Bulaşık Meselesi
Yağmurla beraber toprağın su üstüne çıkan o tanrısal kokusunu içime çekerek uyandım. Penceremden giren rüzgar buram buram toprak kokuyor. Saate baktığımda okulun ilk dersine yetişmek için çok geç olduğunu anladım.
Bir annenin çocuğundan ayrılması gibi zorlukla ayrıldım yatağımdan. Sade neskafe ve bol sigaradan oluşan sabah kahvaltımı hazırlamak için mutfağa yöneldim. Kafein ve nikotinin bağımlılık yarattığını gösteren ayaklı bir kanıttım. Koridordan geçerken, bir anlığına göz göze geldim aynadaki kendimle. Artık iki kişiydim.
Okula gitmek can sıkıcı bir uğraştı benim için. Hele bir de istemediğiniz bir bölümde okumak zorunda kaldıysanız. Şu ülkede kaç kişinin istediği mesleğe sahip olduğunu gerçekten merak ediyordum. Hem istemediğin bir işte çalış, hem de sadaka gibi bir maaşla geçinmek zorunda kal. Ne kadar üzücüdür kim bilir? Gerçi bu üzücü deneyimi en fazla bir iki yıl içinde ben de yaşayacaktım fakat, bu üzüntüyü önlemek için hiçbir girişimim de olmamıştı.
Düşünce balonları kafamın üstünde uçuşurken bir titreme sardı beni. Hasta mı olacaktım yoksa? Ya da ne bileyim kafein ve nikotin isteğim had safhaya mı varmıştı? Kendi salaklığıma gülerek arka cebime uzandım ve cep telefonu denen paranoyak aletin titremesini bir an evvel durdurmak için bastım düğmesine. Karşımda yarı uyanık bir ses:
- Abi ben uyanamadım, kaçırdım dersi, benim yerime bir imza atsan… devamsızlıktan kalacağım yoksa.
Ne dediğini bile zor anladığım bu adam benim en yakın arkadaşım Salih’ti.
- Vallahi Salih kardeş, ben de yeni uyandım. Artık öğleden sonraki derse giderim.
- Yapma abi ya, yandık desene!
- Evet, yandın sen. Yalnız ben şimdi kahvaltıyla meşgulüm. Sonra görüşürüz.
- Tamam görüşürüz.
Biraz sitemkar bir şekilde görüşürüz demişti. Okula gidip de yerine imza atmadığım için mi acaba? Bana ne canım, en yakın arkadaşım dahi olsa kendi sorumluluğunu almayan biri için uğraşamam ben.
Mutfakta tam bir haftalık bulaşık birikmiş, dağ gibi olmuştu. Sanırım kızlardan birine, yalvar yakar yıkatmak için çalışmalara başlamam gerekiyordu. Yani öğleden sonraki derse gitmem artık farz olmuştu!
Kahvaltımı (!) hazırlayıp televizyonun karşısına geçtim. Sabah haberlerine bir göz gezdirmek gerek. Kaç kişi ölmüş, nereler bombalanmış, önemli şeyler bunlar. Sonra siyaset kavgaları, ermeni soykırımı tartışmaları… Benimse daha basit sorunlarım vardı şimdilik. Mesela bir hafta sonra başlayacak vize sınavlarım! Dünya bir süreliğine ders fotokopilerinden ibaretti benim için.
Ekonomi ilgimi çekse de, hep bir arkeolog olmak istemiştim. Elbette aç kalma sorunu vardı o zaman. Mecburen üç beş kuruş kazanabileceğim bir bölüm okumalıydım. Öyle ya, para kazandırmayacaksa neden üniversitede dört yılımı harcayacaktım?
Haber faslı bitince odama uzandım ve üstüme birkaç parça giysi geçirdim. Çünkü hiçbir zaman üstüne başına dikkat eden prezantabl bir kişi olmamıştım ben. Halbuki artık en önemli etken buydu sosyal hayatta ve iş dünyasında. Tam bir ye kürküm ye olayı.
Kapıyı vurup çıktım evden. Okula doğru yollandım. Bu okul yolu, ömrümün kaç gününü aldı acaba? Kaç kez bindim şu dolmuşlara? Ya da ne bileyim kaç lira harcadım okula ulaşmak için? İşte bunlar, basit gibi görünen ama çok önemli istatistiklerdi. Bu harcamaları daha güzel bir şey için yapamaz mıydım?
