darbelerinden, ocak olmaktan çıkmış, babamda maksadına ulaşmanın huzurunu, gizli bir biçimde yaşamış, babam için yemek pişmiş, pişememiş onun sorunu değildi.
Duygusallık, sevgili babamda çoğu kez mantığın önüne geçiyordu, fakat o bunun hiç bir zaman farkında olamıyordu veya olmak istemiyordu.
Sevgili canım anacığıma da pek kızamıyorum, çünkü aile sorumluluğunu tek başına yüklenmiş ve bir çok zorluklara rağmen, aklının yettiğince ufak,tefek hatalara rağmen, üstesinden gemliye gayret ediyordu.
Bir garibin tarifini yapsalar, annem bunun tam muhatabıydı, beş günlük iken annesini kaybetmesi, babasının en çok bu günlerde sahip çıkması gerekirken, sevgi, şefkat, ilgi maalesef anneme hiç gösterilmemiş, ama diğer hanımından olan dayıma, fevkalade ihtimam gösteriliyormuş.
O günün yokluğun da bulurlarsa sütü, anneme değil de dayıma içiriyorlarmış, hatta annem kız evladı olduğun için midir nedir bilemiyorum, adeta tamamen dışlanmış ve annesinin akrabalarına kaçak, göçek giderek en çok ihtiyaç duyduğu sevgiyi onlarda arıyormuş.
Böyle katı şartlar da yetişen bir insan, özellikle kız evladı ne kadar başarılı olabilir, ilk okulu ikinci sınıfta terk etmiş ve analık elinde her şeyden mahrum olarak yetişen, gariban bir kız evladı.
Hürriyetine kavuşmak adına, babam bir kurtuluş olmuş, lakin yeni evlenen insanlar o yıllar da kaynana, kaynata hizmetinde bulunmadan, kendi evlerine, müsaade olmadan ayrılmaları mümkün olmazmış, hülasa istemediğin kadar çile bol.
Ben ailemin tek oğulları olduğumdan, annem doğal olarak, askere giderken gelinlerini, yanlarına bırakmamı istiyorlardı, annemle hayata bakış frekansımız ve mihengimiz, aynı ölçekte olmadığından, farklılığımız bariz bir şekilde, kendiliğinden ortaya çıkıyordu.
Mesela ben yalan,yanlış konuşana, davranış bozukluğuna şiddetle karşı olan, her şeyin bir güven ortamında, olması gereğine bütün yüreğiyle inanan, yaşantısını bu ölçekte tutamaya azami gayret sarf eden, bir karakter yapım mevcuttur.
Annem ise işine geldiği gibi davranan, toplumun sosyal koşullarını dikkate almayan, aman bugün varız yarın yokuz diyebilen, ahiret’e çok hata bırakan, kulluk noktasın da biraz duyarsız olan zavallı bir insandı.
Onca yıl annemi babama karşı, ailemize karşı, topluma karşı daha duyarlı bir hanımefendi olması, saygın bir kişiliğe sahip olması için, ne kadar gayret gösterdiğimi, bir Allah ve bir de ben bilirim, çoğu kez arkadaşlarımın annelerine gıpta ederdim, bunu da maalesef içime atarak kimseyle paylaşmazdım.
Özellikle toplumun ileri gelenleri dediğimiz, alim, arif ve hal ehli olan değerli insanları tavsiyelerine uyarak, askere giderken zevcemi kendi babasına emanet etmiştim, bu kararımdan asla pişman olmadım, annemin duygusallığını bir biçimde anlıyordum fakat;
Sevgi ve şefkatin dorukta olduğu, bir ailede yetişen,
Maneviyatın ön planda tutulduğu, ortam zenginliğinde filizlenen,
Güven ve emniyetin hiç, ihmal edilmediği bir ailenin kızını,
Allah’ın bir emaneti olarak, nikahımın altına aldığımdan,
Bir eşi ve efendisi olarak, neslimin emniyeti ve selameti için,
Toplum önderlerinin tavsiyelerini, asla ihmal edemezdim.
