İKİ YÜZ YIL SÜREN UYKUSUZLUK
1788 yılının Mayıs ayıydı. Hırvat kızı Slovia Niera Tesla 17 yaşına basıyordu. Üç katlı evde büyük bir şenlik havası vardı. Kalabalık akrabalardan oluşan bir kutlama şenliği düzenlenmişti. Slovia’nın güzelliği kısa sürede her yere yayılmıştı. Oturdukları kasabanın erkekleri onun güzelliğini görmek için birbirleriyle amansız bir yarışa girişmişlerdi. Onun güzel yüzünü gören erkeklerden birkaçının yakalandığı hummalı aşk hastalığından ölmesi Slovia’nın güzelliğini iyice perçinlemişti.
Ailesi kızın bu denli çok göze batmasından dolayı rahatsızdı. İngiliz asıllı annesi Rebecca, kızın yüzünü peçeyle örtmeden dışarıya çıkmasını yasak etmişti. Slovia’yı bir an olsun yanından ayırmıyordu. Onun için türlü türlü hayallere dalıyordu. Bu kız onların sefaletten kurtulması için büyük bir şanstı. Asil ve zengin biriyle yapacağı evliliğin bütün bir aileyi yüzyıldır süren sefalet zincirinden kurtaracağını düşündükçe Rebecca’nın ruhunu büyük bir umut kaplıyordu. Tanrıya ettiği duaların sonunda kabul olduğunu düşünüyor ve kızı Slovia’ya her baktığında onu tanrı tarafından bu aileye verilmiş büyük bir nimet sayıyordu.
Slovia, etrafında dönen her şeyden tamamıyla habersizdi. Neden sokağa çıktığında yüzünü peçeyle örtmek zorunda kaldığını, annesinin onu niçin bir an olsun yalnız bırakmadığını bilmiyordu. Saflık derecesine varan doğallığıyla, etrafındakileri kahkahalara boğuyordu. Öte yandan her şeyi kabullenen uysal bir yapısı vardı. Kendisinden iki yaş büyük ablası İnnova gibi asi ve dik başlı değildi.
Bir gün annesi, ablası ve küçük kız kardeşiyle at arabasına binmiş yakın civardaki büyükannesinin çiftlik evine giderlerken nereden geldiği anlaşılamayan bir kurşunla atlardan biri yaralanmıştı. Araba patika yolda kalakalmıştı.
Büyük bir panik yaşamışlardı. Kadınların başında sadece at sürücülüğü yapan yaşlı bir adam vardı. Atlardan diğerinin at arabasını tek başına taşımayacağını anlayınca herkesin yüzünde derin bir kaygı kol gezmeye başlamıştı. Etraf olabildiğince sessizdi. Kurşunun nereden geldiğini bulamadılar. Atları süren adam sinirle köpürdü:
“Bayan.. Size söylemiştim. O kadar yükü bu araba taşımaz demiştim.”
“Bayım atı öldüren yükler değil kurşundur.”
“Evet ama eğer arabayı bu kadar çok yükle doldurmasaydınız tek atla yola devam edebilecektik.”
Rebecca ve at sürücüsü adam kıyasıya bir laf dalaşına girmişlerdi. Arabanın içindeki gerilim gittikçe yükseliyordu. Bir tek Slovia rahattı. Arkadaki erzak torbalarının içinden bir elma kapmış ısırarak yemeye koyulmuştu. Annesi onu ne kadar azarladıysa da o elmasını dişleri arasında kütürdeterek yemekten vazgeçmemişti.
“Elma yemeyi keser misin?”
“Neyse ki aç kalmayacağız burada. Karnımızı doyurmaya yetecek kadar bol yiyeceğimiz var. Yiyeceklerimiz bitmeden birileri mutlaka bizi bulacaktır.”
“Sana inanamıyorum Slovia!”
“Bu dağ başında ne yapacağız?”
“Anne çişim geldi benim..”
Rebecca’nın bir gece önceden sıcak suyla uğraşarak şekle soktuğu saçları öfkeden diken diken olmuştu.
