hüzün perisinin kalemi - 7 (bitişiknoktasızbüyükharfsiz..)
19 ekim muğla
bu eve yerleşince tekrardan onu düşünmeye başladım. aydın’dayken
yada pansiyondayken de onu düşünürdüm zaman zaman ama
yatağımı paylaşacağımı hayal edişlerim oldukça gerilerde ta istanbul da
kalmıştı. oysa şimdi bu evde ona yine yer var ve korkuyorum.
en çokta kendimden, belki istediğim tam olarak buydu.merak ettiğim şeyler
oluyor tabi ki arada bir tüm zıt duygu ve düşüncelerimi kullanarak.
acaba diyorum gerçekten oraya kadar mıdır her şey? bir şeye noktayı koyabilmek
için yalnızca klişeleşmiş birkaç nokta sözcüğü mesela; bitti artık, her şey buraya
kadar yada böyle olacak denmesi imzasız bir anlaşma mıdır? yada sadece gitmek!
inanmak var ya hani.. diyen inanır mı yani?
ama içimde önemini pekte hissedemediğim bir eksiklik var benim. ben diyemedim..
yani ona hiç bir zaman, seni seviyorum, şu an yanında uyumak istiyorum,
şimdi gitmesen, bana sarılsana, bizim düğünümüz şöyle olsun, benim gelinliğim
kabarık olmamalı, senin damatlığın bir kot ve bir ceketten oluşmalı yada her şeyi
planlayıp ama yinede sıradanmış gibi davranmalıyız… gibi pembe hayalli sözler söyleyemedim.
bunları bırak ona söylemeyi şöyle elini bile tutamadım. hatta yüz hatlarını
bile tam olarak bilmediğim bir adamı sevdiğimi kendime bile itiraf edemedim.
gözlerine doyasıya bakamadım ki. onu ne zaman düşünsem hayallerime sınırlar
koyar yinede düşünmeden edemezdim. çok sık yanımda olurdu, evimizde bile
kaldığı olurdu. hatta bazı geceler sabahlardık ama ben her zaman tutuktum.
şimdi diyorum ki keşke öyle olmasaydım. keşke rahat olabilseydim. ama şimdi de
olsa aynı şeyi yapardım, yaptım da. çünkü bir şeyi düşününce her şey olur gibi
geliyor insana ama o an gelip çattığında ise ‘keşke şimdi olmasaydı’ yada
‘anı kurtarmalı’ diyor insan. hiç bir şey umduğum gibi olmuyor ve biraz
zaman geçince de ‘sanki niçin rahat olamadım, niye bu kadar utandım’ diyor.
ve yine öyle oldu.
istisna bir gece haricinde hep aynı oldu ve sanırım olacakta. çünkü bu durum insana
ders vermiyor. çünkü duygular eğitilemez onlar olduğu gibi yaşanırlar. - tabi onlara
gem vurulmasını gerektiren bir mesuliyet yoksa - insanla irade kelimesini eş
tutan ben bile böyle düşünüyorum.
önceleri aramızda bir şey yokken, en azından sadece benim hissettiğimi
sanıp kendime dahi çaktırmazken her şey çok daha iyi ve çok daha kolaydı.
yolundaydı. ne zamanki o elektrik açığa çıktı ben kabuğuma çekildim. o altı
ay gittiğinde hiç bir şey düşünemez olmuştum. döndüğünde ise sevincim içimde
doldu, taşamadı.
— hoş geldin. diyemedim. şimdi de yapamam bunu ama sana söyleyeceğim
tek şey var; yinede oluruna bırak ve gitmen gerekiyorsa git ilker.
hayallerinden de!
bu gece burası her zamankinden daha çok yalnızlık kokuyor.
gitmesini istemiyordum aslında ama.. ona nasıl ki hoş geldin diyemediysem,
güle güle de diyemedim. kal da. çifte donukluk yani. ve hiç kırılmadığını biliyorum,
ben bunu hissediyorum. çünkü bunu nasıl becerebildiğini anlayamıyorum ama o
benim bile bana hak vermediğim konularda beni anlayabiliyor.
ona bir şey anlatmam gerektiğinde bunu yalnızca düşünmem yeterli geliyor sanki.
