Huzur mekanı
Başak ailesi İstanbul da yeni taşındıkları evlerine iyice yerleşmişlerdi ve ilk kez kızları yanlarında olmadan bir yılı bitiriyorlardı. Canan hanıma o yanında olmadan aldığı her bir soluk, zoraki yuttuğu her lokma zehir oluyordu. Evet, ondan her haber alışında çok mutlu oluyor fakat bir zaman sonra yine onsuzluğunu fark ediyor ve derin bir yalnızlıkla kıvranıyordu. Yeni yıl sofrasını bu sefer Ufuk’la birlikte hazırlıyor ancak diğer çocuğuna rağmen Aylin’i arıyordu etrafında. Onun boş sandalyesini masada her görüşünde acıdan neredeyse çıldıracağını hissediyordu. Ailesinin desteği de tabi ki büyük önem taşıyor ancak sık sık artık sabrının kalmadığını yineleyip duruyordu. Özellikle İlker’le konuşmak onun gittikçe zayıflayan vaat edici sözlerini tekrar tekrar dinlemek değişik bir huzur ve güven veriyordu yaralı anneye.
Kızının gidişinin üzerinden tam 223 gün geçmişti. Ondan sadece ara ara gelen mesajlar sayesinde azda olsa aldığı haberler o an sevindiriyor ardından da;
— Niçin bizimle konuşmuyor? Diye ağlamaklı olup her seferinde eğer cevap verirse kimsenin ona olumsuz bir şey söylememesi için uyarıyor ve kızını arıyordu. Ama Aylin her seferinde konuşmuyor ve telefonun kendiliğinden kapanmasını bekliyordu. Bazen de onun tiz sesine tahammül edemiyor ve düğmesine basıyordu. Tabi böylesi anlar annesini daha fazla üzeceği için bunu genelde İlker’e yapıyordu. Zaten onun arayışlarında daha bir tahammülsüzleşiyordu.
Canan hanımın ısrarına dayanamayıp o akşam yine aradılar. Aslında yine üzüleceği için aramasını evde kimse istemese de o artık zaten bir umudun ucunda yaşadığı için;
— Varsın bir kere daha üzsün, ama ya konuşursa. Diyordu.
Odasına döndüğünde hemen uyumayı planlasa da bu akşam annesinden mutlaka en az bir mesajı olduğunu artık çok iyi biliyordu. Bir an bakıp bakmamakta tereddüt ettiyse de dayanamadı. Çünkü annesini çok özlemişti ve dayanamayacağından korkuyordu. Tahmin ettiği gibi telefonunda sadece annesinden gelen mesaj sayısı beşti. Bir tanesini açtı. Ekranda;
— Sen ne kadar istemesen de ben seni unutamıyorum. Benim çocuğumsun sen. Ne olur sadece bir dakika sesini duyur bana. Yazıyordu. Bu annesinden aldığı onlarca mesajdan sadece bir tanesiydi, ama muhakkak ki en hissî olanlarındandı. Hiç etkilenmemiş olmayı dilerdi belki şu anda ama bu seferki yüreğinin ta derinliklerine değil işlemek sanki aniden saplanmıştı.
İçinde büyük bir arzuyla annesini görmek istiyordu ve şuan onu engelleyen tek şey engeli araya koyan da kendisi olmasına rağmen gerçekten yollardı. İçindeki isteğin oraya gidene kadar geçeceğini yani hiç değilse hafifleyeceğini bilmese hemen yola çıkacaktı. Çünkü onu geri döndürebilecek tek şey işte bu kadar güçlü bir özlem olabilirdi. Ayrıca aslında değil Aydın da olmak dünyanın öbür ucunda da olsa yine de okyanuslar aşıp annesine ulaşabilirdi, ama kendi elleriyle yerleştirdiği engellerin en ufağının bile karşısına çıkması olduğu yere yapışması için yeterliydi. Bunu niye yaptığını tam olarak bilemese de bir sadist gibi çektiği acıdan zevk alıyor ancak bunun aynısını sevdiklerine de tattırdığını göz ardı etmeye çalışıyordu. Yaptığı haksızlığı düşündükçe kendisini tutamıyor, gözleri buğulanıyordu. Saatin epey geç olmasına aldırmadan annesine bir şeyler yazmayı geçirdi aklından. Durup bir süre bu isteğinin de körelmesini bekledi ancak dayanamayacağını anlayınca vazgeçmeden ona;
— Ben hiçbir şeyi istemiyor değilim. Ama içimde öyle bir şey var ki ondan bir türlü dönemiyorum. Bu bir inat değil… hayalin gözümün önünden gitmiyor ama…
Karaladığı mesajı gözlerinde biriken yaşlardan göremiyor, ezbere tuşlara basıyordu. Canan hanım mesajı alır almaz nemli gözlerle gülümsemeyle; heyecandan, sevinçten, üzüntüden hepsi birbirine karışmış olan bütün duygularının hücumuna uğramış kalbini bastırmaya çalışarak, elleri titreye titreye aradı kızını.