“Yeteeer!” diye bağırdığında herkes zaten susmuştu. Ama Rebecca’nın bağırmasına değil. Havaya atılan kurşun sesine. O an Slovia da elindeki elmayı yemeği bırakmıştı. Herkesin gözlerinden korkunun saçtığı dehşet fışkırıyordu.
Slovia, Martin’i işte o talihsiz olayda görmüştü ilk. Asker üniforması giymiş bir dağ eşkıyasıydı Martin. Uzun boylu, mavi gözlü, sivri burunlu iriyarı bir delikanlıydı. Gözlerinin mavisi, denizin çalkantılı dalgaları gibi; koyulu açıklıydı.
Slovia’nın cam bakışlarına dalınca öylece kalakalmıştı mavi gözlü adam. O karşılaşma olayından bir sonsuzluk yakalayan sadece Slovia ve Martin olmuştu. Birbirlerini gördükleri o anı defalarca belleklerinde yeniden yeniye yaşayacaklardı. Her defasında da aynı dayanılmaz ürpertiyle birbirlerini arzulayacaklardı.
Martin, birkaç gereksiz soru sorduktan sonra onların yollarına devam etmesi için bir at verdi. Ve büyüleyici bir güzelliğe sahip olan genç kızın gideceği yere varmasını sağladı.
Slovia, Martin’i o günden sonra aklından bir daha çıkaramadı. Aşkın yüreğine göçmen bir kuş gibi ansızın gelip konması genç kızı hayaller alemine daldırmıştı. Kimseyle tek kelime konuşmaz olmuş, uzaklarda bir yere dalıp dalıp gitmeye başlamıştı. Eski neşesinden, hiçbir şeye aldırmazlığından eser kalmamıştı.
Büyükannesinin çiftlik evindeki hamağın üzerine uzanıyor, güneşin yakıcı sıcağına aldırış etmeden bütün gün uykuya dalıyordu. Düşlerinde Martin’i görmeye zorluyordu kendisini. Sonraları bu zorlamaya gerek kalmaksızın genç adam düşlerine kendiliğinden gelip girecekti. Adamın yüz kıvrımlarını bütünüyle hatırlamasa da gözlerinin unutulmazlığı ona yetiyordu.
Slovia bir daha ne zaman göreceğini bilmediği Martin için türlü düşlere dalmışken annesi Rebecca, zengin bir ailenin tek varisi olan Charles’ın kızıyla arasını yapma gayreti içindeydi. Ansızın evlerine misafir olarak gelen adamın ne maksatla eve girdiğini anlaması uzun zaman almıştı Slovia’nın. Annesinin aklından geçenlerden hiç haberi yoktu.
Bir akşamüstü Slovia, bahçede gülleri sularken annesi ona Charles’ın ne kadar yakışıklı ve seçkin biri olduğundan bahsettiğinde de Slovia işin aslını anlamamıştı. Bunca sıkı göz hapsine rağmen annesinin Charles’la dışarıya çıkması için adeta fırsatlar yaratmaya çalışmasından da kuşkulanmamıştı.
Onun aklı fikri Martin’deydi. Martin’in bir gün kendisini bulacağından o kadar emindi ki onu bekliyordu. Ve öyle de oldu. Bir gece üç katlı evin uzandığı patika yolun başında bir atlı belirdi. Slovia’nın kalbi yerinden oynayacaktı atlının mavi ay ışığı altındaki gölgesini gördüğü an. Gelenin Martin olduğundan hiç kuşkusu yoktu.
Sanki Martin sevgilisiymiş, onunla buluşmak için sözleşmişlermiş gibi gizlice evden dışarıya çıkmıştı Slovia. Martin’in kendisine bir şey söylemesine fırsat tanımadan onun atının arkasına binmişti. Ve o gece gözlerini dalgalı denizlerden almış bu hiç tanımadığı asker kıyafetli dağ eşkıyasına kendisini vermişti.
Sabaha kadar kelimelerin, düşüncelerin ulaşmadığı bir kertede uzun uzun sevişmişlerdi. Martin bozmuştu bu sessizliği:
“Beni hiç tanımıyorsun..”
“Ben değil belki ama tenim seni tanıyor.”
“Yaşayacaklarından korkmuyor musun?”