özellikle de bana dokunduğu zamanlarda. bu bir tür elektrik olsa gerek.
enayimi dersin. yo, hiç sanmıyorum.
… ve hayatım boyunca sadece kendimden çektim. ama yinede yalnız değilmişim.
…ve biliyor musun, seni hala seviyorum. sana söyleyemesem de. çünkü ben bencilim.
ve çünkü fazlasıyla bencil ve aç gözlü olduğum bir şey varsa oda; iç dünyam ve
dolayısıyla da içindeki seninle bile paylaşamayacağım sen!
kıskanç lacivert!
‘Yağmurla birlikte kendimi sonbaharın gizemli huzuruna bıraktım.’
Diye hatırladı içinden, henüz dinmiş olan sağanağın ardından. İşte otlar şimdi
hüzün kokuyordu.
— -da ısınmıyor, ısınmıyor işte. Bu ev ısınmıyor Yağmur. Oysa çok sıcak
bir sığınak olabilirdi, bunu biliyorum, durdu. Biraz düşündü ve ardından, biliyorum
bir eksik var. Bir nedeni varda ne? Ama işte o tanımlandığında ve özellikle de tamamlandığında, işte o zaman ısınacak ta nasıl? Ama o zaman sığınak olur.
Dimi, de neyle?
— Ne saçmalıyorsun sen Aylin?
— Ev diyorum, ısınmıyor.
— Yok, gerçekten saçmalıyorsun. Daha havalar bile soğumadı.
— Sence öylemi?
— Sence sadece bence mi?
— O zaman bu ev neden soğuk?
— Mezarlardan olmasın sakın?
— Tamam, kes be. Dedi genç kız işi sulandırmaya başlayan arkadaşına.
Biran süren sessizlik oldu.
— Aylin. Dedi Yağmur. Sana bir şey itiraf edeyim mi?
— Et Yağmur.
— Çok sıradan giyiniyorsun. Şey, saçında öyle, şuna bak yüzüne de hiç makyaj yapmıyorsun. Sanırım kaşlarını da almıyorsun.
Sonbaharın yaz esintili son günleri hüküm sürüyordu. Bahçede bulutların
arasından yansıyan güneşten faydalanmak için birlikte aldıkları, Değer’e göre
Okan oturmazsa gruplarındaki beş kişiyi alabilecek olan sallanan koltuğun
şemsiyesini de kapatmışlardı. Usul usul sallanıp müzik dinlerken Yağmur’un
bomba etkisi yaratan sözleri Aylin’i ağzı bir karış açık onu dinlemeye sevk etti.
Sonunda;
— Eee, diyebildi. Ne yapayım peki?
— Bir şey yapalım.
— İyi ya ne?
— Bilmiyorum, ama mesela daha canlı renkleri olan birkaç pantolon ve kazak alalım.
Mont ne bileyim takı falan. Dedi, çok eski bir paçavrayı tutuyormuş gibi onun üzerindekilere ellerken devam etti. Şuna bak, seni tanıdığımdan beri elinde
aynı sıradan yüzükle yaşıyorsun.
— Ne olmuş yüzüğüme? Ona sıradan da deme, hem daha başka sıraya kıyabileceğim takılarım olmadığı için zaten o da otomatikman sırada olmuyor.
— Felsefe yapma yine. Saçlarını sadece tarayıp, topluyorsun mesela. Hatta eminim ki geceleri haricinde tokanı bile çıkarmıyorsundur da.
— Yo, o kadar değil. Banyodan çıkınca ellerime sürdüğüm kremle saçlarımı
arkaya doğru sıvazlıyorum bir kere.
— Bu ne işe yarıyor?
— Şu şakaklarımdaki hiç uzamayan kıvırcık şeyler var ya onları bastırıyor.
— İyiymiş.
