SON BİR DAHA
Her sabah aynıydı daha önce, her akşam öncekinin kopyasıydı. Bir sıkıcı okul günü daha sona ermişti nihayet. Yorgun ruhlarıyla genç bedenler okulun kapısından, aceleci edalarıyla fırlıyorlardı. Bezginlikleri gözlerinden belliydi. Çoğu okulu sevmiyordu; geçmek bilmeyen sıkıcı ders saatleri artık boğmaya başlamıştı. Yılın sonuna gelmişlerdi artık. Belki de bu yüzden hemen bitmesini istiyorlardı bu günlerin. Gençliğin telaşıyla bir an önce hayalleriyle buluşmanın hesaplarını yapıyorlardı.
Esra, diğerlerinden farksız, bezgin, bitkin bir hal ile kapıdan belirdi nihayet. Yıllardır sırtında taşıdığı ağır kitapların etkisiyle, bedeninden düşecekmiş gibi duran ince boynu daha da eğilmişti. Her geçen gün biraz daha yorgun çıkıyordu demir kapıdan. Yanıma yaklaştı ve öncekinin aynısı olan yeni bir yolculuk başladı.
Ben, ek binada olduğumdan daha rahat ve kısa südre bahçede olabiliyordum. Köşeye çekilip onu bekliyordum ve beraber evin yolunu tutuyorduk. Yol arkadaşımla iyi anlaşırdık ama onca yolculuktan sonra, yorgunluğun da etkisi var mıdır bilmem yürürken fazla konuşmazdık. Her gün tekrarlanan soruların eşliğinde yürümeye başlardık ve çoğu zaman da ileriki köşeyi dönene kadar tüm soruları bitirirdik. Zaman zaman bize eşlik eden arkadaşlarımız da olmasa bu tekdüzelikte saplanıp kalırdık daima. Yine de yalnız yürümekten kat kat iyiydi suskun da olsa bir yol arkadaşının olması.
Onca seneden sonra yerdeki çakıl taşına kadar ezberlediğim yarı asfalt yarı toprak tozlu yolun bir kez daha nihayetini gördük. Esra, bahçe kapısından girdi, kafasını geldiği yöne, şehre çevirdi ve kısa bir süre seyretti. Güneş batmak üzereydi ve gökyüzüne tül perde edasıyla serilmiş zarif bulutları kızıla boyamıştı; insanı alıp götürecek bir büyüydü bu. Esra, her güneşli günün okul dönüşünde kafasını bu büyüye çevirir ve bir müddet seyrederdi. Ben de onu…
Kimsenin anlamadığı anlamsız dünyamın cevabını bulduğum tek sorusuydu o. Yanındaki suskunluğum galiba bundandı. Ancak ne ben ona anlatabildim ne de o anlamak istedi. Suskun saatlerde suskun bakışlar, sessiz haykırışlar…
Yavaşça ayaklarını oynattı yerinden bir müddet sonra. Usul usul evin kapısına yanaştı. O yerinde iken yalnız beş adım atabilmiş olan ben ise onun hareketiyle evin bahçesine uçar gibi girmiştim. Annem bahçede bir takım işlerle meşguldü. Ona seslendikten sonra eve girdim, çantamı fırlattım yatağımın üzerine ve bir hışımla kıyafetlerimi değiştiriverdim. Bu acelemin sebebi, onu giyeni şirinlere benzeten mavi okul kıyafetlerimi sevmememdi. Okul dağıldığında her yer şirinlerle dolardı. Bu hal o zamanlar bana çok ters geliyordu ama şimdi o günler, hoş bir anı olarak hatırıma geliyor ve bir tebessüm beliriyor yüzümde; gözümde her canlandığında.
Çok olmamıştı ben salona geçeli ki; annem elinde bir demet marul ve yeşil soğanla içeri girdi. Acıkmıştım. Kapıya koştum hemen. Beraberce mutfağa girdik; bugün olan hadiseleri konuşarak. Yemek yapmamıştı annem.
“Acıktıysan akşamki yemeği ısıtayım. Baban gelsin, Esma gile gideceğiz. İstersen bekle orda yersin.”
Sevinmiştim aslında bu habere ama belli etmedim.
“İyi bekleyelim bakalım.”
Bitmek bilmeyen bir hevesle bekledim. Yalnız, bitmeyen hevesim değildi sadece; içime düşen sonsuz bir heyecan bulutu yüzünden zaman da bir türlü geçmiyordu. Akçam nasıl ettim bilmiyorum ama sonunda vakit gelmişti. Ben, yanıma birkaç kitap aldım; ders çalışmak niyetiyle değil tabi.