“Bilmem ben korkunun nasıl bir şey olduğunu hiç bilmiyorum.”
“Cesur kız diyeyim o zaman sana.”
Slovia gülümsemekle yetinmişti. O an hiçbir şeyi umursamayacak kadar çok mutluydu. Bu mutluluk için bütün bir ömründen vazgeçebilirdi.
Martin ve Slovia o geceden sonra birçok gece buluştular. Ve hiçbir şey konuşmadan uzun uzun seviştiler sabahlara kadar. Ta ki bir gün Rebecca onları bahçede çırılçıplak yakalayıncaya dek sürdü bu sevişmeler.
Beynine bir kurşun yemişçesine şoka giren Rebecca günlerce kızını kilit altında tuttu. Ne kocasına ne de başka hiç kimseye gördüklerinden bahsedememenin vermiş olduğu hınçla deliye dönmüştü. Evdeki kristal takımların bardaklarından birini elinden düşürüp kırınca diğerlerini de vitrinden çıkarmış ve duvara çarparak un ufak etmişti.
Slovia, annesinin neden kendisine bu denli sert tepki gösterdiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Aşkın nesi yasaktı? Bu dünyada aşkı hayattan kaldırınca ne kalırdı geriye? Kuru, kupkuru duygulardan başka. Aşk kadar güzel bir şeyi kızından esirgemeye çalışmasını anlayamıyordu. Kendisi hiç aşık olmamış mıydı?. Gerçekten de Rebecca hiç aşık olmamıştı. O gönlünü kayıtsızca kimseye açamamış, kimsenin bakışının içinde yaktığı ateşi söndürmesine fırsat tanımamıştı.
Rebecca etrafta konuşulacak olanları hayal ettikçe geceleri uykusu kaçıyordu. Ama en çok da kızının beş kuruşsuz bir asker kaçağına gönlünü kaptırmış olmasına içerliyordu. Oysa Charles’la evlenecekti kızı. Rebecca öyle tasarlamıştı. Charles zengin bir ailenin tek varisiydi. Toprakları vardı. Aile sonunda Rebecca’nın hep düşünü kurduğu rahata kavuşacaktı. Slovia eğer o ter kokan, beş kuruşsuz, gelecekten yana umudundan başka bir şeyi olmayan dağ eşkıyasına gönlünü kaptırmış olmasaydı her şey hayalini kurduğu gibi gelişecekti.
Martin, asker olarak görev yaptığı sırada askeri rejime karşı yanında birkaç arkadaşıyla beraber ayaklanma gerçekleştirip dağlara kaçmıştı. Rüzgar kadar cesurdu. Hızlı ve ataktı. Bir defasında üzerine açılan yaylım ateşinden tek bir kurşun isabet etmeden kurtulmayı başarmıştı. Genç adam adeta ölümle alay ediyor gibiydi. Hakkında idam fermanı vardı. Ve bunu bilmeyen yoktu.
Rebecca, kilidi açtığında Slovia’yı yatağın üzerine oturmuş buldu. Pencereden dışarıya bakıyordu. Rebecca, “Bu yaptığını asla unutmayacağım,” dedi.
“Benden aşık olduğum için utanmamı bekliyorsan anne, utanmayacağım!”
“Küstah!”
Slovia söyleyeceklerinin annesini büsbütün sinirlendireceğini anladığı için o günden sonra susmaya karar verdi. Slovia ve Charles için düşlediği evlilik olayının asla gerçekleşmeyeceğini anlayan Rebecca sürekli bir çözüm arayışı içindeydi. Geceleri uyumuyor, gündüzleri uyurgezer gibi ortalıkta dolanıyor, bu uygunsuz aşkın bitmesi için neler yapacağını düşünüp duruyordu. Martin’in gizlice Slovia’nın odasına kadar girdiğini öğrenip onları aşk içinde birbirlerine en utanmaz şekilde sokuldukları an yakaladığında, bu bardağı taşıran son damla olacaktı. Ani bir kararla Slovia’nın uzaklarda, çok uzaklarda yer alan bir manastıra kapatılmasını gerçekleştirecekti.