Telefonu çalmaya başlayınca annesinin sesini duyma isteği öyle deli gibi bir tutkuya dönüştü ki sanki telefon bile annesi olmuş kızına;
— Aç telefonu. Diyordu. Dayanamadı, kulağına götürüp dinlemeye başladığında annesi sevincinden ne yapacağını şaşırmış bir halde etrafındakilere;
— Açtı açtı. Diye bas bas bağırıyordu. Annesinin heyecanlı ve düşsel sesini duyunca ağlamaya başladı. Kadın konuşması için yalvardıkça daha fazla ağlıyor elini biraz daha bastırıyordu dudaklarına. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Sonunda sadece;
— Annem. Diyebildi ancak telefonu nasıl kapattığını anlamadı bile.
— Aylin kızım konuş. Nerdesin? Söyle yavrum. Kapandığını anladığında ve tekrar aradığında açmayışı dahi sevincini bozamamıştı bu sefer. Daha fazla da ısrar etmek istemiyordu. Çünkü kızı her zaman inatçı olmuştu. Onun bir daha cevap vermemesinden korkuyordu. Sadece ona sonunda sesini duyurduğu için teşekkür eden bir mesaj daha yolladı ve onu rahat bıraktı.
Telefonu kapatması belki bir refleksti ama bir daha aramaya cesareti yoktu. Tekrar çalan telefona bakmadı bile ve koşarak onu duymamak için bahçenin en uç köşesine kadar ilerledi. Geri döndüğünde bir saati aşkın zaman çoktan geçmişti bile. Annesinin yolladığı teşekkür mesajı öyle ağırına gitmişti ki içinden kendi kendine bir yandan samimi derken diğer yandan üzdüğü için bunun bir sitem olduğu arasında kaldı. Ama her ne olursa olsun şu saatten sonra hıçkırıklarını kesinlikle engelleyemiyordu. Annesi sevincinden, kendisi ise acısından gözlerini yumamıyor üstelikte ağlaması daha da şiddetleniyordu. Kendisine iki sıfır yenikti. Bu ikinci ağlamasıydı buraya geldiğinden beri. Annesinin ağlamasını düşünmeye tahammül edemezken onun sesini bu şekilde duymak iyice vicdan azabı çekmesine neden oluyordu. En nefret ettiği şeyde pişmanlık değil miydi sanki. Peki, şimdi neden kendisini bu berbat duyguyla baş başa bırakıyordu. En sevdiği şey yalnızlığı ise dayanılmaz bir sancı veriyordu tüm benliğine. Bu gece daha fazla yalnız kalmamalıydı. Ancak ağlamaktan başka yapabileceği hiçbir şeyi yoktu.
Gece ağlama sesiyle uyanan Oğuz Bey bir süre sesin nereden geldiğini anlamak için yatağında oturup etrafı dinledi. Camı açtığında yanında çalışan kızın odasından geldiğini fark edince soluğu derhal onun yanında aldı. Genç kız kapıyı açmakta bir süre direndiyse de şimdi onun omzunda hiçbir şey söylemeden ağlamaya devam ediyordu. Oğuz bey bir süre sonra sormaktan vazgeçip sadece kollarının arasında çaresizce ağlayan bu yavrucağı sakinleştirmeye çalıştı. Onu yatağına yatırdığında hala hıçkırıklarına engel olamayan Aylin bir zaman sonra ateşler içinde kâbuslarla dolu bir uykuya daldı. Uykusunda ise sadece şu sözleri sayıkladı;
— Çek diyor bir ses. Sadece çek. O sana uymuyor, mutluluk sana birkaç beden büyük geliyor.
