- 621 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÜLİSTANDA YALNIZLIK
GÜLİSTANDA YALNIZLIK
Televizyonun üstünde iki sarı gül duruyordu. Henüz tazeydiler. Belki yarısına kadar dolu bir bardağa konsalar öyle de kalabilirlerdi, birkaç gün, hiç değilse yenileri goncalarını açana kadar. Anlık bir güzellik duygusuna feda edilmişlerdi belli ki.
Bu sabah bahçeden koparmıştı. Her renkten gülün bezediği küçük bahçe, sokak kapısından, evin yarıdan yukarısı buzlu camlı, büyük, demir kapısına, geniş, ama alçak üç basamakla yükselen merdivene kadar uzanan toprak yolun sol yanında yeni bir dünya vaat ediyordu. Bu yeni dünyada her şeyin bir düzeninin olduğunu hatırlatırcasına, kırmızı, sarı, beyaz, pembe güller, sihirli bir nizam intibası yaratarak öbeklenmişti. Ama, aynı zamanda yolun diğer yanında, her şeyin karşıtıyla var olduğunu hatırlatmak ister gibi bir heybetle yükselen taş duvar bütün acımasızlığıyla bu dünyayı izliyor, adeta üzerine devrilmek için fırsat kolluyordu.
Bahçeye girdiğinde hangilerinden koparacağını bilememişti. Karşısında duran renk cümbüşü, zihnini oradan oraya götürüyor, her renk, zamanın içinde hala var olan başka bir yere onu çekmeye çabalıyordu. Derken gözü sarı güllere ilişmiş, zihnini diğer bütün renklerin etkisinden kurtarmıştı. “Sarı gül ayrılıktır.” derdi büyük amcası, “Kırmızı gül, ama tek olacak, sevdadır, kara sevda…” Sevda kara demekti, Arapça’da. Belki de bu yüzden amcasının çiçekçisindeki güllerin kırmızısı karaya çalıyordu. Çiçeklerin bir dili vardı. Sevmenin yüceliğinin olduğu, söylenmeden de -belki de ayıptı bir sevgiyi söylemek- anlatılabildiği zamanlardan kalma bir lisan. Eskide kalmıştı. Eskiye dönmenin bir yolu, maziye gitme imkanı ya da gidilemiyorsa, ki bu çok açıktı, eskiyi bugüne getirmenin bir yolu bulunabilir miydi?
Gülleri solan birinin gerçeği arayışı…
Şimdi odasındaydı. Odanın soğukluğu gül bahçesinin vaadini yalanlıyordu. Televizyonu açtı, karşısındaki, yüzü her sabah vuran güneşten solmuş kanepeye oturdu. Işığın vurduğu pencere televizyona yansımasın diye perdeyi çekti. Bir anda bütün eşya soluklaştı ve televizyondaki görüntü her şeyin yerini aldı. Daha önce yarım yamalak izlediği eski bir filmi izlemeye başladı.
Kadın boş bir sokakta ağır adımlarla yürüyordu. Neden sonra ,bir şey unutmuş gibi durdu, geri dönüp yürümeye devam etti. Bu defa adımlarını hızlandırmıştı, yüzünde de belli belirsiz bir endişe dolaşıyordu. Az sonra bir apartman kapısından içeri girdi. Büyük ve sarı harflerle apartmanın adının yazılı olduğu siyah levha göründü: YENİ DÜNYA APT. Az sonra kadın bir kapının önünde durdu.
Açık olduğunu görünce, gelirken yüzünde dolaşan endişe çoğalmış ve kadının yüzünü o kadar değiştirmişti ki, bir an için az önce sokaktaki kadınla, şimdi açık kapının önünde duran kadının farklı iki kadın olduğunu düşündü. Filmin buralarını daha önce izlememişti. Aynı kadınla uzun boylu, kahverengi saçlı, bıyıksız bir adamın -kim olduğunu hatırlayamamıştı- birbirlerine sarıldıkları bir sahne hatırlıyordu. Sevgili olmalıydılar. Ama, şimdi kadın yalnızdı ve bir apartman dairesine girmek üzereydi. Belki de sevgilisinin eviydi, belki de o adam, sevgilisi değildi.