Manastır Cunda adasındaydı. Trenle İstanbul’a kadar gelen Slovia, oradan küçük bir tekneyle bütün hayallerine veda edecek fırsatı bile bulamadan adaya gitmişti. Her şey öylesine hızla ve hiçbir aksaklık olmaksızın gerçekleşmişti. Bütün bunlar olurken Slovia’nın neşeli kahkahaları, cümleleri suskunluk içindeydi. Alabildiğine sessizdi.
Manastıra yalnızca deniz yolundan ulaşım vardı. Teknelerle adaya taşınan genç kızlar bütün dünyadan uzakta kendilerini salt bir durulukla dünyevi zevklerin eşiğinden kurtarıyor, kendilerini sırf tanrıya adıyorlardı.
Slovia, sessizliğini manastırda da sürdürdü. Kimseyle tek kelime konuşmuyor, yalnız kaldığı vakit uzaklara, denizin açmazlarına bakıp sevdiği adamın gözlerinin kendisini bulmasını diliyordu.
Geceleri insanın başını döven rüzgar ve yalnızlık Slovia’nın umutlarını çarçabuk tüketiyordu. Kimseyle vedalaşma fırsatı bile bulamadan annesi Rebecca’nın onu apar topar dünyanın bir ucundaki bu adaya göndermesini düşünüyor da bir türlü algılayamıyordu. Gerçek ve düş arasında bir noktadaydı. Yüreğinin gömülü olduğu sonsuz karanlığa, gerçek dünyadan gözlerine vuran gerçek güneş ışığının erişip onu aydınlatmasını bekliyordu.
Şimdi yaşadıklarını mı, geçmişte olanları mı, yoksa ileride olabilecek olanları mı düşünsün bilemiyordu.
Başına gelecekleri önceden sezebilmiş olsaydı mutlaka karşı koyardı. Annesine direnirdi. Babasıyla konuşurdu. Babası annesine oranla daha ılımlıydı. Ve Slovia’yı çok severdi. Ama talihsizlik midir, önceden planlanmış bir şey midir belli değil Slovia’nın ani gidişi sırasında babası tütün işi için seyahatteydi.
Günlerin geçmek bilmediği daracık bir odada uyukluyordu tüm gün. Hatta bir keresinde rahibelerden biri onu fena halde azarlamıştı: “Buraya miskinlik yapmaya gelmediniz küçük hanım. Ders saatlerini takip edip kendinizi tanrıya yaraşır iyi bir insan olarak yetiştirmeyi öğrenmelisiniz!”
“Uyuyarak tanrıya daha yakın oluyorum.”
“Bu ne cüret! Sizi cezalandırıyorum. Manastırın bütün odalarının temizliği size ait. Bundan sonra odaları siz temizleyeceksiniz.”
Hiçbir tepki vermemişti Slovia. Beyaz teninin kıvrımları her şeye karşı kayıtsızdı. Burada olmakla en büyük cezayı çektiğine inanıyordu. Aşık olduğu insandan uzakta kalmaktan daha büyük bir ceza olabilir miydi?
Temizlik işi ona bir ceza değil de ödül gibiydi. İş yaparken temizlik bezinde düşüncelerinin de suyunu sıkıyor, onları parçalıyor böylece kafası biraz olsun rahatlıyordu. Akşamda yorgunluktan erkenden uyuyakalıyordu.
Çok değil birkaç vakit sonra karnı şişmeye, mide bulantıları kendisini göstermeye başlamıştı. Slovia, hamileydi. Bir aşk çocuğunu taşıyordu karnında. Ama bu diğerleri için bir günah tohumuydu. Onun hamile olduğunun anlaşılmasından sonra ailesine, kızlarının hamile olduğunu bu koşullarda manastırdan geri gönderileceğini bildiren kısa bir mektup yazılmıştı. Ancak mektuba hiçbir cevap gelmedi. Rahibe, mektuba karşılık gelmeyince bir mektup daha göndermişti:
“Kızınızın manastırdan en kısa zamanda ailesinin yanına gönderilmediği taktirde manastır kuralları gereğince infaz edileceğini saygılarımla bildiririm.”
