Nereye bakıyorsunuz?
“Şimdi size Nomitra uydusunun çektiği Nexus ve Pleksus’un en son fotoğrafını göstereceğim” dedi Breusk ve sonra da neredeyse törensel bir yavaşlıkla önündeki tuşlardan birine bastı. Merakla ekrana baktığımızda gördüğümüz sadece simsiyah bir fondu, bunun dışında sadece altta yazılar vardı. Nexus & Pleksus, tarih, saat, açı, uzaklık vs.
Ben dahil, ekrana bakan herkes hayal kırıklığına uğramıştı. Gözünüzü kısıp dikkatle baksanız bile yine de hiç bir şey görünmüyordu, sadece bomboş bir uzay karanlığı. Hepimiz Breusk’a döndük. Fizik prensimizin bir açıklaması vardı herhalde elbette.
“Sanırım uydudaki fotoğraf makinesinin objektif kapağını çıkarmayı unutmuşlar” dedi içimizden biri, gülümseyerek.
Kendinden emin olan Breusk, duymazlıktan geldi ve sanki bir şey görememenizin suçlusu bizmişiz gibi paylayan bir ses tonuyla, “Görmemeniniz normal çünkü baktığımız resimde iki tane kara delik var, Nexus ve Pleksus. Şimdi de kütleçekim dalgalarını ölçen GF cihazının oluşturduğu ve resme dönüştürdüğü şu fotoğrafa bakın” dedi.
Bu sefer ekranda birbirleriyle aynı hizada ve etrafı hareli iki ışık küresi belirdi. Dışından içeriye doğru ışığın yoğunluğu artıyor ve bir noktadan sonra sabitleşiyordu. Sanki isli bir camla güneşe bakıyormuşsunuz gibi görüntüye benziyordu.
“Neredeyse ikisi de aynı büyüklükte” dedim
“Evet, uzayda nadir bulunan bir kara delik çifti, Nexus ve Pleksus kızkarkardeşler. Yaklaşık 102 yıl önce keşfedilmişler. Aslında Nexus kardeşinden 1.02 kat daha büyük. Nasıl bir bağlantısı olduğunu bilmiyorum ama keşfeden grubun bilimsel başkanı 20. yüzyılın ünlü yazarlarından birinin romanlarının isimlerini koymuş. Erotik içerikli, hatta pornografik sayılabilecek bir romanın ismini bir kara deliğe vermenin arkasında yatan mantığı hala anlayabilmiş değilim. Tabi aslında bunlar takma adları, resmi olarak kara delik kataloğunda Nexus, BH29-1 ve Pleksus ise BH29-2 olarak geçiyor.”
Breusk derin bir nefes alıp, dersine biraz ara verdi, sonra yine alışık olduğumuz o duygusuz akademik ses tonuyla devam etti.
“Ekranda ışık küreleri olarak gördüğünüz şey aslında kütle çekim dalgalarının yoğunluğunun bilgisayarda dönüştürülmüş hali. Kara deliğin epey dışından başlıyor ve Schwarswild çapından sonra sabit hale geliyor, işte tam şurası. Aslında buradan sonra kütle çekime ne olduğunu bilmiyoruz, belki bir yeni evrene açılan tünelin kapısıdır ya da hiçliğin hiçliği”. Sonra da bir içinde bir cevap saklıymış gibi ekrandaki görüntüye daldı gitti.
Breusk dahil olmak üzere bütün grup birden neredeyse mistik bir sessizliğe bürünmüştü. Yedi kişilik bilimsel komisyon, sanki tanrısal bir şeye bakıyorlar gibiydik. Yine de bu sessizlik canımı sıkmıştı.
“Birbirinin neredeyse aynı büyüklükte olması etkileyici, muhtemelen çift güneşli bir sistemin iki yıldızıydılar. Eliptik yörüngenin iki odak noktasında bulunuyorlardı.”
“Evet, bizim teorimiz de bu zaten”
“Her şey iyi hoş da, hepimiz daha önce yüzlerce kara delik göremedik, bu da göremediğimiz bir başka kara delik çifti. Bizi apar topar buraya çağırmanıza sebeb ne sevgili Breusk?”
