ÇENGEL
Hani, sabahtan akşama koşuşturursun da bir şey yapamamışsın, ezik, mağlup, elin boş, evine dönmekten utanır gibisindir. İşte öyle ters bir günün akşamı, yollarda ayak sürtüyordum.
Birisi kolumu dürttü. Baktım; bizim, kahve arkadaşlarından Elektrikçi idi. Valla, onun elektrik idaresinde çalışmasından kinaye, ona ‘Elektrikçi’ derdik de adını hiç bilmezdik. Çoktandır karşılaşamamıştık . Yüzünde yarım bir tebessüm:
-Nerelerdesin, çoktandır görüşmedik, dedi. Gel bir çay içelim; laflarız...
Peşine takıldım. Önümüze çıkan ilk kahveye daldık. Paydos zamanı, ortalık kalabalık; şöyle dip tarafta, boş iki iskemle bulup sıkıştık.
Çaylarımızı beklerken, şurdan burdan laflıyoruz. Konu da hep aynı, bıkkın, ümitsiz: "N’olcak bu memleketin hali?" Ama herkes, daha çok kendi derdini dillendiriyor. Dert de aynı. Kendi kendimize dertlenir gibiyiz. Çok bilinen bir monologun, hep birlikte tekrarlanması gibi bir şey bu aslında: Koştur koştur ortada bir şey yok. "Hah!" diyorsun "galiba oluyor, becerdim galiba bu sefer. Elime üç beş kuruş geçti" bir de bakıyorsun: Kira artmış, ekmek artmış, su artmış, hava bile artmış. İnanır mısınız, hayatım boyu öylesine de alıştım ki bu zamlara, bir gün zamsız geçse, tedirgin olmağa başlıyorum: "Hangi zammı kaçırdım" diye. "Ayağınızı yorganınıza göre uzatın" diyor birileri. Ayaktan çoktan vazgeçtik, kıçımız açıkta... Arada içtiğimiz bir kadeh rakıdan çoktan vazgeçtik. Sigara zorluyor biraz, pek sıkıştığımızda, ilaç gibi, söndüre yaka, iki nefes çekebiliyor, izmaritleri sıyırıyoruz. Hadi, ondan da vazgeçtik diyelim, et bayramlık yemek, ama ekmekten de vazgeçemeyiz ya... Çocukların masrafları, okul istekleri, bitip tükenmiyor ki. Kirayı ödeyemezsin evden atarlar, her ay zam alan suyu, elektriği, gazı ödemezsin, kesiverirler. Elden ne gelir ki, çengele takılı kurban gibiyiz. Derini yüzer, ciğerlerini söker alırlar, gık diyemezsin. Diyecek hal mi kalmış, canın çoktan alınmış, cesedimiz sürüklenen. Böyle gelmiş, böyle de gidecek. En fecisi de bunu bildiğimiz halde, çaresiz kabullenişimiz galiba... Tek tesellimiz de: "Namusumuzla çalışıyoruz, bundan fazlası olmuyor!.." Oldum olası, bir namustur tutturmuş gidiyoruz. Tek tesellimiz bu ya, bu namus dediğimiz her neyse, beceriksizliğimizin, sindirilmiş benliğimizin, korkunç aczimizin, kendi pısırıklığımızın, suskunluğumuzun mazeretinden başka bir şey değil mi yoksa?...
Çaylarımızı yudumlarken suskunlaştık. Birisinin, bize doğru seslendiğini fark ettim. Baktım; tanımıyorum. Elektrikçi doğruldu:
-Ooo.. Müdür Bey!.. Buyur buyur.
Mahcup, terbiyeli bir eğilişle boyun kırdı:
-Rahatsız etmeyeyim...
-Gel canım, gel... Buyur şöyle.
Yaşlıca, ince, kibar bir beydi. Mütevazı bir çekingenlikle, uzatılan sandalyeye ilişti.