Ne yazık ki son yazılan mektuba da bir karşılık gelmemişti. Slovia, odasında her şeyden habersizce oturuyordu. Oda arkadaşı onun bu şartlar altında burada kalması dahilinde, ayaklarına taş bağlanıp nasıl denize atılarak infaz edileceği gerçeğini yüzüne vuruncaya dek başına geleceklerden habersizdi. Slovia, annesinin özellikle seçerek gönderdiği manastırın en ağır kurallarla yönetilen bir yer olduğunu da böylece öğrenecekti. Hayatında ilk kez korkuyordu. Martin’in kendisini bulma umudu da tükenmişti.
Rüzgar manastırın dış yüzeyini usançsızca yalarken, Slovia’nın ruhu korkular aleminde geziniyordu. Ayaklarına taşın nasıl bağlanacağını –o tüm yaşamı boyunca hep sevgiyle baktığı– denizin ellerinde ölümünün gerçekleşeceği anı türlü hayallerle yeniden yeniye zihnindeki canlanışıyla duyumsuyor ve çaresizliğin ektiği tohumlarla ruhunu ne yöne savuracağını kestiremiyordu.
Bir gece sessizce kaçmıştı manastırdan. Yukarıya, adanın içerisine doğru koşmaya başlamıştı. Yakalanma korkusuyla bir kuyunun içine saklanmıştı. Her yerde onu arayan rahibeler onu hiçbir yerde bulamamışlardı. Saklandığı kuyunun içinde açlık ve susuzluktan öleceğini anladığı zaman dışarıya çıkmaya çalıştı. O kaçış anının paniğiyle içine atladığı kuyunun boyunu hesap edememişti. İki metreyi aşkındı. Ve oradan çıkmasına imkan yoktu.
Çabaladı. Işığa doğru tırmanmaya çalıştı. Düştü. Bir daha denedi. Düştü. Bir daha denedi. Her defasında aynı engele, yüksekliğe takılıp tökezledi. Kalakaldı. Yaşamak için elinden gelen her türlü çırpınışta bulundu. Hatta kaçmaya çalıştığı rahibelere bile seslendi. Kimsecikler onun sesini duymadı.
Tam yedi gün yaşadı. Yedi gün sonra açlıktan ve susuzluktan bedeni ölmüştü. Ama ruhu hâlâ hayattaydı. Ebedi uykuya dalması için uzun bir süre beklemesi gerekecekti. Bu o an onun aklının alamayacağı kadar uzun bir süreydi.
***
İki yüz yıl sonra...
Yıl 1988’di.
Mayıs ayının tüm cıvıltısı toprağı kaplamış, gökyüzü bulutlardan arınmıştı. Harabeye dönmüş manastırdan arta kalan kalıntıların üzerinde bir genç kız vardı. Koyu kahverengi gözlerinde güneş ışığının hareleri oynaşıyordu.
Aşığıyla gizli gizli buluşmak için kimsenin konuşlanmadığı, adanın terk edilmiş olan diğer yakasını seçmişlerdi. Yüreği aşkın ateşiyle alev alev yanan genç kız, uzaklara denizin dalgalarının oluşturduğu koyulu açıklı maviye bakıyor, baktıkça içindeki duyguların büyüdüğünü duyumsuyordu.
Uzun boylu, pembe beyaz yüzlü delikanlı rüzgarla beraber geldi. Nefes nefeseydi. Tüm yol boyunca durmaksızın koşmuştu.
“Çok beklettim mi?.. Dükkandan ancak izin alabildim. Usta kimseye izin vermiyor. Annem hasta dedim de öyle çıktım.”
“Yo. Biraz.. Beş dakika kadar bekledim.”
“İyi.. Bak şimdi içim rahatladı.”
Elini sevgilisinin sırtına attı. Gözlerden ırak, onu kollarının arasına aldı. Bir süre ikisi de hiçbir şey söylemeden önlerinde serili duran eşsiz manzarayı seyrettiler. Aniden ürpermişti Yasemin’in içi. Sanki tarih boyunca birbirine kavuşamamış onca aşığın titreyişlerini duyumsamıştı rüzgarın beraberinde.
“Korkuyorum Hakan.”
“Neden?”