Evlendiğimizde annenlerle birlikte oturuyorduk, ne çektiklerimizi bir Allah bilir, birde sevgili zevcem, kimselere anlatamazdık yaşadığımız onca sıkıntıyı, çünkü bunlar bizim aile sırlarımızdı ve kimi, kime şikayet edecektim.
Ama zevcemle kendi aramız da o kadar mutlu ve huzurluyduk ki, yapılanlar bizleri çok üzüyordu fakat, bizleri asla yıldırmıyor aksine daha çok yakınlaştırıyordu.
Haşlanmış bir patates ve birde kuru soğan, bizlere fazlasıyla yetiyordu, aksine sevgili ehlim, kendi ailesinin mutfaklarında her şeyin en iyisini yiyerek yetişmişlerdi.
Bir gün dahi hayıflandığına şahit olmadım ve ailesine hiç bir gün sırrımızı vermedi, evimizde fazlasını buluyormuş gibi davranarak, beni her zaman onu re etmiştir.
Her kez tarafından sayılan ve sevilen bir hanımefendi olduğundan, kendisinin gıyabında her zaman gıpta ile bakmışımdır.
Çünkü benim bu denli sevenlerim bulunmuyordu, insanların sevgilerini kazanmayı ehlim kadar başaramıyordum, bu bakımdan Allah’ın benim için bir lütfü olduğuna inanarak, dünya ve ahiret arkadaşım olarak gönlümde, her zaman yerini korumayı bilmiştir.
Allah anne ve babasından razı olsun, benim izzet ve şerefimi benden daha iyi ölçüde ve hassasiyetle muhafaza ediyor.
Bir ikinci tercih şansım olsaydı eş için, hiç tereddüt etmeden sevgili eşimi yine tercih ederdim, bu itirafı en kalbi duygularımla yapıyorum.
Tabi bu satırları yazarken, ilk defa olmak üzere, benim için fevkalade özel olan sırlarımı, sizlerle paylaşıyorum.
Çünkü sizler benim için bilinmeyenlersiniz, yani daha açık bir ifadeyle, bu satırları kim okur, kim okumaz bilemiyorum, yalnızca okurlarıma bir hatırat olması dışında, sosyal ve psikolojik olarak bir katkı sağlayacağı kanaatiyle yazıyorum.
Sevgili eşim bu itirafları duysaydı, belki de bizim özelimizdi diyerek gücenir veya hizmetini sunmaya daha gayret ederdi bilemiyorum.
Ama yinede ben, bu kadarına bile layık olduğuma inanmıyorum, meltem rüzgarının esintisinde yetişen bir fidanla, lodos rüzgarında yetişen bir fidan arasında, ne gibi bir fark var ise, sevgi ve şefkatte eşim meltemi, ben ise lodos rüzgarını temsil ediyorduk, bu bakımdan!
Kendisinin bana gösterdiği tahammül ve bitmeyen sabrı, ben mümkün değil gösteremezdim, zor anlaşılan bir kişiliğe sahip olduğumu biliyorum, onun için defalarca kendisine teşekkür ediyor, satırlarımda saygı ve şükranlarımı sunuyorum.
Hani daha önce sizlere, satırlarımda bahsetmiş olduğum, lakabı kara Mehmet olan, can dostum bir arkadaşım vardı ya hatırladınız mı, ilahiyat fakültesi mezunuydu, şu sıralar
Erzurum’un Oltu ilçesinde müftülük yapıyor.
İşte bu hal ehli arkadaşım Mehmet bir zamanlar bana demişti ki, Mustafa gardaş, sana bir şey şöyleyim de kızma sakın, olmaz mı demişti, estağfurullah Mehmet’im ne demek kızmak, haddime mi demiştim ve gözlerime bakarak, seninle bu dünyada geçinen bir hanım, mutlaka cennete girer demişti.
Tabi ki kızmam demiştim fakat, doğrusunu isterseniz içimden biraz da bozulmuştum, kendisine belli etmeden, neden diyerek duramadım sordum, bana dedi ki: sen her şeyin adil olmasını istiyorsun ve hemen sinirleniyorsun ve tahammülün çok az demişti, beklide haklıydı, ama bana göre;
Her insan sorumluluğunu bilmeli, haksızlığa, yalana, ihanete hiç tahammülüm yoktu, bunu da elimde olmadan ve istemeden yüz hatlarımdan belli ediyordum.