— Ne sandın. Açıkçası kaşlarımı almaya da gerek görmüyorum ve sade giyinmeye
de bayılıyorum. Hem değil biraz farklı giyinmeyi ben hayatımda pembe bir
kazak bile giyinmiş değilim. Sadece bir keresinde annemin gazına gelerek giydiğim
lila elbise haricinde. Hiç utmuyorum her hareketimde etekleri havalanır,
uçuşurdu. Engelleyemezdim. Ama hoşuma gitmişti. Bayramdı.
— Tamam, kaşlarının güzel olduğu doğru.
— Ne diye laf ediyorsun peki benim güzel kaşlarıma sen?
— Gaza getirebilmek için. Ama bunun için annene ihtiyacın var sanırım. Seni kıskandırabileceğim bir yöntem bilseydim.
— Bunun için üzülme.
— Ama sende sabah akşam buruş buruş siyah zeytin ve ev yapımı taş gibi
kurabiyeler yemek ve dişlerini fırçalamaktan başka bir şey yapmıyorsun ki.
— Cahil, o ev yapımı kurabiyelerin adı öyle. Pastaneden alıyorum ben onları.
Hem kurabiyeler dişlerime yapışıyor, zeytinlerde arasında kalabiliyor. Derken film izlerken dalmış olduğu kanepede aniden yükselen reklâm sesiyle uyandı. Şöyle bir kendisine baktıktan sonra;
— Belki de değişikliğe ihtiyacım var. Dedi. Ya da anneme. Yanında yine kurabiyeleri duruyordu.
Son günlerde onca işle uğraşmasına ve sık sık kendisine ihtiyaç duyulmasına
rağmen boşuna, amaçsız yaşadığını düşünüp duruyordu. Aslında alıştığı bu psikoloji
ona hiçte yabancı gelmiyordu. Üstelik aslında hayatında bundan çok olmayan bir
şeyden dolayı şikâyet ediyordu.
30 ekim/ muğla
‘kendi içimde boğuluyorum. kimseye anlatamıyorum. nasıl anlatabilirim ki? neyi anlatmalıyım sonra? anlatılacak hiç bir şey yok. nasıl başlayıp, nasıl rahatlayayım?
sadece kendi içimde kapıldığım girdapta döne döne kaydığımı hissediyor ama
kurtulmak için hiç bir şey yapmıyorum. tüm olanlar; işte o kadar!’
“beni fark etmiyorlar, içim eriyor. dışım yakında kof bir inşaat gibi çökecek.
neler olmalıydı hayatımda, yıllarım boşuna geçiyor. içimde yıllanmış bir bıkkınlık var.
sanki yaşanması gerekenleri daha önceden yaşamışım gibi gördüklerim sıkıcı geliyor
bana. belki de dünyada ikinci bir yaşamlarının olacağını savunanlardan olabilirim bende, böyle giderse. yani daha önce yaşamış olabilirim. yada daha sonra tekrar geleceğim
için buraya şimdi bu kadar heyecanlanmak işime gelmiyor. çünkü o zaman daha çok sıkılabilirim. saçmalık.
uzun ve geniş bir yolun ortasında çakışmış kalmışım. ne ileri gidiyorum. ne de geri.
hayır, tam ortada yola çakılmış gibi duruyorum. ve bir hayalet olduğumu hayal
ediyorum. ve buna rağmen olanca parlaklığıyla görünüyorum gece karanlığında.
oysa bir işaret levhası değildim ben. bir duraksa hiç. ve zaten ortadayım. bir
önleyici değil ancak teşvik edici olabilirim bu şekilde.
ve; kara bir ayna gibiyim ben, aldığı hiç bir şeyi yansıt-a-mayan. oysa
insan ya ışık olmalı yada aldığı ışığı yansıtmalı. amaç; yaşamaksa, öyle ya da
böyle gün doldurmak buna denir herhalde.
bir karar alıyorum. bundan sonra bir şeyin ardından - bu belki sadece su içmek olacak-
ne nokta koyacağım ne de yeni bir paragrafa başlayacağım. ben sadece yolun
gittiği yere kadar yaşayacağım. çünkü hayat; bir bütünmüş. yıllar öncesiyle
sonrası sırf benim olduğu için tek bir hayatınmış o.