“Seni kaybedeceğim diye.”
Hakan, kalın parmaklarını kızın ince parmaklarına geçirdi ve olabildiğince güçlü sıktı. Elleri birbirine kenetlendi. Avuçlarının arasındaki sıcaklık ikisinin de yüreğindeki duyguları tetikliyor, onları birbirlerine daha da çok yakınlaştırıyordu.
“Biz ayrılmayacağız Yasemin. Seni bırakmayacağım.”
“Buraya gelince içimi tuhaf duygular kaplıyor. Elimde değil. Bir hüzün duyuyorum. Garip bir hüzün..”
“Bizde kendimize daha iyi bir yer buluruz aşkımla.. Başka bir yerde buluşuruz istersen. Bir daha buraya hiç gelmeyiz.”
Yasemin başını genç delikanlının omzuna koydu. O an içinde hissettiklerini kimseye anlatamayacağını sezinledi. Kendisini alıp başka duygulara götüren şey gizemli bir dürtüydü. Bunun tarifi imkansızdı. Rüzgar yüzüne her dokunduğunda geçmişten gelen sayısız acıyı beraberinde sürüklüyormuş gibiydi.
Duyguların dilinden anlıyordu genç kız. Duyuları bu yüzden fazla gelişmişti. Ansızın hüzünleniyor, ansızın neşeleniyor, ansızın duyguların harmanında başka başka diyarlara doğru süzülüyordu.
Bu gizli kaçamak buluşmalar hep aynı yerde yapılıyordu. Yüzyılların tükettiği manastırdan arta kalan harabenin orada. Yasemin, Hakan’ı beklediği günlerden bir gün, ağlamaklı, iniltili bir ses duydu. Başını geriye doğru çevirdiğinde kimseyi görememişti. Biraz sonra ses daha da yakından geldi:
“Uyuyamıyorum!”
Yasemin, Slovia’nın iki yüz yıldır uyumayan hayaletini gördü. Hemen birkaç adım ötesinde. İki yüzyıllık sessiz figanla orada duruyordu; bin yıllık baharın üzerinde.
Yasemin, Slovia’nın hayaletini gördüğünde ne korkmuş ne de çığlık atmıştı. Sadece büyük bir şaşkınlıkla bakakalmıştı.
Suya yansıyan insan görüntüsü gibi belli belirsiz bir silueti vardı Slovia’nın hayaletinin. “Bana yardım etmelisin” diye yalvardı genç kıza.
“Benden ne istiyorsun?”
“Uyuyamıyorum.. Uyumalıyım.”
“Senin uyuman için ne yapabilirim?”
Ancak Slovia, iki yüz yıl süren uykusuzluk sonucu belleğini neredeyse tamamıyla yitirmişti. Geçmişe dair hemen hiçbir şey hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey uyumadığıydı. Sürekli, “Uyuyamıyorum,” diyor da başka bir şey demiyordu.
Yasemin onu yanında kimse yokken görebiliyordu. Birileri olduğu zaman Slovia onun yanına yaklaşmıyordu. Bu böyle bir müddet devam etti. Kız, sevgilisine yaşadıklarını anlatmaya çalıştıysa da aşığı onun anlattıklarının tekine bile inanmadı.
Öyle ki zamanla kız, Slovia’yı sadece manastırın yakınlarında değil evinin dar, rutubetli koridorlarında da görmeye başlamıştı. Slovia’nın hayaleti birden önüne çıkıyor ve “Uyuyamıyorum!” diye ağlıyordu.
İki yüz yıl sonra onun ağrılı, sayısız acılı sesini duyurabildiği tek kişi bu kızdı. Slovia, onun yakasına yapışmış ve uyuması için ondan yardım dileniyordu. Kız da ona uyuması için yardım etmek istiyordu. Fakat nasıl yardım edeceğini tam olarak kestiremiyordu. İki yüzyıldır uykusuz kalan bu hayaleti uyutmanın ne türlü bir yolu olduğunu düşünüyor ama düşüncelerinde en ufak bir ışık yanmıyordu.
Yasemin’in tüm dünyası altüst olmuştu. Slovia’nın iki yüzyıl süren uykusuzluğu ona da bulaşmıştı. Artık genç kız da geceleri uyuyamıyordu.
