ESMAAA
BU BİR DUT AĞACININ ALTINDAKİ BEKLEYİŞİN ÖYKÜSÜDÜR...
Eskiden,bundan yıllar yıllar önce, şimdi bana masal gibi gelen bir dünyam vardı. Öyle bir dünyaydı ki,şimdi ki gibi yarısı bana yabancı diğer yarısı benden olmak üzere ikiye bölünmemiş, her anlamda tek parçaydı. Bir birini bütünleyen elmanın iki yarısı bir birinden kopmamıştı henüz. Çünkü ben çocuktum. Adım buydu; “çocuk”
Erkeklik ya da kızlık icat edilmemişti daha. Belki bir evren olarak dünyada vardı ama benim dünyama girmemişti. Bu yüzden en yakın arakadaşım bir kızdı.
İsmi Esma.
O zamanlar Esma’nın isimler manasına geldiğini bilmiyordum. Bu yüzden en yakın arkadaşımın isminin, isimler olmasındaki garipliği görmüyordum. Bilakis çok ama çok seviyordum.
Çünkü esma ismini istop oynarken bağırarak söylemesi çok kolay olurdu.
Esmaaaaaaaaaaaaaaaaa
Ya da,
Esmaaaaaaaaaaa gördüm seni sobe,
Oysa kendi ismim öyle değil.
Kemalllllllll, bu şekilde çıkmaz ses, bu yüzden kemaaaaaaaaaaaaaal diye seslendirilir. Bu ise maaaaaaaal’ın yanında gölgede kalan “ke” yüzünden yanlış anlaşılmalara yol açardı. Oysa Esma öyle değildi.
İşte çocukluk böyle Bir şey, Kemal’in manasının çok güzel, Esma’nın tuhaf olduğunu düşünmek yerine, olaya istop gözüyle bakmak. Çocukluk işte.
İşte o çocukluk günlerimden bir gün, esma ile akşamdan anlaşmıştık. Öğle yemeğini yer yemez, mahalle camisinin bahçesindeki dut ağacının altında buluşacak, dut toplayacaktık. Sonra onları şadırvanda yıkayıp, caminin arka bahçesinin yüksek duvarının üzerinde yiyecek, dutun kısacık çöplerini ağzımızla en uzağa tükürmeye oyununu oynayacaktık.( tüm bu oyun süresince nedenini bilmediğim bir sebepten ötürü, çocukluğa özgü bir şirinlikle küçük ayaklarımızı, onları tutan kısa bacaklarımız vasıtasıyla sallayacaktık)
Ama o gün Esma gelmedi. Normalde hep gelirdi, ama o gün gelmedi. Oysa ben onun geleceğinden emindim. Biraz gecikmiş olmasınıda hiç sorun etmiyordum beklerken. Bilakis bana dut çöplerini en uzağa atabilmemi sağlayacak baş boyun açısını bulma konusunda antreman yapma olanağı sunduğu için memnuniyetle karşılıyordum. O gün ikindi ezanı okunana, caminin bahçesi mahallemizdeki köşe başının yanındaki mahallemizin tek ahşap evi olan salih apartmanını hatırlatan yaşlılarla dolana kadar bekledim. Ama gelmedi Esma. Bende yarı küs bir şekilde Esmanın evini gelip balkon’un altında bağırdım. Bağırmaya müsait o ismiyle
Esmaaaaaaaa, Esmaaaaaaaaaaa, Esmaaaaaaaaaaa, Esmaaaaaaaaaaaaa, Esmaaaaaaaaaaaaaa
Neden sonra, balkonda nilgün teyze belirdi (esma’nın annesi). Esma merdiven dairesinde arkadaşları ile. Ben şimdi kapıyı açıyorum gir içeri. (bizim oralarda apartmanın merdiven bölümüne merdiven dairesi denir. Sanki orasıda müstakil bir daireymiş gibi. Kim yaşar ki orada?)
Girdim, birinci katla ikinci kat arasındaki boşluğa minder sermişler, serap, mine, hatice ve Esma evcilik oynuyorlar. Hatice’ye babası evcilik oynamakta kullanılan pembe plastikten yapılmış tencere, çaydanlık tabak gibi ekipmanlardan almış. Şöyle bir baktım onlara sonra Esma’ya baktım. Sonra o oyunda rolümün olmadığını anlayıp asker yeşili şortumun cebine Esma’ya vermek için getirdiğim dutların yol boyunca yürürken ezilmesiyle dışarıya çıkan ıslaklıkla belli edebildim, o gün Esma’ya çok kızdığımı.
Ağlamamıştım. Çünkü Esma kızlarla evcilik oynuyorsa, bende erkeklerle erkekçicik oynardım. Ve erkekçilikte ağlamak yasaktır.
(Bu gün Esma’nın evlilik davetiyesini aldım. Ve bir anda o günlere döndüm.
Ne diyebilirim ki, Esma, evlenecek, kocası ile evcilik oynayacak....
Ben, ben mi? Ben erkekçilik oynamaya devam ediyorum. Oynuyorum diyorum çünkü erkekler hiçbir zaman erkek olmazlar. Sadece erkekçilik oynarlar. Çünkü kızla büyür kadın olurlar ama erkekler hep çocuk kalır.)
KEMAL PİŞMİŞOĞLU