her şeyi değiştirebildiğim halde -en azından böyle inanmaya çalıştığım- yerinden oynatamadığım tek taşınmazım olan yüreğimdeki garip yanmayla karışık sızımla
aynı tas aynı hamam mantığındaki akışını ağırdan alan ‘yaşantıma’ aynen devam
etmeyi düşünüyorum. belki bir asalak olarak ama asla burada da zararlı
olduğumu kabul etmiyorum. ve yine de soruyorum, ben neyim, kimim? kimliğimi
merak ediyorum bazen. beni tanıyan insan bedeninde ki varlıklara ihtiyaç
duyuyorum. hayır. bu zamana kadar gördüklerim arasında yoklar onlar. annemde
bile.
benim gerçekten bir amacım var mı, bilmiyorum. aslında bazıları haklıydı. beni
eleştirenler mesela! Allah’a danışabilmek olası bir şey olsaydı, belki bende yolumu bulurdum. oysa gelen mesajları geç algılamakta ustayım ben.
mutsuzluktan kıvranırken kimsenin bunu fark etmemesi niye? peki kalbimdeki
sebebini bilmediğim ağırlığın bir çıkış noktası olmalı, değil miydi? varsa nerede?
orayı bulamıyorum. labirentte gibi kör, sağır, dilsiz ilerliyorum.
-bomboş-
kafam sorular arasında boğulacak. görünüşte hayatı suçluyor gibi görünsem de
aslında hepte kendimi sorguluyorum. çünkü, başka bir sorumlu yok, nedense.
kendi mutsuzluğum ne olacak, dünyayı bir kenardan izlemek ne kadar doğru,
olayların içinde olmak daha mı doğru olurdu. yada iyi. yoksa sıradanlık denen
şey bumu?
düşünüyorum da kendi içimdeki duygu, düşüncelerimden, bazı his ve arzularımdan kimsenin haberi yok. beni böyle olmaya iten neydi peki. belki sadece basit bir
utangaçlık.
eskiyi göz önüne almaya çalışıyorum. diğer çocuklardan pek bir farkım yoktu. - kimilerine göre ‘değişik’ olan kişiliğimi katmıyorum burada - onlarla ne kadar
ilgilenilirse benimle de öyleydi. onlara çeşitli konularda nasıl davranılırsa bana da
aynısı uygulanırdı. hatta daha toleranslı bile olurlardı.
işte!;
belki de buydu beni sıkan.
her şey aynı devam ediyordu. insanlar farklıydı, her birinin bir diğerinden ayrı
ten rengi vardı. yada gözleri, ağız ve burunları. tabi ki akrabalar birbirlerine benziyorlardı. ama sonuçta onlarda ayrı bedenler taşıyorlardı. ama yaşayış ve
kişilikleri, zevk alma noktaları hepsi, hepsi aynıydı. birbirlerinden pek farklılık göstermiyorlardı. aynı şeylerle ilgilenir, aynı kişilere hayran olur, her konuda
birbirinin dikkatini aynı noktalar çekerdi. şimdi de öyle. kendimi onların arasında
uzaydan henüz inmişim gibi hissediyorum. aslında her şey o kadar bildik ve
tanıdık ki. bu göz ve kulak aşinalığıma rağmen ilgimi çekmeyen hatta ters
tepen ve benim anlatılamayacak kadar belki çığlıklarla kaçmamı saylayacak
bir şey vardı. belki de bu yüzden burası sığınağım oldu. bazı durumlar karşısında
onların nasıl davranacağını, olayları nasıl karşılayacağını ve nasıl yorumlar
getireceklerini hatta mantıklarının gidiş yönünü - ne deniyordu buna, düz mantık mı?-
çok iyi biliyorum. ve bunların hepsi bana zıt geliyor. bu durumlarda beni suçlu
bulmaları da cabası. üstelik bundan daha doğuştan bıkmışken yada zaten bıkkın doğmuşken... off, ne yaptığımı bile bilemiyorum. bunlar beni iyice, daha da boğuyor.
