Canının İstediği
Bir küçük kızdı Firuze. Çocukça koşuyordu odalardan odalara, sokaklardan sokaklara. Bir gün annesi ona, “Dur!” dedi. Anlamadı Firuze neden durması gerektiğini. Annesine soracak oldu, bir tokat patladı yanağında. O da sormadı nedenini. Durdu. Bir daha koşmadı kimseler varken ortalıkta.
Kahkahalarla gülecek olduğu vakit annesi uyardı onu. Kız kısmının bu kadar çok gülmesinin hayırlara vesile olmayacağını söyledi. Çok konuşmayacak, gülmeyecek, ortalıklarda fazla göze batmayacaktı. Öyle yaptı.
Bez bebeğini seviyordu en çok. Ablaları da oynamıştı bu bez bebekle. Evdeki tek oyuncaktı. Demir kapılı evin kızlarının yazgısı gibiydi bu bebek. Kolayca vazgeçemedi Firuze bebeğinden. Çocuk düşlerinin tek avuntusuydu. Ortalarda annesi yokken oynar oldu bez bebeğiyle.
Annesi bir gün bez bebeği komşunun kızına veriverdi gözleri önünde. “Firuze ablan büyüdü. Genç kız oldu artık. Bununla sen oyna,” dedi. Firuze, bez bebeğe yapıştı. Vermem, dedi. Ağladı. Annesi çekiştire çekiştire zorla aldı bez bebeği elinden. Bir de okkalı dayak attı o gün.
Neler olup bitiyor anlamıyordu Firuze. Zorluyordu aklını, yüreğini yatıştırmaya çabalıyordu. Hiç peşini bırakmayan uğultulardan kurtulmanın yolunu boyun eğmekte bulmuştu. Zaten nasıl karşı çıkılır, ne yapılır da uzlaşma yolu bulunur bilemiyordu da.
Henüz on ikisindeydi. O yaz on üçüne girecekti hesaba göre. Boyu endamı yerindeydi.Yuvarlak yüzlü, kısık gözlü, sivri burunluydu. Beyaz teniyle ilgi çekiyordu daha çok. Kaymak gibi bembeyaz teni yüzünün bütün kusurlarını örtüyordu. Bedeni ne kadar gelişmiş, serpilip kıvrımlarının orta yerinde kendisine, kadınlığına bir yol açsa da onun ruhu alabildiğine çocuktu. Aklı fikri komşuya verilen bez bebeğindeydi.
Sanki o upuzunun uzanan gri bulutlar daralmış, küçülüp küçülüp kafasının ortasına girmiş, orada kendisine gizil bir yer bulmuştu. Daha hayal kurmayı öğrenemeden dayatılan zorunluluklarla tanışmıştı Firuze. Bastıkça kırılan dalcıklar gibi eğilip büküldü. Bir yerleri hayat karşısında hep kırık dökük ilerledi yarına.
Artık okula da gidemeyeceğini anladığında sessizce ağladı yatağında. Kavrayamıyordu okulun insan yaşamındaki önemini. Ama seviyordu okulu içten içe. Öğretmenin anlattıkları hoşuna gidiyordu. Çizgili sayfalara kalemle bir şeyler yazmanın efsunlu dünyasına aklı gidiyordu, kalemin ucundan akıp da kendisinin belirlediği kıvrımlarla oluşan harfleri coşkuyla takip ediyordu. Bir heyecandı okumak ve yazmak. Hele içi resimli hikaye kitaplarına bayılıyordu.
Okula giden çocuklara uzaktan baktı o kış. Üzüntüyle, kırgınlıkla, boynu yana doğru düşmüş, çocuk yüzüne kaderini kabul etmenin verdiği çaresizlik erkenden çökmüştü. Susturularak büyümüştü Firuze, erkenden. Elini attığı her şey elinden çekiştirilerek alınmış, en doğal özgürlükleri amansızca kısıtlanmıştı.
Soru sorma, onu oraya koyma, bunu böyle yapma, oradan bir daha geçme, onu giyme, öyle oturma, şunu deme, uyu, uyan..
Görücü nedir bilmiyordu Firuze. Birileri eve gelip gidiyorlar, o da gelenlere kahve pişiriyor, beş adımlık odadan dışarıya çıkmadan bekliyordu gitmelerini. Bir gün annesi onu güzelce süsledi püsledi. Yüzüne allık sürdü. Gözlerinin altına Hindistan’dan gelen özel sürmeden çekti. Uzun uzadıya nasıl davranması gerektiği konusunda salıklar verdi.
Firuze, bir oda dolusu gözün üzerinde olduğu odaya girdiğinde heyecandan eli ayağı birbirine dolanmıştı. Bu ne bir yuva kurma heyecanıydı ne de bir düşün gerçeğe dönüşme coşkusu.. Daha çok yanlış bir şeyler yapmaktan korkmanın getirdiği kısır bir heyecandı Firuze’nin ellerini titreten.