Belki biraz duygularımı gizleyerek, biraz tahammül göstererek ve bir müddet zamana bırakarak, böyle davranma yolunu tercih etsem, belki birilerinden daha çok kabul göreceğim.
Fakat böyle bir erdem ve fazilet benim becerebildiğim bir iş değildi, bazen böyle yapabilmeyi becersem, diyerek hayıflandığım olmuştur.
İşte askerden dağıtım iznine gelirken, merakımın temel nedeni, annemlerin bana karşı tavrıydı, sevgili babamın masum olan, fakat annemin dolduruşuyla asık duran yüzü, benim en önemli kaygı nedenlerimdi.
Eşimi babasının evinden alarak, bizim eve getireceğim, durum nasıl olacak acaba diye, kaygılanıyordum tabi olarak.
Evliliğimin birinci yılı dahi dolmadan, biran önce geleceğimi düşünmek sebebiyle, çocuklarımın her zaman başın da bulunmak için, işimi kalıcı yapmak kaydıyla ve tüm bunları şekillendirmek niyetiyle askere gitme gereğini duymuştum.
İsmini yirmi bir gündür koymayı geciktirdiğim, biricik ve tek göz ağrım çocuğuma nihayet
kavuşacaktım, tabi çocuğumun annesi sevgili eşime de.
Kolay mı evlendikten sonra, eşimden ilk defa ayrı kalıyordum, yirmi dört yaşıma kadar hiçbir kadına yakın olmamıştım, uzuvlarımın haysiyetini ve onurunu korumuştum, her ikimiz de ilk defa karşıt cinslerimize yakın olmuştuk.
Asker ocağın da eğitim yaparken, güneşin altın da yanmıştık, ilk defa asker elbisesiyle eşim beni görecekti.
Asker olmamın yanın da, cazip olan hiçbir tarafım bulunmuyordu, zira harçlığımız az olduğu için, maalesef bir asker hediyesi dahi alamamıştım.
Nihayet evimize gelmiştim, her zaman olduğu gibi annem açmıştı kapıyı, umduğumdan daha iyi karşıladı, canım annem işi rast gelsin, hemen babama seslendi, İsmail efendi bak oğlun geldi diyerek, babam da sevinerek geldi ve hemen ellerini öptüm, sarıldık hal, hatır sual ederek biraz sohbet ettik.
Babasına emanet olarak bıraktığım, ehlim ve çocuğumu almak için, müsaade isteyerek evimizden ayrıldım, kayın pederimin evinin yolunu tuttum, nihayet evlerine ulaşarak, orada da hoş beş yaptıktan sonra, izin isteyip kendi evimizin yolunu tuttuk.
Kızımı maşallah nur topu gibi buldum, fevkalade sağlıklı ve bir o kadar da güzel mi güzeldi, masum bir yüzle etrafına bakınıyordu, yanaklarını nazik bir şekilde okşadım ve ilk defa kendi parçamı öptüm.
İsminin ne olacağının kararını vermiştim, anlam itibarı ile namusunu, iffetini muhafaza eden, haya sahibi manasına gelen ve ayrıca Hz.Fatma ve Hz.Asiye annelerimizin, halk tarafından konmuş sıfatları olması sebebiyle.
Çevremde duymadığım, bizim sülalemiz de hiç kimsede bulunmayan, Betül ismini çocuğuma isim olarak, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet getirerek, usulüne uygun bir şekilde koydum.
Nihayet bir asker çocuğu olarak dünyaya gelen, yirmi bir gün isimsiz kalarak bekleyen, sevgili kızıma kavuşma bahtiyarlığına bulmuştum Allaha hamt olsun.
Şöyle bir üşünüyorum, haya ve edep timsali hayat arkadaşımın, çok utanacağından, asla sesini dahi çıkaramayacağını, ağrıdan, sancıdan dişlerini kitlenmiş gibi sıkacağını, en son noktaya gelene kadar, annesine dahi durumunu söylemeyeceğini, tahmin ediyordum.