Gözünü kapattığında Slovia’nın hayaleti ona rahat vermiyordu. Kız, Slovia’dan ona nasıl yardım edeceğini söylemesini bekliyor ancak tüm çırpınışlarına rağmen Slovia neden uyuyamadığını hatırlayamıyordu.
Bu böyle ne kadar sürdü bilinmez. Farklı zamanlarda, farklı dünyalarda yaşamış iki insan aynı acıyı paylaşıyordu; uykusuzluk!
Bir gün Slovia onu evine davet etmek istediğini söyledi. Uykusuzluğuna bir çözüm bulamasa da ona dost elini uzatan genç kızı evinde misafir etmek istiyordu. Yasemin teklifi kabul etti. Slovia’nın hayaletiyle beraber kuyunun başına kadar yürüdü.
Evim diyordu Slovia kuyuya. İki yüzyıl sonra yaşadığı her şeyi unutmuş, evi olarak benimsemişti kemiklerinin bulunduğu kuyunun içini.
“Hadi gel.. Hadi içeriye girelim.”
Yasemin, kuyunun içine baktı. Dibi kesinlikle görünmüyordu. Safça bir dürtüyle onu içeriye çekmeye çalışan Slovia’nın hayaletine direndi.
“Çok yüksek.. Oraya giremem. Girersem çıkamam.”
“Korkma bak ben girip çıkabiliyorum.”
“Ben senin gibi oraya girip çıkamam.”
“Ama sana evimi gösterecektim.”
Yasemin’in aklında o an bir şey belirdi.
“Sen burada mı kalıyorsun?”
“Evet. Burası benim evim. Dışarıda dolaştıktan sonra evime geliyorum. Ama hiç uyuyamıyorum.”
Yasemin de o an kuyuya girmesi gerektiğini hissetmişti. Orada, iki yüzyıldır uyumayan hayaleti uyutacak şeyin ne olduğunu bulabileceğine dair içinde güçlü bir inanç belirdi. Yardım etmesi için telaşla sevgilisine koştu. Ve onun kendisine inanmayacağını bildiği halde ona olanları anlattı.
Hakan sırf Yasemin’e göz kulak olmak maksadıyla onunla kuyunun başına kadar gitti.
“Şimdi o hayalet bu kuyuda mı kalıyor yani?”
“Evet.”
“İkimiz de aklımızı kaçırmış olmalıyız.”
Yasemin kuyuya inmek isteyince de Hakan karşı çıktı.
“Tamam bütün bu deliliğe seni sevdiğim için bir şey demiyorum. Ama oraya inmene seyirci kalamam.”
“Meraklanma.. Sen yukarıda olacaksın. Yalnız değilim ki..”
“Ama..”
“Hem hiçbir aksilik olmayacak. Hadi indir beni kuyuya.”
Yasemin, kuyuya Hakan’ın bir ucunu kaya parçasına bağladığı halat yardımıyla indi. Karanlıktı içerisi. Bütün o eskimişliğin dirilip çiğleşen hazin kokusunu duyumsadı. Geceleri kemiren farelerle, kurtçukların yaptıkları yuvaları fark etti. Ama ortalıkta hiçbir canlının kıpırtısına rastlamadı.
Kuyuyu çevreleyen duvara atılmış yedi tane çiziği gördüğünde Slovia’nın ölmeden önce yedi gün kuyuda yaşadığını anlamıştı. O an ruhunun karanlıkta kalan kısmında, bu ölümün nasıl bir azapla gerçekleşmiş olduğunu duyumsadı. Hakkında hemen hiçbir şey bilmediği Slovia’nın kuyuya ne şekilde geldiğini tahmin etmeye işte o zaman çalıştı. Slovia’nın bedeninin kuyudan çıkmak için verdiği amansız savaşı hisseti. Kendini parçalarcasına buradan çıkmak isteyip de nasıl çıkamadığını duyumsadı. Son nefesini verdiği an başının dizleri arasındaki karanlıkta, ezilircesine kendisinden çözüldüğünü ve iki yüzyıl sürecek olan o uykusuz karanlığa nasıl mahkum olduğunu görür gibi oldu, sis perdelerinin arasında açılan aralıktan.