“Haklısınız, size bir açıklama borçluyum. Geçen ay çekilen GF diyagramını bakarsanız sizi neden çağırdığımı anlayabilirsiniz”
Nexus ve Pleksus’un bir ay önce çekilen GF diyagramına baktığımda bir önceki resimden farklı bir şey görememiştim. Sadece birinci resme göre birbirlerine biraz daha uzak duruyor gibiydiler. Bir görüntü yanılsaması mı yoksa şimdi daha yakınlar, yoksa?
“Nomitra’nın konumu sabit mi? Yani sanki birbirlerine yaklaşmış gibiler”
“Nomitra’nın konumu değişmedi, evet doğru saniyede 348 km hızla birbirlerine yaklaşıyorlar. Tabi bu şu andaki hız, birbirlerine yaklaştıkça, artan kütle çekimine bağlı olarak bu hız tabi ki da artacak, yani uzaklığın ters karesiyle orantılı.”
“Bu demektir ki...”
Breusk hemen sözümü tamamladı, “Yaptığımız simülasyona göre 2 yıl 1 ay 18 gün 4 saat 23 saniye sonra çarpışacaklar”. Anlaşılan o ki dersine iyi çalışmıştı.
“Etkileyici, evet gerçekten etkileyici. Hiç bir şey göremesek de hoş bir gösteri olacağından eminim. Bir tür devlerin çarpışması gibi bir şey. Daha önce hiç böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Şimdiden ön sıralardan bir bilet almaya hazırım. Yine de bizi acil olarak ve açıklanmamış bir gündemle toplantıya neden çağırdığınızı hala anlayabilmiş değilim”
“Haklısınız. Yerleri ancak kütle çekim dalgaları ile görülebilen iki kara delik birbirine çarpışacak. Bu daha önce bizim hiç gözlemlemediğimiz bir şey fakat sonuçta muhtemelen bir başka büyük bir kara delik oluşacak. Önemli olan çarpışma değil, bu çarpışma öncesinde ortaya çıkacak müthiş fırsat.”
“Nedir bu fırsat?”
“Bu iki kara deliği kullanarak evrenin en büyük teleskopundan bakabiliriz.”
“Ben ortada herhangi bir mercek ya da ayna göremiyorum, Nasıl yapacaksınız?”
Anlayışsızlığım onu sıkmış olacak ki, sıkıntılı bir şekilde derin bir nefes verdi.
“Aslında bir teleskop yapmayacağız, o zaten kendiliğinden oluşacak?”
“Nasıl?”
“Fikir aslında bize ait değil. geçen yüzyılda yaşamış Mehmet Emin Arı adlı bir bilimkurgu yazarının öyküsünde işlenmiş. Sanki olacakları önceden görmüş gibi yazmış, neydi öyküsü hatırlamıyorum ama konusunu hatırlıyorum. Buna benzer bir durumu işlemişti. Her neyse, konumuz edebiyat değil. “
“Açıklamanızı merakla bekliyoruz sevgili Breusk” dedim.
“Bir teleskop aslında ışığı toplayıp odaklayan bir sistemdir. Bunu da ya bir mercek ya da ayna ile yapar. Ayna ya da mercek ne kadar büyükse bir teleskop o kadar iyidir.”
“Evet, bunu biliyorum. Oğlum daha büyük çaplı bir teleskop aldırmak için epey başımı ağrıtmıştı”
“Oğlunuz tamamı ile haklı. Bir teleskopun aynası ya da merceği ne kadar büyükse o kadar çok ışık toplar. Bunun anlamı ise çok daha uzağa ve çok daha net bakabilmek demektir. Zaten teleskop kelimesi yunanca uzak anlamına gelen tele ve bakmak anlamına gelen skopein kelimelerinden oluşmuştur”
“Teleskoplar hakkındaki teorik bilgi için teşekkürler, ayrıca Yunancaya olan hakimiyetiniz de etkileyici ama hala bunun kara deliklerle olan bağlantısını anlayamadım?”