ne kadar gerçekçi olduğumu sandığım bir kişiliğim olsa da kendimi odama ya da dışarıda içime hapsetmem benim çekingenliğim yada korkaklığım değil. bu tamamen dünyanın rutinleşmesinden kaynaklanıyor. belki de bu bir tepki.
sevdiğim bir işte de olsa her gün benzer şeylerle karşılaşmak beni yoruyor.
ve manasız geliyor. eve dönünce kendimi hemen odama atmam da bundan. orası ve yatağımdan başkası paklamıyor beni böyle anlarda. sanki kendimi özlemişim gibi.
oysa pek yalnızda kalmıyorum. insanların içinde fazla takılmadığıma göre uzun
süreler yalnız kalmıyorum demektir, öyle değil mi?
hayatım boşluğu neden? sanıyorum beni munis yapacak olanda yine bende
saklanmış bir tutku da gizleniyor
düşüncelerimde ne kadar bencilsem duygularımda ve sevgimde de öyleyim. öyle ki;
ben onu ne kadar seviyorsam onunda beni belki benden çok sevmesi ve benim de
bunu hissetmem gerekir ki ona biraz olsun yaklaşabileyim. en azında içimin
ısınabilmesi için buna ihtiyacım var. ancak ben, benim sevgimin dahi ölçüsünden habersizken onun bana olması gereken sevgisinin boyutlarını yalnızca Allah bilir
herhalde.
tüm sevgiler evreni kaplar. önemli olan onun yoğunluğudur. hem benim her
halimden anlayabilecek bir özelliği olması lazım gelir ki bu da bildiğim kadarıyla
sadece ilker de mevcut olduğuna göre bu da demek oluyor ki ya o yada hiç.
-yansımasız-
sonbaharın gelişi neyi değiştirir ki ben yine içimdeki yerleşik kışı yaşıyorsam.
sonbahar kıştan daha kirli görünü-müş-ya ben bunu savunmuyorum ve bir
sonbahar taraftarı olduğumu itiraf ediyorum. belki bininci kere. içimdeki
karanlık temiz bir sonbahar yağmurunun son damlalarından yalnızca ışık
almayan bir yansıması. eğer ki onu ışıtacak bir sabah yıldızı çıkarsa yoluma
kesinlikle aydınlanır ruhum. hem de öyle bir aydınlanır ki aynı ebem kuşağı gibi.
ama bu zor!
içimdeki yansımasız yağmur damlası, aynı kayalıklar arasında saklanan bir midyenin içindeki inciye dönüşme çabasındaki kum tanesi gibi. oraya tutunmaya çalışıyor.
onu bir midye misali koruyup sonsuza kadar da düşürmemeye çalışabilirim.
ama bundan emin değilim. oysa ben herhangi bir mercan da olabilirdim. güneş
yansımsı alan bir kayalıkta!
su dibi hayali odam..
salina
birde dün sabah uyandığımda her taraf bembeyazdı. evet kar yağmıştı. bütün gün
dışarı çıkmadım. hiç kimseyle de konuşmadım ama kimse de aramadı, gelmediler de.
belki de yine misafirim var sanmışlardır. etrafın karlı olmasına rağmen hava
güneşliydi ve akşama kadar da yavaş yavaş eridiler. ama bitmediler. gece olunca
nasıl yattığımı hatırlamıyorum. uyumuşum, sabah uyandığımda koltuktaydım.
ve dünden eser yoktu. ve kimse de kardan söz etmedi. bende!