Kuytu bir köşe çekilerek, her bir kimseden kaçınacağını, en çok ihtiyaç duyacağı anlarda dahi, yanında bulunamadığım, o ızdırap dolu günleri hatırladığımda, hala bir sıkıntı çekerim.
İtiraf etmeliyim ki, hiçbir zaman eşim kadar duyarlı olamadım, belki benim bu özrüm sevginin, şefkatin izinli olduğu, bir aile ortamında yetişmemden kaynaklandığını, bazen düşünmüyor değilim.
Tabi bayanların yaratılış itibarı ile, biraz daha duygusal olduklarını, geleceğin annelerinin sevgi ve şefkatte, fedakar olmalarının kaçınılamazlığı, ayrıca unutulmamalıdır.
Kayın pederim, saygın, hafız ve bir imamken, bir çok çocuğun ismini koymuşken, kendi evinde bir emanet ve misafir olarak kalan, kendi öz kızının çocuğuna, kendi torununa bir isim koyamamak durumunda bırakılması, tahmin ediyorum ki, çok üzülmüş ve canını da sıkmıştır, bende üzülüyorum lakin!
Belki böyle katı kararlar almak durumunda kalmamın tek nedeni, ömür boyu güvenebileceğim ve bir yastığa baş koyduğum, iyi ve kötü günlerde tereddüde, kuşkuya kapılmadan bir güven ortamında, her şeyimi paylaşacağım, sevgili ehlimin tavrını daha yakından tanımam adına gerekliydi.
Vermiş olduğum talimatlara bağlılığını, yokluğumda sadakatini, kendi annesi babası dahi olsa, tercihlerindeki duyarlılığını mutlaka bilmeliydim.
Efendisinden aldığı talimatların, her zaman önceliğini koruyacağını, bilmesi ve bunu tereddütsüz uygulaması, benim için kaçınılmaz bir gözlem olmuştu.
Şükürler olsun Allah’a ki, sevgili eşim bu süreçten de, alnının akıyla çıkmıştır, kendisine gıyabında teşekkür ediyorum.
Geleceğimizin kararlarını alırken, şimdilik tek yavrumuz olan, sevgili kızım Betül ve olacak çocuklarımızın, bir aile saadetinde filizlenmelerini, ancak bir güven ve fedakarlığın şart olduğu, muhkem bir aile teşekkülünde mümkün olduğuna, tüm kalbimle inanıyordum.
Hayat felsefem bana bu ölçüleri veriyordu, mutlaka uygulamak durumundaydım, bir başka seçeneğim yoktu, bunlardan taviz verseydim inanın kendime saygım kalmazdı, zira hayat felsefem böyleydi.
Her şeyin açık ve net olması, dürüst olunması, her ne yapılıyorsa maliyetine katlanılması, lüzumsuz lafazanlık ve gereksiz yorum yapılmaması ve mutlaka bir güven ortamında bulunulması, yüreğimin asla vazgeçilemezlerindendi.
Yaşadığım hayatın her safhasında, uyguladığım bir ölçüdür bu, dostlarımı bu ölçeğe uyanlar oluştururlar, bu ölçüden taviz veren kişilerden, kalpten ve onları kırmadan içten içe uzaklaşırım, bizzat istemesem de böyle gelişiyordu.
Etrafımın dostlarla sarılmasını her insan gibi bende isterim.
Çünkü insan, insanlar içinde yaşarken bir anlam ifade eder, yalnız bir insan, insan olduğunun çoğu kez, farkında olamayacağı gibi, hiçbir kıymeti, manası ve önemi olmayacaktır, çünkü bu bir vakıadır.
İnsan sığınan, el açan, konuşan, yerinen, sevinen, iradesini kullanan, karar veren, düşünen, tahkik eden ve bir tek mükellef olan, müstesna donatıları bulunan Allah’ın bir dizaynıdır.
Eğer bir insan sabrı, tahammülü, hoş görüyü, sevgiyi, şefkati, tevazuu, şecaati, gösterme de, zemin ve zamanı iyi kullana biliyorsa, bilmeliyiz ki bu insan, dost zengini olan bir insandır.
Arif ve ilmiyle amel eden insanlara konuyu izah etmeye gerek var mı, işte bende olamayanlar da bunlardır.