Esma teyzelere gittiğimizde sofra hazırdı ancak; Muharrem Amca daha gelmemişti. Biz de oturup sohbet etme kararı aldık: Bu bir karar değildi aslında ama herkes böyle isterdi ve böyle olurdu her zaman. Hep beraber yemek gerekirdi zaten. Havadan sudan muhabbetin ardından babamla bizde pek konuşacak laf kalmadı. Annemler ise koyu bir muhabbet deryasında, dünyadan hayli uzağa sürüklenmişlerdi. Muharrem Amca’yı bekleyişimiz hayli olmuştu.
‘”Bunun geleceği yok. En iyisi mi biz karnımızı doyuralım.”
Esma Teyze’nin bu davetiyle açlıktan karnı zil çalan biz masada yerimizi aldık. Önümüze ne geldiyse yalayıp yuttuk tabiri caizse. Ancak Muharrem Amca hala gelmemişti. Zaman zaman eve geç döndüğü de olurdu. Bazen işlerinin yoğunluğundan bazen de arkadaşlarıyla iş çıkışı gittiği piknikler sebebiyle yaşanırdı bu bekleyişler. Haber vermediği akşamlarsa nadir olurdu. Bu akşam da onlardandı.
Gece ilerledikçe bekleyiş merak denen kedere yakın bir kaygıya bürünüyordu. Kapı çaldı nihayet; gelen Esra’nın dayısı ile eşiydi. Onların sayesinde bu, sinir bozucu, meraklı saatlerin ağırlığı başlayan sohbetin güzelliğiyle uçuvermişti. Ben de kitaplarım kucağımda, Esra’nın yanına iliştim. Dersler, okul, arkadaş derken bizim ders çalışma işi de hiç başlamadan bir kenara atılan kitapların unutulması ile son buldu. Belki en uzun, en keyifli sohbetimizdi bu Esra’yla ya da bana öyle geliyordu. Çok şey konuştuk. Saatin nasıl geçtiğini anlayamazken bir anda karanlığa boğulan odadaki gürültülü kalabalığın huzuru da elektrik gibi kesilip gidivermişti. Esma Teyze evin hanımı olarak, evi avucunun içinden de iyi bilen ya da evi en iyi tanıyan biri, gözün gözü görmediği o karanlıkta kalktı yerinden. Yönünü, kollarını havaya kaldırıp sağa sola savurarak bulduğunu annemin feryadıyla hepimiz anlamıştık.
“ Ne yapıyon kız! Kırdın burnumu.”
“ Ne yapıyım gözüm görmüyor ki!”
Mutfaktan gelen tıkırtıların ardından, çay tabağına tutturulmuş mumların ışığıyla birbirimizi görür olduk sonunda. Sohbet kaldığı yerden devam etti ancak, mekânı aydınlatan ışık gibiydi eskisinin davamı: durgun, keyifsiz ve isteksiz. Kesilen elektrik canları sıkmıştı biraz. Neyse ki bu kesinti uzun sürmedi. Gözlerimiz yeniden kavuşmuştu bu nimete. Sevinçli sesler yükseldi ardı ardına.
“Karanlık da ne pis oluyor yahu.”
“Öyle öyle, Allah kimseyi karanlıkta komasın.”
“Biz iki dakika da bezdik. Kör olan nasıl dayanıyor acaba!”
Herkes bir düşünceye dalmıştı bu sohbetin ardından. Bunun sebebi ise az önceki konuşmalar olamazdı herhalde. Milletin canı sıkılmıştı bir kere. Sahte gülüşler belirdi yüzlerde, parlayıp söndü bir bir. Vakit hayli geç olmuştu. Bu düşünceler akıllara yeniden Muharrem Amca’yı getirdi.
“Nerde kaldı acaba!”
“Gelir, gezmeye gitmiştir gene.”
Gezmeden kasıt arkadaşlarla yapılan gezilerdi. Ara sıra bağların bulunduğu bir tepeye doğru giderlerdi. Yer içer dönerlerdi. Bu da o gezilerden olsa gerek. Esma Teyze artık öfkelenmeye başlamıştı. Homurdanarak bir şeyler sayıyordu Muharrem Amca’ya. Öfkelendiğinde komik olurdu bu hali; hep güldürürdü beni. Yine gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Kardeşi ve bizimkiler bir şeyler söyleyince sakinleşir gibi oldu. Ancak öfkesinin dinmediği belliydi.