Sonbahar kışa dönüştükçe soğuyan havalar Aylin’in evinde de ısınma ihtiyacı doğurmuştu. O ise çözümü şömineli bir elektrik sobasında buldu. Hangi oda da
olursa olsun ya da ne yönde oturursa otursun bu soba ona kablosu yettiğince
refakat edebiliyordu. Eski açlığını bastırabildiği için artık fırsat buldukça gece
oturma keyiflerine kaldığı yerden devam edip uzun uzun ya okuyor ya da kendince
zevkli olan olmadık işlerle uğraşıyordu. Böylesi zihin yorgunluğunun arttığı bir
gecede daha uyuşuk bir kedi gibi elektrik sobasının dibine kadar girmiş
kendi kendini oturmaya zorlarken bir ara yorulup ta kafasını arkaya atıp
gözlerini kapattı. Eliyle alnını ve kaşlarını ovuştururken annesinin;
— Gece 11 ile 3 arasında mutlaka uyunmalıymış. Büyüme hormonu bu saatler
arasında salgılanırmış. Sözlerini anımsadı. Bağdaş kurduğu sobanın önünde sıcaktan dizleri yanınca sobanın düğmesine bastı. Bu evdeki eşyaların birçoğunun daha önce kullanılmış olmasına rağmen hiç birinden beklediği çıtırtılar gelmezken bu yeni soba kapatılınca ondan içinde teller kopuyormuş ya da bir yerlerine küçük mıknatıslar yapışıyormuş gibi sesler geliyor ve genç kızı bir hayli rahatsız ediyordu. Tıpkı
burada ilk kaldığı gece olduğu gibi yine anormal olaylara tanık olma korkusu kendisini yineliyor, bu sobanın kendi kendine yanmasından endişe ediyor ve onun fişini
çekiyordu. Sonra ise tekrardan yerine takıp her şeyi olduğu gibi bırakarak koşup kendisini yatağına gömüyordu. Uyuduğunda ise havada kar soğuğu vardı.
Sadece bir ayaz ve aklında ise annesinin sözleri.
Sabah olduğunda ise yine aceleyle giyinip pansiyona gitmek üzere telaşla
evden çıkarken kapısına getirilen paketle şaşkına döndü. Genç kıza göre paket
sanki özellikle bu saatte alması için kargoyla gönderilmişti. Kutuyu heyecanla alıp
tekrar odasına döndü. İçindekileri oldukça merak etmesine rağmen açmakta
tereddüt ediyor ve bu paranoyaklıktan nefret ediyordu. Paketi salladığında
içinden en ufak bir ses gelmediği gibi kollarındaki ağırlık küçüklüğünden beri
tanıdığı bir şeyi taşıyor gibi hissettiriyordu. Bu ağırlık çocukluğundan beri vardı.
Garip bir heyecanla karışık merakla kutunun sarılı olduğu paketi açmaya koyuldu.
Kutu açıldığında gözüne ilk çarpan ince bir tabaka sünger oldu. Süngeri de
araladığında gözleri bu sefer tam zamanlı heyecan ve sevinçten yerinden
uğradı sanki. Elleri titremeye başladı. Kalbi gümbür gümbür atıyordu. Aylin
sevinçten yerinde duramayıp kahkahalarla zıplamaya başladı. Kutunun içindeki gerçektende çocukluğunun bir paket içerisinde kendisine sunuluşuydu sanki.
İlk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra daha sakin eğildi onun üzerine.
Yanına diz çöktü, sallanmaması için özenle kendiliğinden sallanan iki ayağının
altına yerleştirilmiş süngerlerle sabitlenen oyuncak beşiğine baka kaldı. Bu beşik
Aylin’in yalnız oynadığı evcilik oyunlarının en demirbaş eşyasıydı. Ve on yedi yıllık
İstanbul yaşantısında birkaç gecelik misafirliğin haricinde ayrı bir gecesini bile geçirmediği bu tahta beşik işte yine karşısındaydı. Oysa Aylin onu da terk etmişti.
Onu özenle süngerlerden arındırıp yeni pirinç yatağının ayakucuna yere bıraktı.
Burada sanki onun biblosu gibi duruyordu. En ufak bir dokunuşunda dahi usul usul
sallanıp, baş tarafındaki birer bebek bileziğini andıran tahta ve artık soluk olan
renkli boncuklarının tıngırdaması biranda odanın atmosferini olduğu gibi değiştirdi.