“Şöyle bir bağlantısı var. 20. yüzyılda Einstein, kütle çekimin aslında uzay zaman geometrisinin bükülmesi olduğunu bulduğunda, bu eğriliğin ışığı bile bükeceğini iddia etti. Güneş gibi büyük bir kütlenin, yakınından geçen bir ışığı bükeceğini, bu yüzden güneşin sağ arkasında kalan bir yıldızın daha sağda görüneceğini iddia etti. Yani yıldız olması gereken yerde değil, farklı bir yerde görünecek çünkü yıldızın ışığı uzayda bükülüyor. Bir güneş tutulması sırasında Einstein’ın bu iddiası ispatlandı. Gerçekten de hesapladığı miktar kadar bir açı kayması gözlemlendi.
Güneşten en az 26 kat daha fazla kütleye sahip olan bir kara delik, bundan çok daha fazla ışığı büker ve bir yerde toplar, yani bir tür doğal teleskop gibi çalışır. Tek sorun kara deliğin yakınına gidememiz ve gördüklerimizi iletememiz. Scwarzwild yarı çapına girmeden bile kütle çekim korkunç büyük oluyor. Düşünsenize bir anda boyunuz 4 km uzuyor.
Kara delik bilimcilerinin dediği gibi, kara dulu öpemezsiniz, öpseniz de öptüğünüzü bilemezsiniz çünkü öptüğünüzde zaten ölmüşsünüz demektir.
Fakat elimizde iki kara delik varsa durum değişir. Uzaydaki herhangi iki kütle gibi aralarında bir Lagrange noktası oluşacaktır. Yani, sadece bir kara dulu değil iki kara dulu öpebiliriz.” dedi ve gülümsedi Breusk.
Breusk’u gülümserken görmek, kara deliklerin çarpışması kadar nadir görünen bir şey olduğundan epey şaşırdım.
“Mösyö Lagrange’ı biliyorum fakat bu Lagrange noktası nedir?” diye sordu gruptan birisi.
Breusk bizim gibi meraklı öğrencilere sahip olduğu için memnun görünüyordu. Hayali dersine devam etti.
“Uzayda bulunan iki kütle arasında bulunan bir noktada, iki kütlenin kütle çekiminin birbirlerini sıfırladığı bir nokta vardır, bu noktaya Lagrange noktası denir. Aynı büyüklükte iki kütle için bu aradaki mesafenin tam ortasıdır. Ay ile dünya arasında böyle bir nokta var ama tabi ki tam ortada değil. Dünya ile ay arasındaki hayali çizgide aya daha yakın bir yer, tam olarak mesafesini bilmiyorum ama Newton’un kütle çekim denkleminden herkes bulabilir”
“O halde iki kara delik arasında da bir Lagrange noktası var” dedim çok bilmiş bir öğrenci edasıyla.
“Elbette, zaten bu Lagrange noktası en önemli kısım. Nexus ve Pleksus’un büküp topladığı tüm ışık bu nokta üzerinden bükülmeden düz geçecek. En önemlisi ise, Lagrange noktasında çekim sıfır. Bir kara deliğin yakınına bu kadar mümkün değil yaklaşamayız. Yapmamız gereken tek şey evrenin en büyük teleskopunun odak noktasına, yani Lagrange noktasına gidip bir teleskoptan bakar gibi bakmak.”
“Hubble’dan bu yana bir çok uzay teleskopumuz oldu, bunun farkı ne olacak?”
“Tabi ki ayna çapı. Şu anda dünyada bulunan en büyük teleskopun ayna çapı 21 metre, fakat bu teleskop ondan çok daha büyük olacak.”
“Ne kadar büyük?”
“Şu anda yaklaşık olarak 24354 milyon km çapında, çarpışmaya kadar azalıp en sonunda sıfır olacak. Yani mevcut en büyük uzay teleskopunun yaklaşık 2500 milyon katı kadar büyük”
“Peki bu değişken çaplı ve iki kara delikli teleskopla neyi göreceksiniz?”
“Şimdiye kadar görebildiğimiz uzaydaki en uzak nokta”
“Ne var peki orada?” diye sordum safça. Sanki Breusk sorunun cevabını biliyormuş gibi hissettim. Ne saçma!
“Kendimce bir cevabım var ama görmeden bilemeyiz tabi ki” dedi gizemli bir ifadeyle.