Kadın içeri girip, salonunun ortasında, elinde bir silah, kanlar içinde yatan adamı görünce uzun bir çığlık attı. Daha önce kadına sarılırken gördüğü adam değildi. Ama yarım yamalak seyirlerinden bir başkasında aynı adamı, şimdi ortasında yattığı salonda, pencerenin önündeki koltukta televizyon izlerken gördüğünü hatırlıyordu.
Bir intihardı. “İntihar etmek için bir silahım bile yok.” diye düşündü, “O kadar acizim demek. Ölmek hakkımı bile kullanamıyorum”. Ama, hayır… Zaten yapamazdı; bunun bir kurtuluş olduğuna hiç inanmamıştı.
Neden vazgeçerdi insan? Sonuna geldiğini anladığı için mi? “Hayatta her zaman bir şans daha vardır.”demişlerdi. Demek ki yalandı. Çünkü mutsuzların sözlerle değil; ancak yaşantılarla, bazen anlık bir tebessümle bazen de bitimsiz sevgilerle teselli olabileceklerini fark etmemişlerdi.
Bir intihar… Acılara son verebilme kudretine sahip olabilmenin sarhoşluğu, bir yanılsama. Ama nasıl, ruhunu kaybetmek pahasına; öyle mi? Günler, aylar, belki de yıllar süren bir mücadelenin, boğuşmanın, üst üste biriken acıların sonunda verilmiş kati bir karardı; üstüne uzun uzun düşünmüştü belki. Belki de ansızın, bir hiçlik duygusunun ağırlığıyla, ardında nedenlerini açıklayacak bir not yazmaya bile vakit ayırmaya lüzum görmeden, hatta bu notu yazarken geçecek vakitte kararsızlığın, anılarını yeniden -zamanı durdurmuşçasına bir sonsuzlukta- yıkıcılıklarını perçinleyerek yüreğine salacağından korktuğu için, hemen yapmıştı. Yenilgiyi kabul ederek ya da kazandığını sanarak…
O da mutsuzdu. Dostluk dahil her şey inceliğini yitirmişti. Duyarlıkları karşılık bulamamış; zayıflık, hayalcilik, daha da kötüsü bir saflık, aptallık olarak görülmüştü. İçinden bir şiir geçtiğinde paylaşmak; bir duygunun, bir düşüncenin, bir rüyanın aklını, kalbini ve ruhunu nasıl hırpaladığını anlatmak istemişti. Bu dayanılmaz yükü taşımasında ona yardımcı olurlar umuduyla, sohbetlerin en kederli ve belki de bu yüzden birbirlerini en anlayabilecekleri yerini kollamış, aramıştı. Kimi zaman bulmuştu da. Fakat, tam hafiflediğini sanmışken acımasız cümleler sırtına taşınmaz bir yük gibi binmişti; hayal kırıklıklarına batmıştı. Gerçeği zorla işaret etmişlerdi. Kendi gerçeklerini… Halbuki zihinsel bir şeydi. “Cosa mentale…” İnsanın acı çekmesi için illa da bir yumruk, bir hançer darbesi, ansızın ateşlenmiş bir revolverden ölümcül bir aceleyle fırlayan bir kurşun yemesi gerekmezdi. Tek bir sözcük ya da hiç düşünülmeden mekanik bir çabuklukla söylenmiş bir cümle, hatta çoğu zaman suskunluklar da acı verebilirdi insana. Söylemişlerdi, evet… Susmuşlardı, evet…
Bir akşam, Ercan’ın evinde beş arkadaş otururlarken anlatmak istemişti, dinleyeceklerini umarak:
“Bazen buralardan gitmeyi düşünüyorum; hem de bir daha dönmemecesine.”