Okul kapısından içeri girdiğimde günün ilk şokuyla karşılaştım. Sabah gitmediğim dersin hocası Mehmet Bey burnumun dibinde bitivermişti!
- Oooo, beyimiz gelebildi demek sonunda. Sınavlara da gelmemezlik etmezsin umarım.
- Yok hocam olur mu öyle şey!
- Neyse. Ha bu arada, Salih’e söyle artık dersime gelmeye zahmet etmesin!
- Zaten etmiyor hocam, çok gereksiz buluyor sizin dersinizi.
- Anlamadım!
- Yok bir şey hocam, benim derse yetişmem gerek!
Allahtan sesim kısık kurmuştum o cümleyi de tam duyamamıştı Mehmet Bey. Yoksa Salih’le beraber benim de o derse gitmeme gerek kalmayacaktı.
Kantine süzüldüm hemen. Öğle yemeği vakti gelmişti artık. Bir sade neskafe bir paket de Winston Light alıp oturdum bir masaya. Ben iştahla öğle yemeğime yumulmuşken, okulun en yılışık ve en gereksiz insanlarından biri oturuverdi yanıma.
- Günaydın canım.
- Günaydın.
- Sabah nerelerdeydin, gözüm seni aradı hep.
Masama oturan, sevgilim Tuğçe’ydi. Dedim ya okulun en gereksiz insanı.
- Ya Tuğçe, dedim. Çıkışta bana gelsene. Takılırız biraz.
- Aaa süper olur, ben de bir yerlere gidelim diyecektim zaten. Sabaha kadar ders çalıştım, canım sıkılıyor.
- İyi ya işte, bulaşıkları yıkarken eğlenirsin, geçer can sıkıntın!
- Yine mi ya? Hep böyle yapıyorsun Ayhan, hizmetçin miyim ben senin!
- Hayır, sevgilimsin.
Kalktı gitti masadan. Oysaki en romantik bulaşıklarımı onun için biriktirmiştim!
Etrafıma bakındım bizim çocukları görebilmek için. Öğle yemeği saati herkes yemekhaneye gitmişti, kimseyi göremedim.
Sessizce sigaramı tüttürüp, kahvemi yudumlayarak dersin başlamasını beklemeye koyuldum. Kantinde birinci sınıflar ağırlıkta, çömezler yani. Hiçbirini tanımıyorum. Ama hepsi beni tanıyor gibi. Bakışları ışıltılı ve heyecanlı. Hele şu vizeler bir geçsin, görelim ışıltınızı!
Tek başına oturan bir kız vardı. Hiç etrafa bakmıyor, önündeki yazıya odaklanmış. Yanına gidip tanışmam gerek diye düşündüm. Çünkü bana acilen bir bulaşıkçı lazımdı! Kalktım yanına gittim.
- Merhaba, oturabilir miyim?
- Merhaba, birazdan ders başlayacak ama buyurun.
- Elinizdeki yazıya dikkat kesilmeniz dikkatimi kesti de. Nedir acaba okuduğunuz?
- Tutankhamon’un laneti üzerine bir yazı.
Allah’ım bu kız arkeoloji okuyor! Biraz da ukala bir tavırla söyledi sanki, Tutankhamon’u nerden bilecektim?
- Yazık olmuş Tutankhamon’a dedim. O genç yaşta ölüp gitti zavallı. Üstelik ondan kalan bütün izleri de silmişler.
Karşımdaki ukala yaratık bir an şaşkınlık yaşadı.
- Siz de mi arkeoloji bölümündesiniz. Daha önce görmedim sizi de tanıyamadım.
- Yok, ben ekonomi okuyorum. Ama arkeolojiyle aram iyidir. Adım Ayhan.
- Ben de Gülçin çok memnun oldum.
Gülmeye başladım. Gülçin ismi o an için çok komikmiş gibi geldi bana. Gülçin ise, az önce yaptığı ukalalığa bağladı bu gülmemi.
- Ya Gülçin, bu derse girmek zorunda mısın? Hadi çıkıp bir yerlere gidelim. Sohbet eder, Tutankhamon’un lanetini konuşuruz.
- Tamam! Çok sevinirim. Hadi çıkalım.
Ağzım açık kalmıştı. Bu kadar kolay olacağını tahmin etmemiştim ben ve artık bir bulaşıkçı bulmuştum kendime!