Bir süre onu sakin sakin salladıktan sonra oyununa şimdilik ara vermesi gerektiğini hatırlayınca tıpkı çocukluğundaki gibi huysuzlanarak kalkarak odadan çıkmaya
yöneldi. Kimin gönderdiği umurunda bile değildi. Ancak hemen önünde duran boş
kutuya da bir tekme sallamış bulundu. Kutunun devrilmesiyle içinden beyaz
kâğıtlara sarılmış on beş yıllık ayısı ‘bubu’ yuvarlanıvermişti. Buna biraz
evvelkinden daha da şaşırdı. Bu ona küçükken televizyonda izlediği bubu’nun
doktora gitmesi karşılığında verilen bir minyatürüydü. Kâğıtları acelece
sanki özenle parçalayarak sıyırıp onu öpmeye başladı. Kokusu hala aynıydı. Sırtına iğnelenmiş kâğıtta yazan şu sözler ağlamasına yetmişti.
“ Annen seni görmeyi çok istiyor. Ancak karşılaşacağı Aylin’den oldukça tereddütlü olmasından dolayı sana önce seni yollamaya karar verdi. Paketi alınca
yine o saçma yalnız bırakılmak isteğini kendine bilinçsizce yinelemenden korkuyorum.
Ve bende sana ‘bizden’ bir şey gönderiyorum. O kuru kelebeği hatırlayınca
belki beni de görmek istersin diye düşündüm. Ve belki de seversin diye ümit ettim.”
Aylin bahsedilen kuru kelebeği görmemişti. Tekrar kutuyu karıştırmaya başladı.
Onu en dipte, süngerlerinde altında gri kapaklı bir kartın içine bir notla iliştirilmiş
olarak buldu. Yıllarca önce ölmek üzereyken buldukları kelebeği alıp ölüm anını
başında bekledikleri günü anımsadı. Gözleri yaşarmıştı ama gülümsüyordu. Aylin’in
İlker’e değil ama İlker’in pek kullanmadığı defteri Aylin’e her zaman açık olurdu
ve bunu birlikte çizdikleri bir yatak resminin içine birlikte iğnelemişlerdi defterin bir sayfasına. Aslında bu genç kızın fikriydi ancak o da ısrarı üzere daha fazla
direnememişti. Vahşice görünse de bu onun sonsuza kadar kaymadan rahatça uyuyabileceği bir kaleydi. Bu nede olsa bir polisin defteriydi ve bir kelebek
için bile olsa buradan daha emniyetli bir yer olamazdı. Görüldüğünde ise
insanları olmadık düşüncelere sevk edebilirdi. Genç kız ona burasını bir kaleye benzettiğini söylemesi onu ikna etmeye yetmişti. Böylece onunla ilk defa çocukça
da olsa ortak bir şey yapmış ve bundan memnun olmuşlardı. Ve bu defteri de Aylin’in
tüm biten defterlerinin gittiği kuyuya yani kendi yaptığı kadife bir kutunun içine koymuşlardı. Bir gün de onun gönderilmesini umut etti ve bu adamın her şeye rağmen kendisini affetmiş görünmesi bir sıcaklığın yayılmasına neden oldu. Elindeki içine
kelebek yapıştırılmış kartın alt satırlarında İlker’in kendi el yazısından ancak Aylin’in bitişik, noktasız ve büyük harfsiz tekniği ile yazılmış şu satırlar karalanmıştı.
“şuansenisonsuzadekyalnızbırakabilirdimamabiliyorsunbenseniçokseviyorum
yalnızşunudabilkibusadecebasitbirseniseviyorumsözüyleanlatılabilecekbirşeydeğil birçokinsansırfbusözlerlebirçokşeyibirdenanlatabiliramabendekisankidahaderin
hamurundahoşgörüsaklıunutma‘seniseviyorum!’
gel, ne olursan ol yine gel...”
Bu notu da okuduktan sonra saatine baktı, epey oyalanmıştı. Odayı olduğu gibi
bırakıp çıktı. Sanki etkilendiğini göz ardı etmeyi yine başarabilmişti!..