Hakan’ın merak dolu sesi onu bu büyülü gizil dünyanın eşiğinden çekip almıştı:
“Yasemin!.. Orda mısın?.. İyi misin?”
“Evet.. Ben iyiyim.”
“Hadi çabuk ol. Çık artık oradan!”
“Tamam. Çıkıyorum.”
Yasemin, etrafına daha dikkatle baktı. Hâlâ Slovia’nın hayaletini uyutabilecek bir ipucuna rastlamamıştı. Kuyunun dibi olduğu gibi irili ufaklı taşlarla kaplıydı. Yasemin el yordamıyla taşların arasında neyi aradığını pek kestiremeden arandı durdu. Parmaklarının arasına bir şey takıldı. Bu Slovia’nın ölmüş bedeninden arta kalan iskeletiydi. Elindekini yukarıya, güneş ışıklarının geldiği yere doğru tuttuğunda feryat figan bir çığlık kopmuştu:
“Aaaaa!”
İskeletin fırdolayı haşerelerle kaplıydı. Göz çukurlarının içi böceklere yuva olmuştu. İnsanı dehşete düşürecek kadar korkunç görünüyordu. Yasemin birden sert bir rüzgarın estiğini duyumsadı. O an elindeki iskeletin şekil değiştirdiğini fark etti. Anbean değişen çizgileri takip etmekte zorlanıyordu. Hızla, zaman geriye doğru sarıyordu.
Slovia’nın iskeleti iki yüzyıl önceki haline bürünmüş ve o korkunç görüntüden dünyalar güzeli bir kız çıkmıştı. Öyle ki Yasemin o güne kadar böyle bir güzelliği ne duymuş ne de görmüştü. Gözlerini güneşin ışıltısından daha fazla kamaştıran Slovia’nın hatlarına baktı. Slovia kendisine gülümsüyordu:
“Beni buldun!”
Yasemin, tarihin kendisini savurduğu o teneke camlı, tozlu yerden doğrulduğunda, Hakan’ın yukarıdan, kuyunun başından gelen kaygılı sesini işitti:
“Yasemin!.. İyi misin?”
“Evet.. Yukarıya geliyorum.”
“Tamam. Halata sıkıca tutun. Seni yukarı çekeceğim.”
Yasemin hiçbir aksilikle karşılaşmadan Slovia’nın iki yüzyıl önceki bedeninden arta kalan kemiklerle beraber kuyudan çıkmıştı. Hakan kız arkadaşının elindeki iskeleti görünce ona tamamıyla inanmıştı.
“Üzgünüm.. Başından beri sana inanmadığım için.”
“Boş ver. Bu kadar akıl karıştırıcı bir şeye inanmaman gayet normal.”
“Peki ama bu hayaleti uyutmayan şey ne?”
“Kuyunun dibi olduğu gibi taş.. Kemikleri toprağa gömülmediği için ebedi uykuya yatamamış olmalı.”
“Vay canına!”
“Hadi bu kemikleri toprağa gömelim. Ve dua edelim ki Slovia’nın hayaleti kemikleri toprağa gömülünce rahatça uyuyabilsin.”
“Bunun işe yarayacağından emin misin?”
“Emin değilim. Ama umutluyum.”
Sahile doğru yürüdüler. Tepede, ayak altı olmayan bir yere açtıkları çukurun içine kemikleri gömdüler ve üzerini toprakla kapattılar. Hemen aynı gün Yasemin bir fidan dikti Slovia’nın mezarına. Böylece Slovia’nın gömülü olduğu yeri hiçbir zaman unutmayacak, onu sık sık ziyaret edebilecekti.
O günden sonra Yasemin bir daha Slovia’nın hayaletiyle karşılaşmadı. Ama kendisini hemen her yerde takip eden beyaz kelebekler belirmişti. Yasemin, Slovia’nın bir şekilde ona teşekkür olarak bu beyaz kelebekleri gönderdiğini düşünüyordu.
Güneş, beyaz kelebeklerin kanadında parıldıyordu.