Görücüye gelenler itinayla incelediler Firuze’yi. Boyunu, endamını, oturup kalkmasını, evin düzenini, annesinin tavır ve davranışlarını, eşyaları bir bir göz ucuyla süzdüler. Her şey tastamamdı. Oğlanın annesi kızı beğenmişti. Kızın ailesi de varlıklı bir yere kızlarını vermeye dünden hazırdı. Olur, dediler kahveler içilirken.
İşin aslı, oğlanın da gönlü yoktu bu evliliğe. Aklı gecenin karanlığında içine kadar iliştiği aşkındaydı. Nasıl bırakırdı aşkını bir çırpıda?. Oğlanın annesi razı değildi onunla evlenmesine. Ne kavgalar kopmuştu evde. Bağırtılar yükselmiş, eşyalar kımıl kımıl hareketlenmişti havada. Gecelerce evi terk etmişti oğlan. Sokaklarda kalmış, pavyonda arkadaşlarıyla içtiği içkinin dibini bulunca unutuvermişti her bir şeyi.. Anasını, kalbinde ateş yakan kadını.. Olmazları, olanları. Dönmüştü dünya kendi kafasının ortasındaki boşlukta açılan bulutsu alanda.
Sabahlar hep aynıydı. Oğlan hatırlıyordu bir gece önce anasıyla yaptığı o amansız, iflahsız tartışmaları yine akşama soluğu pavyonda alıyordu. Pavyona karı kız davasına da gitmiyordu. İçmeye gidiyordu. Alışmıştı arkadaşlarıyla pavyonda içmeye.
Oğlan savundukça aşkını, anası deliye dönmüştü. Olmazdı. Daha evlenmeden oğlunun koynuna giren o kızı gelin diye alamazdı kadın. Her şeyiydi oğlu onun. Kocasını yitirince oğluyla teselli bulmuştu hayattan. Kadın işte böyle günlerde düşmüştü oğlunu evermenin peşine. Aklına uygun, sessiz, sakin birini arıyordu. Önce kendisi sevmeli, anlaşabilmeliydi ki gelin yapsındı o kızı.
Firuze’nin haberi yoktu bütün bunlardan. Yüzükler alındı. Oğlanın annesi pek memnundu Firuze’nin uysal hallerinden. Kuzu kuzu, diyordu onun yüzüne baktıkça. Aklına göre bir gelin bulmuştu nihayetinde. Gürültülü, patırtılı kavgalardan sonra oğlanı da razı etmişti bu işe.
Çarçabuk evlendi Firuze daha on dördünde. Oğlanın annesiyle birlikte yaşayacaklardı. Her şey kararlaştırılmıştı. Ona hiç sorulmadan. Çizgileri belirlenmiş, çerçevesi boyalı tek bir fotoğraf çektirdiler oğlan ve kız; düğün gününde. İkisinin de yüzünün gülmediği siyah beyaz bir fotoğraf..
Taze gelin Firuze, ana gibi bildi kocasının annesini. Zaten kendi annesinden pek bir farkı da yoktu. Zorlanmadı. Onu oraya koy, yemeklere şu yağı kullan, örtüleri kolalamadan serme, yemeğin salçasını iyi ayarla.. Huyuna gitti Firuze onun. Bir tek kocasının tüm gün eve gelmeyişlerine, geceleri yalnız uyumaya içerliyordu.
Kocası sevmedi Firuze’yi.. Hayatından çıkarmıştı o aşık olduğu kadını ama kafasının içinden söküp atamıyordu. Özlüyordu teni onu fütursuzca.. Teni onu özledikçe o Firuze’ye sokuluyor ama bulamıyordu aşkın kokusunu. Duru, yapay bir sevişme oluyordu. Isınamıyordu bu annesinin çok severek aldığı geline.
Bir de ihanet vardı içini kökten köke kurutan. Aşık olduğu kadını yüzüstü bırakmıştı. Yakıştıramıyordu kendisine bu dönekliği, kaypaklığı. Gece çökünce köyün tepesine, ışıkları bir bir sönünce evlerin o hep arkasını döndüğü kadını düşünüyor, soğuktan elleri üşüyordu.
On altısında anne oldu Firuze. Çocuğuna o hiç bilemediği sevgiyi veremedi. Başında bir bela gibi görüyordu onu. Evin işleri, kocasının, kayınvalidesinin hiç bitmeyen istekleri derken bir de çocuğun ihtiyaçları çıkmıştı başına.
Sevgisiz büyümüştü Firuze. Hiç başının okşandığını, sevgiyle birinin ona sarıldığını hatırlamıyordu. O da kimseye sarılmamıştı öyle candan. Çocuk büyüdükçe, Firuze farkında olmadan annesinin tıpkı kendisine davrandığı gibi davranmaya başladı oğlana. Çocuğun bütün dünyasını aynı karanlıkla boğarak kısır döngüyü devam ettirdi.