Artık biz gitme vaktinin geldiğini anlar anlamaz kalkalım dedik. Ağır hareketlerle yerimizden kalkarken Esra’nın dayısı da katıldı bize. Gürültülü ve yavaş hareketlerle ayrılıyorduk artık misafirlikten. Ben, hiç sevmezdim bu mıy mıy halleri. Herkesten önce çıktım evden. Gözümün gördükleriyle bir merak bürüdü birden beni: Bir polis arabası mahallede dolaşıyordu. Yalnız, bir müddet duruyor sonra yön değiştiriyordu. En sonunda bizim olduğumuz yere doğru yaklaşır oldular. Bizim mahallede ne hırsızlık olurdu ne uğursuzluk. Bendeki merak yayıldı ve yanımda bulunan herkese ulaştı. Yavaş yavaş yaklaşan araba bizim yanımızda durdu. İki tane polis indi. Yorgun, asık suratlı, görmeye alıştığımız o her zaman ki sıradan polislerin bu gelişi hiç birimizi memnun etmemişti. Babam sordu:
“Hayırdır kardeşlik, bir olay mı var?”
“Muharrem Şener burada mı oturuyor?”
“Evet…”
Polislerden biri yere, diğeri bize çapraz bir konumda şehre doğru bakıyordu. Nihayet konuşmaya başladılar.
“Kendisi bir trafik kazası geçirdi, şu anda hastanede.”
“Eyvah!”
“Durumu nasıl?”
“Biz de bilmiyoruz o kadarını. Bize hastaneye gitmeniz gerektiği söylendi.”
Duyduğumuz feryatlar, telaşlı koşuşturmalar her şey birbirine girdi. Ortalık bir anda karıştı. Sorular, çığlıklar, gözyaşları... Polisler, arkalarında soru işaretleri bırakarak dönüp gittiler.Onların arkasından da arabalara doldu herkes ve peşlerinden diğerleri hastaneye…Geride annem, ben ve gözleri pınara dönmüş Esra…Yer gök keder olmuştu artık. Sözler tükenmişti, kafalar durmuş, dünya dönmüyordu belki.
…
Ertesi gün bu mahalle daha bir karışık, daha bir gürültülü ve dünya daha bir karanlıktı parlayan güneşe rağmen. Her şey o kadar ani gelişmişti ki, gerçekliğinden şüphe duyuyordu herkes. Bu gördüklerimiz de gerçek olamazdı zaten. Bu bir kâbustu ve insanı delirtebilecek kadar dehşetliydi. Ancak bir türlü uyanamıyordum. Bir araç; yeşil boyalı, üzerinde ahşap bir sandık vardı, etrafında insan yığınları: Ağlaşan sayısız kadın, çocuk ve erkek… Herkes bir kenara çökmüş; konuşmak yasak, susmaksa azap.
…
Dün gece Muharrem Amca, hiç gelmedi. Hastanede kalmıştı tüm gece.
Arkadaşlarıyla yine bağ taraflarına gitmişler. Dönüş sırasında da bir karışıklık olmuş arabanın içinde. Araba sarsılmış, birkaç takladan sonra, bir direğe çarpmış. Akşam elektrikler o yüzden kesilmiş. Bunları birkaç hafta sonra öğrenecektik. Sonradan öğreneceğimiz diğer bir şey de Muharrem Amca o gece hastaneye hiç gitmemiş. Aslında hastaneye götürmüşler ama onu yatırdıkları yer hastanenin soğuk, ürkütücü odaları olmuş; hastaları aldıkları kısma hiç girememiş. Kazayı yaptıkları yerde, terk edip gitmiş her şeyi.
…
Ben ise hayatıma bir daha böyle hiç ağlamayacaktım belki.
…
Birkaç ay geçti aslında hiç geçmeyecek bu günlerin ardından. Esra, evi çevreleyen arsalarda başı önde, sakin bir edayla yürüyordu. Onu görünce yanına yaklaştım. Hal hatırdan sonra bende onun gibi bir âlemde buldum kendimi. Sadece yürüdük. Konuşmadık. Konuşamadık. Konuşamadım. Düğümlüydü sanki boğazım, çare bulamayınca susmayı çare gördüm; sadece dinledim ve sadece yürüdüm. Bir şarkı takıldı Esra’nın diline; son zamanlarda bu şarkıyı söyler olmuştu zaten. Duymakta zorlandığım bir şiddette söylüyordu:
“Yarınlar yok gibi
Güneş hiç doğmayacak
…
Bir daha hiç…
Ah, yandım… Allah’ım
Buna can dayanmaz
Al onu ver bana
Bir daha vermeyeyim
…
Son bir daha göreyim
Gidip de dönmeyenim
Son bir daha …”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.