Terbiye edilmemiş bir nefsin sahibi olarak, fazileti bulmaya çalışmak,durmadan aramak temel bir düstur olması cihetiyle, manasızlığa koşmak adına.
Cahil ve züğürt bir insanın, ya çıkarsa diye dağlara çıkıp define armasına benzer, daha sonra da, suyu, azığı ve dermanı kalmayarak, umutsuzluğa doğru yolculuğa çıkarak, buhran karşısında düştüğü açziyet!
Temel sorun aklın bilgiye, bilginin tecrübeye, tecrübenin, uygun bir zamana, zamanında tahammüle ihtiyacı bulunmaktadır.
Anlamak, idrak etmek, hissetmek ayrı birer meleke olduğu gibi, farklı ve fakat ayrılmaz birleşenler olduğunu da unutmayalım ve her birinin derinliği farklıdır.
İşte insanlar, bu üç derinlik noktasında, sürekli anlaşılamaz olurlar, ve böylece lüzumsuzluğu paylaşırlar, lakin bunun pek farkında olamazlar maalesef.
Hayatımızı bir hiç mantığıyla, idame ettirmeye, ne kadar çalışırsak, çalışalım yinede bir hiçtir, zira maksattan uzak, anlamsızlığa giden bir yol, manasız bir yoldur.
Ama maksattan maksuda giden her yol, derinlik ifade eden, manalı bir yoldur.
Yaratılmış her şey, her canlı ve kozmik alem, kendilerine verilen mühlet içinde hiç sapmadan, bir ahenk zenginliğinde yollarına kararlılıkla devam ediyorlar.
İnsan yaratılmışlar içinde, tek başına irade sahibi olduğu için, kabul ve ret kararlarını, aklı, bilgisi ve tecrübesiyle iradesini kullanarak verecektir.
Zaten bir manada beyhude geçmiş onca yıllar, mürebbisiz, pusulasız ve manasızlık içinde, adeta insanın içini karartan, hayıflandıran ve bazen de utandıran, geçmiş koca bir zaman, kayıp yıllar olarak karşımada adeta bir şecerem gibi duruyor.
Bizlere bir çırpıda şer gibi, görünen nice olaylar, netice itibarıyla hayır olarak, karşımıza çıkarlar, iyi bir muhasebe ve derin bir tefekkür, bunu anlamak için yeterli sebeptir, her ne başımıza geliyorsa, buna bizzat bizim sebep olduğumuz vakidir.
İnsan olarak akıl, bilgi, tecrübe ve muhakeme seçeneklerimizi kullanarak, dağarcığımızda bilinenleri, mutlaka çoğaltmak zorundayız.
Hafızamız da bilinmeyenler, çoğunluğu teşkil ediyorsa, hatamız, yanılgılarımız, heyecanımız, paniğimiz bizleri neticeye değil, hüsrana götürdüğünü, geç fakat nihayetinde anlarız, lakin iş işten geçmiş olur.
Düşünmek ama neyi hangi bilgiyle, hangi sınırlarda, bunun mutlaka netleşmesi gerekmektedir.
Bir olaya müdahalemiz gerektiğinde, hangi ölçülerde, kuvvet, bilgi, tecrübe temel bir unsur olduğu muhakkak, fakat şartlarını yerinde ayarlayamazsan, istenilen neticeyi asla alamazsın.
İşte sabır, sebat ve metanet daha temel bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
İnsan o kadar harikulade yaratılmış ki, her şeyin bir şeye ihtiyacı olduğunu, haber veriyor ve en bariz bir şekilde, ayan, meyan ortaya koyuyor, yeter ki biz kendimizi dinlemeyi bilelim.
İnsan kendini tanıdığı ölçüde, saygın, vakar, alçak gönüllü ve hizmet perver olur, bu ölçülerde bulunan bir insan, tekebbürü, hırçınlığı ve ukalalığı sinesinde asla barındıramaz, böyle mükemmel bir insanın, gücün ve kuvvetin, kendinde bulunan her şeyin, mutlak bir sahibi bulunduğunu bilmemesi mümkün değildir.