----*----*----*----*----*
Büyük bilimsel deneyler, aslında doğanın sizinle açıkça dalga geçtiğini ve bir çocuk gibi size sürpriz yaptığını anladığınız deneylerdir. Aklı başında, kelli felli bilim insanları sonuçtan neredeyse emin bir şekilde deneylerini yaparlar. Onlara kalsa deney yapmaya bile gerek yoktur ya işte adet yerini bulsun diye doğaya başvururlar. Beklentilerinin tersine doğa onlara umduklarını değil kendi çıkınındaki sonucu verir, yani açıkcası nanik yapar. Sonrada şaşkın ve çaresiz bilim insanlarına bakıp sessiz kahkahasını patlatır.
Doğanın muzipliğine en güzel örnek sanırım ışığın hızını ölçme deneyidir. 1887 yılında Michelson ve Morley ışığın hızını interferometre ile ölçmüşlerdir. İki kafadar ve tüm bilim dünyası ışığın hızının dünyanın dönüş yönüne göre farklı çıkmasını bekliyorlardı, yani dünya güneşe doğru dönerken ışığın hızı fazla, güneşten kaçarken az. Ama işte her iki dönüş yönünde de ışık hızı aynı çıktı, yani doğa nanik yaptı. Kimsenin beklemediği ve söylemeseler de istemediği bir sonuçtu bu. Doğayı değiştiremeyeceğinize göre açıklamanızı ve bakış açınızı değiştirmeniz gerekir. Zaten öyle de oldu, önce Lorentz, sonra Einstein ve atom bombasına uzanan bir zincirleme bilimsel reaksiyon.
Bütün bunları size neden anlatıyorum? Doğa bize de nanik çektide ondan. Müthiş teleskopumuzla neyi göreceğimizi bilmiyorduk ama neyi göremiyeceğimize dair kafamızda kesin fikirler vardı, en azından benim için öyleydi.
Sadece bilim dünyası değil, magazin basınına kadar herkes en uzak noktada neyi göreceğimizi merak ediyordu. Popüler bilim dergilerinde yayınlanan spekülatif öngörülerin haddi hesabı yoktu. Sıradan okur kadar benim de ilgimi çekiyordu. Nexus ve Pleksus çarpışmadan hemen önce, doğal teleskopumuz en uzak noktaya bakacaktı. Biraz teorik fizik bilgisi olan herkes böyle olacağını bilebilirdi.
En popüler ve en çok tutulan teori, zamanda geriye bakmak olarak adlandırılan ters uzaklık düşüncesiydi. Evrendeki hayali fizik polisinin koyduğu hız limiti ışığın hızıydı. Daha hızlı gidemeyeceğinize göre gökyüzünde gördüğünüz aslında şu ana değil geçmişe ait bir görüntüydü. Bulutsuz bir gecede göküyüzüne baktığınızda gördüğünüz yıldızın yıllar veya milyon yıllar önceki haliydi çünkü yıldızın ışığının size ulaşması aşması gereken mesafe vardı. kim bilir baktığınız yıldız artık yoktu.
Ne kadar ileriye bakarsanız o kadar geçmişe gidebilirsiniz prensibiyle düşünürseniz, en uzak olan en geçmişte olandır.
Herkes gibi siz de merakla “yani” diye sorduğunuzda, bilimsel bir açıklamadan çok okült bir bilgi verirmiş gibi gizemli bir ifadeyle ve fısıltılı bir sesle “zamanın başlangıcını göreceğiz” diyorlardı.
Mantıksal olarak insana hiç de ters gelmiyordu, hatta biraz fazla doğru görünüyordu.
Daha fazla spekülatif ve daha az bilimsel açıklamalar, hayal gücünün sınırlarını zorluyordu. Evrenin çok uzağında Tanrı’nın bulunduğunu ve tanrıyı göreceğimizi söyleyen bir grup vardı. Karanlıkların içinden bize bakan bir çift göz ya da boşlukta duran bir ilah.
Bir fizikçi olarak elbette benim de bir öngörüm vardı, yine de temkinli davranıp bu fikrimi kendime saklıyordum. Israrla neyi göreceğemizi soranlara da sadece, “göreceğimiz şey bizi çok ama çok şaşırtacak, bundan eminim” diyordum.