Patronuysa onun başında ateşini düşürmeye çalışarak sabahlamasına rağmen bir türlü uyanamayınca son çarenin İhsan’ı aramak olduğuna karar verdi. Aylin yalnızca sayıklıyor, ama kimse ne dediğini bir türlü anlayamıyordu. Zaten oda başladığı hiçbir cümleyi tamamlayamadan tekrar hıçkırıklara boğuluyor, zor sakinleşiyordu. İhsan geldiğinde ateşinin düşmesine rağmen sızlanmaya devam ediyor buldu onu. Doktor sonunda onun biraz dinlenmesi için bir sakinleştirici yaptı. İlk başta genç kızın basit bir gribe yakalandığını düşünüp uyanamamasından dolayı iğneyle tedavi uygulamasına rağmen, genç kız gözlerini açmamakla birlikte her geçen gün daha da huzursuzlaşıyordu. Günde iki üç defa uğramasına ve sürekli telefonla kontrol etmesine karşın onu yine de kendine getiremeyince üçüncü günün gecesini de yanında geçirip birkaç saat daha uyanmaz ve sızlanıp ağlamaya devam ederse onu kliniğe götürmeye karar verdi. Ancak ilk günlere oranla daha sakin uyuduğu da dikkatinden kaçmıyordu.
Sabaha karşı kendine geldiğinde bir an İstanbul da ki yatağında olduğunu sandı. Gözlerini açmakta zorlandığını hissetti. Göz kapaklarının ağırlığından çok uyuduğunu anlıyordu. Herhalde göz kapakları şişmişti.
— Anne. Dedi. Ses gelmeyince karanlık oda da etrafına bakındı. Gözleri karanlığa alıştıkça etraftakileri seçmeye başlayınca Aydın da olduğunu hatırlamaya başladı yavaş yavaş. Bütün vücudu tutulmuş gibiydi. Yanı başında duran koltuğa baktığında orada İhsan’ın göğsüne kadar çektiği battaniye ile oturur vaziyette uyuduğunu fark etti. Onun ne zaman geldiğini ve niçin burada uyuduğunu hatırlayamadı bir türlü. Odası tıpkı bir ecza deposu gibi kokuyordu hava garip bir dinginlikte aydınlanırken. Sanki zaman durmuş y da yavaşlamış gibiydi. Masanın üstünde duran birkaç şişe ve gölgelerinden ne olduklarını seçemediği nesnelere baktı. Yatağında doğrulup oturmaya çalıştı ancak şimdi hiç kıpırdamadığı halde yine de başı dönmeye devam ediyordu. Tekrar yattı. Kendisini kusacak gibi hissediyordu. Tekrar kalktığında ve tuvalete gidip yüzünü yıkadı. Hava almak için kapıyı açıp kenara yaslandı.
— Uyandın mı sonunda az daha senin yüzünden mesleğimden istifa edecektim. Dedi İhsan. Arkasını dönünce baş dönmesi daha da arttı. Ayakta durmakta zorlanıyordu. İhsan onu yatağına geri götürürken sordu;
— Ne oldu bana böyle? Her yerim ağrıyor.
— Hiç. Üşüttün herhalde.
— Başım çok dönüyor. Çok bitkinim, kollarım da ağrıyor. Berbat bitkinim. Dedi Aylin oflayarak kollarını ovalıyordu. İhsan ışığı yaktı, ama Aylin’in gözleri kamaşınca tekrar kapatıp dışarının aydınlığında eline aldığı şurup şişesiyle ona yaklaştı.
— Artık uyandığına göre ağızdan ilaç alabilirsin. Dedi.
— Ne demek ağızdan, başka, dedi ve sitemkâr bir sesle; of İhsan iğne mi vurdun bana?
— Evet. Aylin ona söylenmeye başladı. Uzunca bir süre hiç durmadan ona kızdı.
- … hem bana sordun mu bakim sen. Ya çeksene şunu burnumun dibinden. Dedi önündeki ilaç kaşığını göstererek.
— Keyfimden tutmuyorum herhalde onu orda hadi içte şunu kurtulalım.
— İstemiyorum.
— Ne huysuzmuşsun sen öyle iç diyorum çabuk şunu. Yalancı seni. Dedi genç doktor ve ekledi; sanki çocuk şuna bak şeker vermiyoruz ya istemiyorum diyor. Diye söylene söylene şişeyi masaya geri bıraktı.
— Canı istemiyormuş.
— Ne yalanı?
— Oğuz amca söylemişti bu cadıdır. Diye, ne alıp veremediğin var senin benimle uğraşıp duruyorsun.
— Hı.. demeye kalmadı ve devam etti genç adam.
— Yok bahçeden ağlama sesi geliyormuş ta, yok dağda ışıklar yanıp sönüyormuş. Bir yandan söylenip bir yandan da üzerini örtmesine yardım ediyordu. Belli oldu o ağlama seslerinin kimden geldiği. O konuşmayı sürdürürken;
— Ne işin var senin burada? Derken çoktan uykuya geçmişti bile. Uyumasına aldırmadan kandırılmayı kendisine yediremeyerek birkaç laf daha söyledikten sonra kendisi de tekrar herkesi ve herşeyi sarıp sarmalayan huzur mekanı uykuya yenik düştü.