- 796 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İstiklal Caddesi
İstiklal Caddesi’nde saat sabah yedi sularındadaydı. Bu saatte İstiklal caddesi her zamanki kalabalığa ve kovuşturmaya ulaşamaz. Sessizlik ve temiz hava hakimdir. Dükkanlar daha yeni açılmaya başlar, dolayısıyla işçiler çok çalışmak zorundadırlar. Yeni doğan güneş dükkanların pencerelerine vurur ve müthiş bir kızıllık verir. Sanki alev alev yanar tüm dükkan camları. Köpekler sürü halinde sabah yiyeceklerinin peşlerindedirler. Bu saatte, burada yürümek insana uçsuz bir dinginlik ve huzur verir. Bu caddeden hiç çıkmamak, sürekli boydan boya dolaşmak istersiniz.
Açık tenli genç çocuk da aynen öyle yapıyordu. Bu cadde onun için araç değil amaçtı. Yani bir yere gitmek için yürümüyordu buradan, burayı dolaşmak için yürüyordu. Fakat gelin görün ki hiç de gezer gibi bir hali yoktu. Çoğunlukla başını önüne düşürüp geziyor, olağan dışı bir şey sezince kafasını kaldırıyordu. Belki de yoldaki taşları izlemek ona bir haz veriyordu, kim bilir.
Genç kısa boylu biri olmasına rağmen çok yapılıydı. Yolda yürürken sık sık burnunu çekiyordu. Ama burnunu öyle bir çekiyor ki yanından geçenler sanki “bu ses de ne” der gibi bakıyorlardı. Daha sonra bu bakışlardan rahatsız oluyordu ve kendine kızıyordu. Bu gencin sürekli başının yerde olmasının sebebi, kafasının düşünceler içinde boğulmasıydı. İsterseniz gelin bir delikanlının kafasından geçen düşüncelere konuk olalım;
“Ne var ki sanki birinin gözünün içine bakmakta. Bende pekala diğer insanlar gibi gözlerimi başkasının gözlerine dikip, keskin bakabilirim. Eğer şu okuduğum kitap olmasaydı bu fikri aklıma bile getirmezdim. Şu ana kadar hiç denemedim ama çok zor bir şey değildir herhalde.”
O sırada yanından bir inşaat işçisi geçiyordu. Bizim delikanlı bu adamı uzaktan görüp gözüne kestirmişti. İşçinin dört haftalık sakalları vardı. Üzerindeki ekoseli gömlek o kadar pisti ki kırmızı gömlek siyaha dönmüştü. İşçi, içinde ne olduğu belli olmayan eski çuvalı sallayarak ve etrafa bakınarak yürüyordu.
Delikanlı, “tam sırası, artık bu pis ameleye de bakamayacaksam yuh olsun bana” diye düşündü ve adamın yaklaştığını sezince gözlerini ona dikti. İşçi de nasıl olduysa, birinin kendisine baktığını sezince çocuğa doğru kartal bakışlarını dikti. Adam, delikanlıyı öyle bir baştan aşağıya süzdü ki bizim genç rahatsız oldu. Adamın gözlerine bakarken neredeyse bakışlarını kaçıracaktı ama “hayır kaçırmayacağım, o kim oluyor ki bana başka bir yere bakma emri veriyor” diye düşündü ve bakmayı sürdürdü. Fakat adamın bakışları öyle pis ve alaylıydı ki neredeyse bizim delikanlı adamla kavgaya duracaktı. Bu işçinin pis suratındaki, pis bakışları tehditkar ve sinir bozucuydu. Delikanlı farkında olmadan sinirden yüzünü buruşturmuştu. Adamı dövmemek için kendini zor tutuyordu. İçini öyle bir öfke kaplamıştı ki adamın küçük gören bakışlarındaki gözlerini yerinden sökmeyi hayal ediyordu genç. Tuhaf bir şekilde bu hayalden haz duyuyordu.
İşçi, çocuğun bakışlarındaki öfkeyi fark etmiş olacak ki hemen sahte bir öfkeye bürünüp “Ne bakıyorsun hemşerim” dedi.
Genç, bu söze çok şaşırmıştı. Sanki birisi kolundan dürtükleyip onu rüyadan uyandırmıştı. Karşısındaki bu pis adam ne diyordu böyle. Daha sonra adama baktığını hatırladı. Adama baktığını unutup hayallere dalmıştı ama artık uyanmıştı ve nutku tutulmuştu. Adama şaşkınlıkla öylece bakıyordu.
İşçi, cevap alamayınca bunu bir tehdit olarak gördü ve ağzından tükürükler saçarak küfüler edip, gencin üzerine yürüdü. Genç, şaşkınlıktan kılını kıpırdatamıyordu. Öfkesinden eser kalmamıştı. Etraftan kavgayı ayırmaya gelenler gelenler yine dükkan sahipleri oldu, onlar alışıktı böyle şeylere.
Bu tür şeyler yalnızca biz Türk’lere aittir. Sırf başkası bakıyor diye adama karşı öfke duyarız. Fakat bu tür olaylar Türk’lerin ne kadar hassas olduğunun göstergesidir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.