Büyük teleskopun odakladığı ışığı alacak ve bunu elektrik sinyallerine dönüştürüp yakındaki destek uydularına gönderecek Occulus Tantus (Devasa Göz) uydusunu taşıyan roket alevler saçarak sakin Lagrange noktasına doğru ilerlerken hepimiz heyecanlıydık. Çarpışmadan 18 gün önce sakinlik noktası dediğimiz Lagrange noktasında olması gerekiyordu.
Eğer herşey yolunda giderse, Occulus Tantus (OT) sakinlik noktasında duracak, yaklaşık 3 milyon yüksek çözünürlüklü fotoğraf makinesi yapmaya yetecek 16 metrekaralik büyük ccd panelini açacak ve sonra gördüklerini bize iletecekti. Tabi iki devin arasında ezilmemek için çok ama çok dikkatli olmalıydı. Bunu da milimetrik konumlandırma yapabilen yörünge roketleri ile becerekti ya da beceremeyip saniyenin çok kısa bir diliminde iki devden biri tarafından yutulacaktı. Kirpilerin nasıl sevişirse, OT’de öyle hareket etmeliydi, yani dikkatli, çok ama çok dikkatli.
Yer kontrol merkezi devasa bir sinema salonu gibiydi. Yeryüzünde görebileceğiniz en büyük LCD ekran 20 metrelik duvarı boydan boya kaplıyordu. Occulus Tantusun gönderdiği görüntüler sol tarafta, diğer gözlem uydularının gönderdikleri ise alt alta sıralanmış halde sağ taraftaydı.
İnsanın sinirini bozan bir geri sayım saati ekranın hemen üstünde durmadan ve sabırla çarpışmaya kalan zamanı sayıp duruyordu. Filimlerde patlayan bombaların üzerindeki zamanlayıcılar gibiydi. Üstüne “Kalan zaman” bile yazmaya gerek duymamışlardı. Kafamı kaldırıp baktığımda 350:23:11 sayısını gördüm. Yaptığım basit bir hesapla 14 gün 14 saat 23 dakika kaldığını hesaplamıştım. Dijital gösterge 00:00:00 gösterdiğinde yani evrensel bomba patladığında ne görecektik ki?
Gelen ilk görüntüler bizi hayal kırıklığına uğratmıştı, üstünde Occulus Tantus yazan dev ekranda hiç bir görüntü yoktu. Simsiyah bir boşluk. Yapılan sistem kontrolleri her şeyin yolunda olduğunu söylüyordu ama yine de hiç bir şey de görünmüyordu. 13 milyar dolar çöpe mi gitmişti?
Kaygılı ama yine de sakin bir halde “bekleyelim” dedik. Başta Breusk olmak üzere herkes kontrol merkezinde kamp kurmuştu. Hepimiz günde üç dört saati aşmayan kısacık uykularla idare ediyorduk. Hiç değişmeyen sandviç mönüsünü üç dört kere bitirip yeniden başlamıştık. Geri kalan zamanda kırmızı rahat koltuklara oturup, bir yeni yetmenin pornografi izlemesi gibi heyecanla gözlerimiz ekrana kilitlenmişti. Huzursuz kumarbazlara, sürekli internete bağlı moronlara ve televizyon budalalarına benziyorduk.
Ekrandaki siyah görüntü bekleyişi daha da çekilmez hale getiriyordu. Hiç bir şey yoktu, ne bir yıldız ne de bir galaksi veya toz bulutu. Sanki evrenin boşluk denizinde kaybolmuştuk, ne bir gezegen ne de bir yıldız.
Bir şey görebilmek için sabırla bekliyorduk,
Çarpışmaya dokuz gün kala ilk görüntü ekranda birden belirmişti. Biraz uzaktaki Moldivanka yıldızının soluk bir görüntüydü. Piyasadan 150 dolara alacağınız basit bir teleskopla bile görebileceğiniz yakın bir yıldızdı. Fakat yine de sanki tuttuğumuz takım gol atmış gibi koca koca adamlar birbirlerine sarılıyor, bağırıyor ve kahkaha atıyordu. Occulus Tantus çalışıyordu. Evrenin ve tüm zamanların en büyük teleskopu çalışıyordu. Hepimiz için muhteşem bir andı. Breusk dışında herkes çok heyecanlıydı. O ise gayet sakin ekrana bakıyordu. Yüzünde ufak bir tebessüm bile yoktu.