Hal hatır sorduk. Ona bir kahve söyledik. Elektrikçi ile aynı apartmanda oturuyorlarmış. Öğretmenmiş. Okul müdürlüğünden emekli olmuş. Bir kızı varmış, evlendirmiş. İkinci çocuğunu doğururken, kan kaybından, ölüvermiş kadın. Damat, iş için, memleket dışına gitmiş. Pek haber yokmuş. İki torunu yanlarında kalıyormuş. Kız olan, büyüğü, o yıl okula başlamış. Küçük oğlan hasta imiş. Hanımı, sabahlara kadar, başında bekliyormuş. Onun da romatizmaları bir azmış ki, şu sıralar.
Emekli Müdür, bir suçlu gibi, utana sıkıla açıkladı:
-Elektrik parasını ödeyememiştik, kesmişler. Babadan kalma eski bir seccade vardı, sattım bu gün. Borçlarımızı ödeyebileceğiz. Belki elde de bişiler kalır, idare ederiz bir müddet.
Kahveye yeni giren birileri, bizim Elektrikçiye, bir kaç laf attılar. Yakınımızda bir yere otururlarken, ellerindeki paketlerden biri yere düştü. Telaşla pakete uzanan birisi, şöyle bir yokladı. Hasar olmadığını anlayınca:
-Verirken eli titriyordu zaten, az daha gidiyordu. Herifin gözü kalmış olmalı, eski şeyi de kalmadı bunun da yani...
Arkadaşı:
-Adam, alıştı bir kere, bizi görmek zoruna gidiyor, Şeytan kapa elektriğini, aklı başına gelsin, diyor ya...
-Aman boş ver, uzatma. Akmasa da damlıyor... Bir kriz tutuşmuş, gidiyor valla herkes...
Elektrikçi kulağıma eğildi:
-Ağbi, bunlar da elektrik idaresince çalışıyorlar. N’apsınlar, geçim zor, yollarını buluyorlar böylece...
Kaşla göz arasında, bir devlet sırrı verir gibi, kulağıma eğilip anlattı: O koca caddelerdeki ışıl ışıl yanan mağazalar, yaktıkları elektriğin yüzde doksanını ödemezlermiş. Çoğunun kullandıkları elektriğin, büyük kısmı, saatten geçmez, ayrı bir hattan kaçak verilebilirmiş. Bunu, idarenin memurları ayarlarmış. Karşılığı da mağazanın verdiği, bazı hediyelerle sağlanırmış.
Ben o ara:
-Yahu, dedim. Millet de, sadece gecekondular, elektrik çalıyor, kaçak elektrik kullanıyor sanıyor.
-Canım onların çaldığı devede kulak... Ama esas vurgunu saklamak için de iyi bir bahane oluyorlar. Sen bir de o koskoca, saygın iş yerlerinin çaldığını bir bilsen. Zavallı gecekonducular, bir yılda, o saygın müesseselerin bir gecede çaldığı elektriği kullanamazlar ki...
-İyi ama, dedim şaşkınlıkla. Bu o kadar kolay mı?
-Bak canım, dedi bizim Elektrikçi, en kolayı çengeli düşürmektir.
-Anlamadım, dedim. Ne çengeli bu?
Elektrikçi, gizemli bir tebessümle beni uzun uzun süzdü:
-Bak canım, dedi. Elektrik saatlerinde, kullanılan cereyanın, saate kaydını sağlayan bir küçük çengel vardır. Pek de meydandadır o. Bunu ayırırsın, çıkarırsın devreden, saat hiçbir şey yazmaz.
-İyi de dostum. Belli olmaz mı bu? Yakalanmaz mı bunu yapanlar?