Suskunluk…
Gidebileceğine, gideceğine inanmıyorlardı. Nitekim gitmemişti. Haklı çıkmışlardı. Belki arkasından konuşmuşlardı. Küçümseyerek, hor görerek… “Kal” da dememişlerdi; “gitme”, hiç. Oysa ki mutsuzları tahrik eden gitmek fikriydi. Tıpkı bir dönem bazı şairlerin uzaklara, Avustralya veya Yeni Zelanda’ya gitmek isteyip, hatta ciddi ciddi planlar yapıp da sonunda yine etraflarını çepeçevre saran şehirlerinin –bir şehrin de ötesinde zamanın- içinde huzur ve teselli bulmaya çalışarak yaşamaları gibi o da gidememişti sonunda. Bir başkası olmak istemiş ama buna cesaret edememişti. Daha sonraları da insanın bir başkası olmasının mümkün olamayacağını anlamış ve başka bir yol bulmaya çalışmıştı. Ne yazık, bunu da bir zayıflık olarak görmüş olmalılardı. Belki birbirlerine anlatıp gülüşmüşlerdi. İçlerinden biri taklidini yaparak tekrarlamıştı belki de:
“Bazen buralardan gitmeyi düşünüyorum…”
Gülüşmeler…
Hayır, o kadar zalim olamazlardı; riya görmemişti, gözlerinde. İyi şeyler düşünmeye çalıştı. Üzülmüş olabilirlerdi; üstüne varmamak, onu karamsarlıktan çekip almak için susuyor olabilirlerdi pekala. Ama yine de anladıklarını gösteren birkaç dostça söz söyleselerdi…
“Boş versene sen! Nereye gideceksin? Kalacaksın eninde sonunda. Başka çaren varmış gibi… Söyletirsin insanı.”
Suskunluğum…
Ercan söylemişti sonunda; “Gerçeği kabullen…” demişti, üstüne basarak, “Boş hayalleri bırak!”. Diğerlerinin sözcülüğünü yapıyordu anlaşılan; susmalarından belliydi.
O zaman yalnız kalmıştı; şimdi de, en az o akşamki kadar yalnızdı. İçini kimseye dökmemeye, kederlerini anlatmamaya karar vermişti. Televizyonun karşısında birkaç anıyla avunmaya çalışıyordu, nihayet; ama olmuyordu. Daha ne kadar böyle yapayalnız, derdini kimselere anlatmadan… Yeni dostlar bulmaya çalışmıştı; ama yeni dostlar edinmek için vakit çok geç geliyordu ya da eski insan canlılığını, samimiyetini yitirmişti. Belki de kendini tarif ederken, kederleri öncelikli bir kişilik özelliği haline geldiğinden -bir dostun kederlerini bilmesi gerekirdi- kendini çok yabancı hissediyordu. Kendine, başkalarına, hayata karşı bir yabancılık. Kederleri bir dostluk kurmaya engeldi.
Yine de denemişti.
“Başka çaren varmış gibi…”
Film bittiğinde kafasındaki eski sahnelerle şimdi izlediği yenileri birleşti. Birden Genç Werther’in Acıları’nı anımsadı. İki yıl önce, kapısının sağ yanındaki camdaki, verniği solmuş raflara dizili, eski, yıpranmış kitapları görüp merakla içeri girdiği bir sahaftan almıştı.
Kitabın kapağında, bir kadın bir eliyle yerde yatan ve ölmek üzere olan bir adamın boynundan tutarak başının düşmesine engel olmaya çalışıyor, diğer eliyle de adamın bir elini tutuyordu. Gözlerini kapadı. Kapaktaki ayrıntıları hatırladıkça resim gözünün önünde bir canlılık kazanmaya başladı. Hiç beklemediği bir şekilde, zihni bu sahneyi bir sinema perdesindeymişçesine devam ettirmeye koyuldu:
Adam yerinde ağır hareketlerle doğruldu, kadının yüzüne baktı. Daha sonra ikisi birlikte bir dansa başlamak üzerelermiş hissini vererek ayağa kalktılar. Adamın vücudundan damlayan kanların yerde oluşturduğu birikinti artık genişlemiyordu. Adam kadının ellerine uzandı; iki eline de zarif birer öpücük kondurdu ve bakışlarını kadının gözlerine çevirdi. Kadının gözlerinden akan, birkaç damla yaş yanaklarından kayan bir yıldız gibi süzülerek, yerdeki kan birikintisinin üzerine düştü. Adam eğildi ve yerden kırmızı bir gül aldı. Yerde, kan da gözyaşı da yoktu…
Gözlerini açtığında, bahçeye çıkıp, kırmızı güllerden bir tane koparma isteği duydu; başka çaresi yoktu.
EKİM 2005
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.