Sadece, “kayıttayız değil mi?” diye sordu ve tekrar ekrana bakmaya devam etti.
İlk görüntünün gelmesinden sonra geçen günleri yaşamımda asla unutamıyacağım. Lexus ve Pleksusun çekim alanlarından kaynaklanan ufak dalgalanmalar yüreğimizi ağzımıza getirse de, yörünge kontrol bilgisayarı işini iyi yapıyordu. Bazen milimetrenin binde biri kadar bir sapma, OT’nin görünmeyen dev bir el tarafından hızla sallanıyormuş gibi sarsıyordu. Görüntü de titriyor ve sonra yörünge bilgisayarının marifetli hareketleriyle tekrar düzeliyordu. Bu devasa çekim gücünün milimetrik bir sapmada bile nasıl korkunç olacağını görmek ilginçti.
Zaman, zaman görüntü kütle çekim dalgalanmalarından dolayı titreşip bozulsada genelde iyiydi. Uzaya yerleştirdiğimiz büyük optik teleskopların asla göremeyeceği galaksiler, yıldızlar ve gezegenler birer birer önümüze çıkıyordu.
İlk önceleri yavaş hareket eden ve daha sonra git gide hızlanan bir uzay aracında hareket ediyormuşuz gibiydi. İki dev birbirine yaklaştıkça topladığı ışık miktarı artıyor ve çok daha uzağa çok daha hızlı bakıyorduk. Görünmeyen bir el, doğal teleskopumuzun odak ayarını sürekli değiştiriyor gibiydi. Hiç doymayan bir aç gözlülükle Occulus Tantus daha ileriye bakıyordu.
Son üç gün hiç uyumadım. İçtiğim fincanlar dolusu kahve ve mahvolmuş bir mideye rağmen çok mutluydum. Tanrının yarattığı evrende kısa bir gezinti turu. Gördüğümüz galaksilerin yüz milyonlarca ışık yılı uzaklıkta olması hiç bir gerçeği değiştirmiyordu. Belki torunlarımızın torunlarının torunları buralara bir gün ayak basacaktı ama önceden görmek bile harüküladeydi.
Hızla ilerliyorduk. Bazen kırmızı renkli bir gezegenin yanından geçiyor, üzerindeki mavi şeritlere şaşkınlıkla bakıyorduk. Dört yıldızlı dikine eliptik yörüngeli sistemlerdeki yüzlerce gezegenin karmaşık hareketi büyüleciydi. Birbirlerinin yanlarından neredeyse değecek kadar geçip giderken, üç boyutlu bir film izleyen çocuklar gibi bana çarpmaması için eğildiğimi görünce gülmüştüm.
Sadece ben değil, kırmızı koltuklarına gömülmüş ve gözlerini dört açmış her seyirci aynı sarhoşlukla bakıyordu evrene. Occulus Tantus’un konumu sabit olması gerektiğinden- aksi takdirde iki devden biri onu hemen yutardı, parallaks açısını kullanarak uzaklığı ölçemiyorduk. Evrende nerede baktığımızı bilmiyorduk ama ne gam!
Oturduğum kırmızı koltuk ve ben neredeyse bir bütün olmuştuk. Tuvalete gitmek gibi biyolojik ihtiyaçlar bile zaman kaybıydı. Ömrümün geri kalanında bu görüntüleri rüyamda görerek uyuyabilirdim. Daha demin birbiri ardına sıralanmış dört yıldızdan oluşma bir bulutsuya bakmıştık. Ekranın üstündeki saat 09:34:01:33 gösteriyordu.
Sonunda ne göreceğimizi çok merak etmeme rağmen bu harika gösterinin bitmesini hiç istemiyordum. Mavi ışıklar saçan bir yıldızı görünce neredeyse ağlayacaktım.
Yıldızlar, galaksiler ve yine yıldızlar, galaksiler. Sonra siyah bir boşluk ve bir turuncu gezegen. Bir çocuğun elinden çıkmışçasına acemice boyanmış devasa bir gezegen. Hemen ardından birbirlerinin etrafında deli gibi dönen iki büyük yıldız.