Enaniyet sahibi insanlar, elinde bulunan her vasıtayı, varsa başarıyı kendi zatıyla, kaim olduğunu zannederek, yanılgılarını her fırsatta kusarlar ve şahsiyetlerini pazarlamayı ve her panayırda anılmayı vazgeçilmezleri olarak görürler.
Beşer hükmünde bulunan kendi aveneleri alkış tutarak, makamlarını ve paylarının artması noktasında, tüm enerjilerini sarf ederek, safahatlarının sürmesinin temininde gayret gösterirler, aynı zatlar kuvvetin bulunmadığı zeminlerde, kendilerini pazarlamayı ihmal etmezler, işte bu nevi yaratıklar, asli yet kaygısında bulunmayan biçare gafillerdir.
Terbiye edilmemiş, tedavi görmemiş bir gönül neler istemez ki, dolayısıyla istekler ayrı, bunların yerine getirilmesinde, meşruiyetin aranması daha bir ayrıdır.
Yaşantımızı idame ettirirken, temel bir unsur olarak neyi ve hangi ölçüleri baz alıyoruz, rast gele yaşanılan bir hayat, kimler tarafından kabul görüyor, kabul gösteren mekanların ölçü olarak ele aldıkları değerlerin, derinliğinde neler gizli olduğuna bir bakalım.
Adrenalin yükselişini sağlayan, her bir şey meşruiyet ölçüsünde, makbul olacağını katiyen unutmayalım.
Anlaşılabilir olmaktan çıkan, makul ölçüleri zorlayan, karanlık, gizli, bulanıklığı içinde barındıran, sinsiliği temel gaye edinen, fıtratı zorlayan her hal ve davranış, paniği, merakı, heyecanı hat safhayı çıkartan zihniyetler, dikkatlice ve derinlemesine etüt edilmelidir, zira saf, sübyan gençlerimiz malzeme olmaktan kendilerini bu simsarlardan kurtaramazlar.
Aldandık, aldananlardan olduk, neyin, kimin bilinmeyenleri o kadar çok bulunuyor ki sinemizde, meçhulden sahile çıkmak için kürek çektik, adeta onca yıllar, çok acılar yaşayarak geldik.
Bir babanın oğlum, yavrum demesini, bir talimat vermesini, kucağına almasını, bağrına basarak yanaklarımdan öpmesini, yıllarca bekledim.
Arkadaşlarıma hep gıpta ile bakmışımdır, annesi, babası tarafından, sevgiyi, şefkati daha da önemlisi sahiplenmeyi, idrak ederek yaşıyorlar ve bunun gururunu taşıyorlardı, ben ise onlara bakarak yutkunur dururdum, kimselere açılamazdım bir kil gibi içime yatırıyordum seren canımı.
Minarelerden bir sala sesi duyduğumda, içim gider ve bir insanın toprakla buluşacağı, beklide henüz hazırlanmamış o yüzü soğuk mezara konacağını, yaşarken kendisi için her zaman, bir muamma olan gerçeklerle karşılaşacağını, düşündükçe hayıflanmadığım an, hiç mümkün olamamıştır.
Bizlere bir emanet olarak verilen, her şeyimizi imtihan kaygısından, uzak bir şekilde geçirdiğimiz, onca yılların telafisi, tarafımızdan ne kadar mümkün, bu meçhul sürenin belirli bir mühleti var mı, bunun garantisi böbürlenmemiz dışında, nerededir bir bilen var mı?
İmtihan sathının dahi bir gün, hallaç pamuğu gibi yok olacağı, savrulacağı bir günde, satıh gibi yaratılmış bir insanın, ne hükmü olabilir, kime kalmış, ne kalmış hoş bir seda dışında, yedi ceddimin hikayelerini, Kuran o kadar nezih ve ibretle anlatıyor ki, hissetmemek ne mümkün, duyguları paslanmamışlar için.
Seven, şefkati sinesinde barındıran her insan, bir gün mutlaka gerçekleri fark edecektir, çünkü bu duygunun membaı ilahidir, bir masrafı yoktur ve bila bedeldir.
Yaratanın rahmet ve mağfireti o kadar ulvi ve geniş ki, her yanımızı kuşatıyor olması ve bunun farkında olmamamız son derece normaldir.