Okuldan çıktık ve bir kafeye oturup sohbet etmeye koyulduk. O kadar çok farklı şeylerden konuştuk ki, zamanın nasıl geçtiğinin bile farkına varmadım. Akşam olmuştu ve benim karnım zil çalıyordu.
- Benim karnım çok acıktı, gidip bir şeyler yesek?
- Ben dışarıda yemek yemiyorum. Midem biraz hassastır da.
- Ne yapalım?
- İstersen marketten bir şeyler alıp senin evde yemek pişirelim. Tabii senin için de uygunsa.
- Olur tabii neden olmasın?
Markete doğru yürürken birden duraksadım! Evde dağ gibi bir bulaşık kütlesi vardı. Ve ben, çok garip, Gülçin’in onları görmesini istemiyordum. Sanki onları görürse, ruhumdaki pislikler de ortaya çıkacaktı! Daha da önemlisi, onu bulaşıkları yıkaması için evime getirdiğimi sanabilirdi! Oysa bu çok saçma bir düşünce, aklımın ucundan bile geçmemişti!
Artık çok geç, alışverişi yapmış ve bizim apartmanın kapısına dayanmıştık. İçeri girerken yüzüm renkten renge giriyordu. Işığı açtım. Gülçin’in ilk işi mutfağa dalmak oldu. Ben gözlerimi kapadım ve utancımdan yerin dibine geçmeyi diledim.
Mutfak kapısından içeri baktığımda şaşırıp kaldım. Gülçin mutfak önlüğünü üstüne geçirmiş, bulaşıkları yıkamaya başlamıştı bile! Bir şeyler söylemem gerekiyordu fakat sesimi çıkaramadım. Sonra düşündüm kendi kendime, yahu ben bu kızla sırf bu yüzden tanışmadım mı? E o zaman nedir bu sıkıntı şimdi!
Gülçin bulaşıkları yıkamayı bitirdi ve yemeği yapma faslına geçti. Ben ise mutfağın orta yerinde durmuş, onu izliyordum. Hala utanıyor ve ona söyleyecek birkaç kelime bulmaya uğraşıyorum.
- Hadi boş durma, git de sofrayı kur.
İlginç, sesi öylesine sevecen, öylesine neşeliydi ki. Hemen sofrayı kuruverdim. Ve daha önce hiç sofra kurmadığımın farkına vardım. Neler oluyordu! Hiç bir şeye anlam veremiyorum.
Yemeğe oturduğumuzda, aynı tatlı sohbete devam ettik. Saatlerce…
Konuşmaktan hiç yorulmadan. Birbirimiz hakkında her şeyi birkaç saatte öğrenmiştik sanki…
- Eyvah, saat on bir olmuş. On bir buçuktan sonra yurda giriş yasak. Ben hemen gitmeliyim. Yarın görüşürüz. Ayrıca her şey için sağ ol!
- Ne demek Gülçin, ne demek. Asıl sen sağ ol her şey için!
Yurda kadar bırakayım diye montumu almaya, odama uzandım. Ama o, yurda geç kalma korkusundan uçarcasına gitmişti.
Kapıyı kapadım. Salonun ortasında boş boş etrafa bakınıyorum. Biraz önce neler olmuştu? Kendimi bu kadar garip hissetmemin nedeni neydi? Ve neden, yurdun son giriş saatinin on bir buçuk oluşuna lanet ediyordum?
Birkaç sigara içtim, elbette yanında neskafe. Anlam vermeye çalışıyordum olanlara. Saatlerce düşündüm…
Artık bugün biliyorum ki, o akşam Gülçin, mutfağımda biriken o bulaşıklarla beraber ruhumda birikmiş pislikleri de yıkamıştı. Bana kahvaltı etmeyi öğretti. Sonra, nikotin deposuna dönmüş bedenimi temizleyiverdi. Anladım ki aşk, böyle bir şeymiş. O günden sonra mutfağımda hiç bulaşık biriktirmedim…
YORUMLAR
demek bizim kızlara dadananlardansın ha...çok güzeldi..ama ekonomi hakkaten sıkıcı...toprağı çentik çentik eşeleyerek geçmişi aramanın tadı çok az bilimde var...bizim bölümde gülçin gibi evcimen kızlr pek azdır aslında..neyse..kazımış temizlemiş ferkettirmeden biraz seni...syglr.