Sonunda ne görecektik? Evrenin başlangıcındaki büyük patlamayı mı? Kim bilir belki... Şunun, şurasında iki saat kalmıştı işte. Gözlerimi zorlukla açık tutuyordum. Bir kahve daha içemeyeceğimi, midemin artık isyan ettiğinin farkındaydım ama uyumayacaktım. Dijital gösterge 00:00:00 yazıncaya kadar burada duracaktım.
Hemen bir iki sıra ileride oturan Breusk’a baktım. Elindeki fincandan kahveyi sabırla bir ilaç gibi içmeye devam ediyordu. Gözüm hafifçe kapandı ve uykuya daldım.
Topu topu bir buçuk saat uyumuş olmama rağmen sanki aradan günler geçmiş gibiydi. Breusk omzumdan sarsarak beni uyandırmıştı.
“hadi uyan, çarpışmaya 20 dakika kaldı” dedi.
Gözlerimi ovuşturdum, önce Breusk’a sonra da ekrana baktım. Breusk’un verdiği kahve fincanını elime alıp bir iki yudum içtim.
“nerede şimdi” diye sordum.
“sanırım evrenin diğer ucunda, muhtemelen 14 milyar ışık yılı uzaklıkta”
“neredeyse evrenin yaşı kadar”
“evet öyle, evrenin bildiğimiz yaşı kadar”
“tanrıyı görecek miyiz dersin?” diye sordum gülümseyerek.
“kim bilir belki de..., belki ondan bile ilginç bir şeyi”
İkimiz de sustuk. Nereden geldiği belli olmayan bir ses çarpışmaya 10 dakika kaldığını söyledi. Sağ taraftaki ekranda birbirine ters dönmüş hilale benzer iki yarım ışık küresi vardı. Lexus ve Pleksus’un devasa kütle çekimiyle bükülen ışığın aldığı garip konik yapıydı bu. Daha önce öngörülen ama yine de seyretmesi muhteşem, birbirine yaslanmış iki hilal.
Işık konisi daha keskin hale geldikçe, Occulus Tantus’dan gelen resimlerde hızla, kesik kesik kareler haline gelmeye başlamıştı. Her saniye başka bir görüntü geliyordu. Sanki evrende büyük adımlarla ilerliyor gibiydik.
Son bir dakikaya girdiğimizde nefesimi tuttum. Ara sıra duyulan öksürük sesleri dışında bütün salonda en ufak bir ses yoktu. Herkesin susması gereken bir cenaze töreninde gibiydik. Saate baktım.
00:00:53 yazıyordu. Ekranda bir yatay çizgi belirdi. Dümdüz bir çizgi. Acaba bu big bang’den sonraki uzayın ilk dakikaları mıydı?
Çizgi büyüdükçe büyüdü. Ne kadar dikkatli bakarsam bakayım, bildiğim hiç bir gök cismine benzetemedim. Çok uzaktan bir galaksi ancak böyle görülebilirdi.
Bir kare, bir kare daha. Işık hızla ekranı kapladı. 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1 ve 0. Birden ekranda çok tanıdık bir görüntü belirdi; iki eğri ve bir daireden oluşmuş simgesel göz ve hemen onun altında yazan Occulus Tantus yazısı. Uydunun hemen arkasındaki titanyum isim plakasıydı bu.
Öylece ağzım açık kaldı. Ne olup bitiyordu? “Dur bir dakika, bu bu olamaz” dedim Breusk’a. Önce gülümseyen, ardından da kahkalar atmaya başlayan Breusk, bir süre sonra kendine gelebildi. “Dört boyutlu kapalı bir evrendeki gözlemciye en uzak olan nokta ensesidir, ensemize bakıyoruz şimdi” dedi.
“Yani en son ensemizi gördük” dedim hayal kırıklığıyla.
“Evet” dedi Breusk, “nereye bakıyorsunuz? diye sorarlarsa gönül rahatlığıyla enseme diyebilirsin”
Doğa yine biz bilim insanlarına nanik çekmişti. Hoşnutsuz bir şekilde ekrandaki isim plakasına tekrar baktım. Yıllar sonra ortaya çıkacak olan Çoklu Evrenler teoreminin bir adının da İsim Plakası teorisi olacağını o gün nereden bilebilirdim ki...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.