Bir hiç iken her türlü rahmeti donanmış, korunmuş olmak izah için çok yeterli bir sebeptir. Evlenmeye karar verdiğimde eğer ben evlenirsem, bekar kimse kalmaz demiştim.
Sebeplerine gelirsek, o kadar perişan ve ayrışan kanaatler vardı ki, ayrıca elde maddi bir varlığın olmaması, babam ve annem gariban zavallı, dünürcü olduğumuz aile saygın ve maneviyat zengini, her iki aile karşılaştırıldığında ortaya çıkan fark beni kaygılandırmıyor değildi.
Her şeye rağmen, evin babasıyla bir hukukumuz vardı, anlaşılamaz değildik, kerimesinin kararı çok önemliydi, zira benim yetişkin bir kız için, cazip gelecek hiçbir özelliğimin bulunmadığına inanıyordum.
O yıllarda hasret kaldığım camiye ve cemaate müdavimdim, imamlara yakınlığım artmıştı, her konuyu can kulağı ile dinliyordum, tavsiyelerini tüm imkanlarımla uyguluyordum, doğru olarak öğretilen her şey uygulanmalıydı, öyle inanıyordum.
Kimin ne söyleyeceğini bilemiyordum, nasıl bir tavır alacaklarını pek önemsenmiyordum, dini yaşamanın, takva sahibi olmanın zaten zor olduğunu, peygamberlerin bile dışlandıklarını, nefsinin, heva ve hevesinin peşinde koşanların, kabullenemeyeceklerini bildirmişlerdi.
Bizde tavizsiz bir biçimde, kim ne derse desin hiç önemsemeden, başım da papak, pantolon yerine şalvar, yakasız ve şalvarın üzerine inen bir gömlekle dolaşıyordum, hatta camilere giderken papağımın üzerine bazen sarıkta bağlıyordum.
Tabi ki sakalımda var, böylesi bir damat adayının, cazip bir tarafı bulunur mu, tereddütler sinemde hat safhadaydı, acaba nasıl bir durumla karşılaşacaktım bilemiyordum.
Ablamlar aynı binada oturdukları için, onlardan soruyordum, görebilmeyi istiyordum, bir akşam salça kaynatırken görmüştüm, beni fark edince hemen uzaklaştı, abisi Ramazanla biraz sohbet ettik, patates közlemesi yedik ve birde çay içmiştik ne hikmettir bilemiyorum ama hepside lezzetli gelmişti.
Ama şükürler olsun o anı yaşamak dahi bizim için yetiyordu, hiçbir zaman bir birlerini görmemiş, iki yetişkin insan kaderlerine rıza göstermişler, teslim olmuşlar,
hayır murat etmişler, ivit ivit araştırmadan, kuşkuya kapılmadan bir birlerine muştu sunmuşlar, bundan daha güzel bir şey olabilir mi.
Beni mahcup bırakmayan, utandırmayan, hiç tanımadığı halde bu riski göze alabilecek kadar cesur olan, sevgili hayat arkadaşım sevginin en güzeline layıktır.
O kadar zordur ki bu kararı verebilmek, yekinen tanımadan, huyunu suyunu bilmeden teslim olmak, teslimiyet olgunluğunun derinliğinde yatıyordur.
Bir insanda bulunan liyakat zenginliğini, hafife almanın bir manası ve mazereti bulunamaz, böyle önemli bir olguyu hafife almak, kişilik zafiyeti olarak karşımıza çıkar, bunu umursamayan kişi bir çok mevhumu da önemsemez.
Hareketli günlerin yoğunluğun da, mütevazı manada nişanımız oldu, bir araya gelmeden akrabalar arasında, nişan şerbetimiz ve yüksüğümüz akşama doğru geldi.
Artık resmen nişanlandık ve nikahlandık, dolayısıyla rahatça nişanlımı ailesinin yanında görebilirdim, nihayet tanıştık, konuştuk hamt olsun aradığım tüm özellikler zatında mevcuttu, hiçbir kusuru yoktu, endamı, edebi ve hizmeti fevkalade güzeldi.