Ona dokunma, bunu elleme, uslu dur, ses etme, gitme, gel, uyu, uyan.. Kocasının pavyonda içtiğini komşulardan öğrendiğinde oğlanı ufacık bir hareketinde hırpalamaya, dövmeye başladı. Hıncını çıkarıyordu dört yaşındaki çocuktan.
Söylenmeye başladı kocasına. Pavyona gitmeni istemiyorum dedi. Adı dırdırcı kadına çıktı Firuze’nin. Kocası diyemedi ona ‘seni ben değil annem istedi’, diye. Dilinin ucuna geldi ‘ayrılalım başından beri yanlış bir iş yaptık,’ demek. Ama bir türlü çıkamadı kelimeler ağzından. Kendisine bile itiraf edemedi adam. İçkiyi içiyor rahatlıyordu. O daralıp bunaldığı eve ancak sarhoş kafayla giriyordu.
Bir de aşkından ölüp ölüp dirildiği, tenini arzulamaktan kurtulamadığı kadının evlendiği haberini almıştı. İyice vurdu başını şişenin dibine. Daha beter özledi tenini kadının. O ıslak, tutkulu, şehvet yüklü sevişmeleri hatırladıkça içinden bir şeylerin kopup gittiğini duyumsadı. Yakalamak için çok geç kaldığını anladığında yine kafasını içki şişelerinin içine soktu.
Bütün geceler içer olmuştu. Eve para bırakıyor, arada bir hafta sonları oğlanı elinden tutup gezmeye götürüyor, başka da bir şeyle ilgilenmiyordu. Kendisinden istenilen zorunlu koca vasfını yerine getiriyordu. Ama yüreğini, gönlünü veremiyordu.
Oğlu beş yaşındayken ikinci çocuğuna hamile kaldı Firuze. Bir kızı olmuştu. Kocası uzun zamandan sonra bir tek o kız çocuğunu kucağına aldığında gülümsemişti öyle içten.. Boncuk boncuk gözleri vardı bebeğin. Gülümsedikçe kız, babası kendinden geçiyor, hiçbir şeyin onu keyiflendirmediği kadar keyifleniyordu.
Unutur gibi olmuştu adam geçmişi, aşık olduğu kadının tenini, annesinin kendisinden çaldığı olası mutlu bir hayatı.. Daha az dışarıya çıkıyordu. Pavyona haftada bir uğruyordu arkadaşlarıyla, geç vakitlere kadar duramıyor, kızını özlüyordu.
Bu defa evde karısıyla anasının tartışmaları baş göstermişti. Onca sene susan Firuze, dayanamıyordu artık susmaya ve özellikle kocasının evde olduğu zamanlarda tartışıyordu kayınvalidesiyle.
Zamanla tartışmalar dineceğine daha da beter bir hal aldı. İki kadın birbirini yercesine atışıyorlar, ikisi de susmak nedir bilmiyorlardı. Adamın kafasında kocaman bir kazan kaynıyordu sanki iki kadının kavgasını dinlerken. Adam, uysaldı. Sessiz, sakindi. İkisinin arasındaki kavgaya katılmamakta diretiyordu. Kadınların aklı gidiyordu oysa adam da kavgaya karışsın da bakalım kimden taraf diye.
Adam kimseden taraf değildi. Anası da karısı da hayatın getirdiği zorunlulukların birer parçasıydı. İsteyerek seçtiği, kendi rızasıyla yaşamına girmiş kadınlar değillerdi. Ne yapılır bilemiyordu adam. Ben istemiyorum ikinizi de deyip çıkıverse eşikten dışarıya o vakit aklı kalırdı evde. Gitmeyi düşündü adam uzun uzadıya da bir türlü gidemedi.
Artık küçük kızın yaşamında yaratmış olduğu yenilikte fayda etmez olmuştu. Karısı ve anasının kavgalarına dayanamayan adam yine çareyi pavyona giderek içmekte bulmuştu. Eve sadece para veriyor, arada bir çocukların elinden tutup onları dışarıya gezmeye götürüyor, kulaklarını anası ve karısı arasında olup bitenlere tıkıyordu.
Birdenbire öksürmeye başladı adam. Basit bir öksürük gibiydi bir türlü geçmeyen öksürük. Birkaç zaman sonra neden geçmediği anlaşıldı. Adam akciğer kanseri olduğunu öğrendi doktordan. Vücudunu sarmıştı illet hastalık.
Firuze’nin pek bir şeyden haberi yoktu. Kocasına söyleniyor, kayınvalidesiyle özellikle adamın yanında kavga ediyordu. İki kadın da bilmiyordu adamın hastalığını. Gizlemişti adamcağız rahatsızlığını. Yataklara düşüne kadar da kimseler bilmedi.