İçim içime sığmıyordu, huzur ve sürur doluydum, Allah anne ve babasından razı olsun, bu zamana kadar korumuş, koklamış, eğitmiş adap ve edebi öğretmiş, mümin bir kerime olarak vakti saatlerini bekliyorlarmış daha ne olsun.
O kadar dünürcü gelmiş, mahcup olarak eli boş dönmüş, yanlarına dahi hiç çıkmamış, zorladıkları zaman içerden kapıyı kilitlemiş, gitmek istememiş vaktini beklemiş ve bir gün öyle bir vakit gelmiş ki;
Tam dört beş yıl önce, bahçe duvarlarını ören, duvar ustası İbrahim’in, hizmet ve terbiyelerinden etkilenerek, bir akşam bana övgüyle bahsettiği, malum hocanın kızları olan, içlerinde en güzeli ve çalışkanı bulunan.
Hiç tanımadığım halde ve habersizce dört-beş yıl geçtik ten sonra, bana kısmet olacak bir kız evladının, kimsenin asla düşünemeyeceği, böyle muazzam bir hesabı kim yapabilir ve kimin aklına gelir, dolayısıyla kime niyet, kime kısmet meşhur sözünü boşuna dememişlerdir.
İşte bunun için, hinlik yapmadan, hilkati zorlamadan, imkanların ölçüsünde kanaat ve tevekkel olmayı küçümsememeli, bu hatayı yapan bir insanın, sadece kendini küçülteceği el an bilinmeli.
Art niyet, ön yargı, bizlerin sürekli yanılmasında, temel bir sebeptir, daha da önemlisi zanlarımızla kanaat oluşturuyorsak, kaybetmemiz de kaçınılmaz olacaktır.
Nakşeden izler kitap çalışmasının, şimdilik bir kısmını sizlerle paylaştım. Dilerim sizleri sıkmamışımdır. Çalışmaların devamının geleceğini beyan ederken, huzur ve itminanlık sizlerle olsun.
Hayatımın silinemeyen zenginlikleri;
Yaşadığımız hayatın silinmezleri, her birimizde farklı,
Hissiyat kulvarında tezahür ederler…
Onca yaşadıklarımız, acıyla, neşesiyle zenginliklerimizdir.
Oysaki henüz yaşarken farkına varamadığımız nakşeden izler…
Efkârın bulvarında adımlarken, bu izleri,
Zaman mefhumu durmuşçasına yeniden yaşarız.
Yaşanmışlar, ancak ibret alınırlarsa anlam bulurlar…
İbret alınması için, kayıt’a girmesi asıldır…
“Aşkların örüldüğü, sırların gömüldüğü,
Mezarlarda, geceler gibidir.”
Aşkı, sırrı, mezarı ve geceyi yaşayanlar olarak,
Satırlara yazarsak, anlaşılır oluruz…
Kuş ve ağaç, gül ve diken, su ve balık dünyada,
Gezegenler kozmik âlemde yol alıyorlar…
İnsan denen varlık, her ikisinde de yol alıyor, düşünenler için.
Yaşadığım yılların, farkına varamadığım gerçekliğini,
Efkârımın derinliğinde solumak…
Hafızam da, silinmezler bölümünde bulunan,
Naçar kaldığım feryadımdır…
Bir duruşu olmayanlara isyanımdır…
immeti, hizmeti, külfeti, nimeti karıştıranlara,
Suizan edenlere reddimdir…
Konuşmak, koklaşmak, barışmak, yarışmak,
Kaygısıyla gafletimin yansımalarıdır…
Manasını kaybetmiş bedenler, mekanikleşmişlerdir…
Mekanikleşen bedenler,
Mezarlara da, manzara keyfiyetiyle bakarlar…
Oysaki mezarlar, zahirin bittiği mekânlardır...
Bu ahval üzerine, hali lisanımla paylaşmak,
Paslaşmak ve anlaşmak beyanı halimdir.
Bir canım, gönül efkârımı ancak sizlere açarım...
Nakşeden izler kitap çalışmasının, şimdilik bir kısmını sizlerle paylaştım.
Dilerim sizleri sıkmamışımdır.
Çalışmaların devamının geleceğini beyan ederken, huzur ve itminanlık sizlerle olsun yemenisiyle…
Mustafa CİLASUN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.