Çocuklar büyüyordu gözlerinin önünde. Adam onlara baktığında onların daha ileriki yaşlarını göremeyeceğini düşünüp üzülüyor muydu, bilinmez. Ama daha fazla evde olmaya onlarla son günlerinde vakit geçirmeye çalışıyordu.
Bir gün yataklara düştü. İşte o gün öğrendi Firuze kocasının rahatsızlığını. İki kadının eteklerini başka bir koşuşturmaca sarmıştı. Artık birbirleriyle daha az kavga ediyor ikisi de adamın iyileşmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Dağ gibi adam bir yıl içinde eriyip gitmişti. Ölmesine yakın küçücük kalmıştı bedeni. Son nefesini verdiğinde yanında hiç kimse yoktu. Gözlerini ölüme kapadığında bakışlarının ardında soğukluk ve kimseciklerin göremediği yarım kalmış bir düş vardı.
Firuze dul kalmıştı daha otuz iki yaşında. Kayınvalidesiyle aynı evde oturmaya devam etti. Kızı ortaokula gidiyordu. Oğlan, liseyi bitirmiş üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Kayınvalidesi bütün boşluğunu dolduruyordu Firuze’nin. Yapılacak işler, evin düzeni derken günler akıp gidiyordu.
Kırk sekiz yaşına kadar kayınvalidesinin gölgesi altında yaşadı Firuze. Titiz kadındı kayınvalidesi. Haftalık listesi vardı yapılacakların. Günü gününe, saati saatine listedeki sıraya uyuyordu Firuze. Oğlan ilk aylığa geçince bulaşık makinesi almıştı anasına. Kıyameti koparmıştı kayınvalidesi. Bulaşık da makinede mi yıkanır diye, yıkatmamıştı bulaşıkları makinede. Oğlanın aldığı makine öylece süs gibi kurulmadan durdu mutfağın bir köşesinde.
Artık eskisi gibi değildi hiçbir şey. İki kadını da yıllar tüketmişti. Firuze ev işleri yaparken gücünün kesiliverdiğini hissediyordu. Yine de bütün alışkanlıklarını şaşmadan devam ettiriyorlardı. Kavgaları tam hızıyla durmaksızın sürüyordu. Birbirleriyle olur olmadık sebeplerden sık sık ağız dalaşına tutuşuyorlardı.
Kızı üniversiteyi İstanbul’da okumuş, okuduktan sonra da annesinin yanına dönmüştü. Tanıdığın devreye girmesiyle bir iş buldular kıza. Geriye evlenmesi kalmıştı. Eli ekmek tutuyordu nasıl olsa kocaya da varırdı.
Kayınvalidesi hastaydı Firuze’nin. Eskisi gibi evin içinde dolanıp duramıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Altına kaçırmaya da başlamıştı bir iki. O haliyle bile Firuze’ye karışmadan edemiyordu. Onu yaptın mı, bunu yaptın mı diye hesabını soruyordu bir bir işlerin.
Bir sabah Firuze uyandığında yaşlı kadını ölü olarak buldu yatağında. En çok gözyaşını Firuze döktü kadının ardından. Cenazesi için ne gerekiyorsa canı gönülden yaptı. Kızı o gün anladı, onun babaannesini nasıl sevdiğini.
Kalmışlardı anne kız bir başlarına. Kızı farklıydı Firuze’nin. İstanbul’da kalmıştı uzun seneler boyunca. Mürekkep yalamış, uysal, kendi halinde biriydi. Firuze bocaladı, kayınvalidesinin ölümünden sonra ne yapacağını bilemedi. Kızına sordu:
“Bugün ben ne yapayım?”
O da, ne istersen onu yap, dedi.
Duymamıştı ki Firuze ömrü boyunca öyle bir cümle. Ne istersem onu mu yapayım, dedi. Düşündü durdu. Canının isteyeceği bir şeyler arandı. Bu yepyeni bir şeydi onun için. Çocukluğundan bu tarafa hep engellenmiş, isteklerinin üzeri bulut bulut düşüncelerle örtülmüştü.
Şimdi bulutlar çekilmişti. Özgürdü kadın. Vaktini dilediğince geçirebilir, canının istediğini yapabilirdi. Ama bir kez daha kızına sordu: “Akşama ne pişireyim?”
“Canın ne istiyorsa onu pişir,” dedi kız.
Firuze dolandı durdu boş odalarda. Akşama kadar düşündü ne pişireceğini. Bugün günlerden ne diye sordu kızına.
“Cuma..”
Gülümsedi Firuze. Akşam olunca gazocağının altına tencereyi koydu. Başladı kayınvalidesinin hazırladığı listeden Cuma gününün yemeğini pişirmeye.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.