Elektrikçi, yarı istihza, yarı ümitsizlik içeren yarım yamalak bir tebessümle, yüzüme baktı:
-Yakalanmaz mı?.. dedi. Fakir fukara, yemlemeyi bilemeyen, ya da imkânı olmayanlar, yakalanır elbet de. Büyük iş yerleri ise yakalanmaz, yakalanamaz. Kim yakalayacak ki? Zaten yakalaması gereken kimseler, düzenliyor bunu... Bu gün kolay mı geçim? Ne alıyor sanıyorsun bu işte çalışanlar... Adam, aldığı ücretle, kirayı ödeyemez. Böyle devran olursa, buna yolsuzluk bile denemez. ‘İş bilenin, kılıç kuşananın’ derler ya, devlet mafyalaşmışsa, aç adama: "Sen sus, gebermeyi bekle!" denemez...
Bu konuşmaya kulak misafiri olan, emekli başöğretmen, gözleri şaşılaşmış, şaşırmış dinliyordu:
-Hayır... İnanamam ben, böyle ortak soyguna. Demek ki günah bizde, öğretememişiz çocuklarımıza, ahlakı, paylaşmayı... Bunca emek ve uğraş, burada mı bitecek, benim insanım bu hallere mi düşecekti? Demek ki, kabak bizlerin başına patlıyor. Ödeyemezsek, elektriğimiz kesiliyor, ışığımızı söndürüyorlar. Her ay elektriğe, daha bilmem nelere zam yaparken idare, zenginin kullandığını, bizlere ödetiyormuş desenize. Valla anlayamadım... Ama haksızlık bu...
Elektrikçi, yavaşça koluna girdi, emekli, saf müdürün:
-Gel, dedi. Haklısın sen. Ama izin ver, ben de sana bir kıyak yapıp, çengeli indireyim. Yok hocam, itiraz etme allahaşkına... Aslında bunca yıldır, fazladan ödediğin ücretler, sana yapacağım, şu küçük yardımla bile ödenemez. Sen, kim bilir kaç yıldır, başkalarının kullandığı elektriği de ödemişindir de haberin bile olmamıştır.
Onlar kalktı, vedalaşıp ayrıldık orada.
Birkaç ay sonra, bizim Elektrikçi ile tekrar karşılaştık. Biraz birlikte yürüdük. Ayaküstü lafladık biraz.
Ama tam ayrılırken, aklıma geldi birden: O, çok saygı duyduğum, çaresiz emekliden, bir haber almak için, onu biraz durdurdum:
-Yahu, bana baksana.. Hani bir emekli hocayla tanışmıştım. Onu bir daha göremedim. Senin haberin var mı? Durumu nasıl bu günlerde?...
Elektrikçinin gözlerinde kupkuru göz yaşları:
-Aman sorma, dedi. Hastaneye kaldırmışlar galiba. Ben, bir iyilik yapayım demiştim, ama yakalamışlar, kaçak elektrik kullanıyor diye... Zavallı, mahvolmuş, itiraz bile etmemiş. Suçunu kabullenmiş, ama cezayı da ödeyememiş... İçim sızlıyor. Buna ben sebep oldum. Saatinin çengelini, ben düşürüvermiştim. Bana bir haber iletse, halleder kapattırırdım. Ama, hoca, haysiyetine yedirememiş, kabullenmiş durumu. Torun hasta, kadın sancı içinde, sabaha kadar yakmak zorunda kalıyorlardı küçük bir lambayı. Onu bile ödeyebilecek imkanları yoktu ki, ben de iyilik olsun diye, saatlerindeki çengeli düşürmüştüm. Hocam itiraz etmiş, kabullenmemişti ama, elektrik parasını ödeme imkanı olmayınca, sonunda ses edememişti. Yakalanınca, bitmiş, mahvolmuş garip. Valla, elden ne gelir. Hani derler ya: "Garip, hırsızlığa çıksa, ay erkenden doğarmış."
Ben, çaresiz ve üzgün, olduğum yerde donup kalmışım.
O, mahcup bir eziklikle, ayrılıp giderken, duraksadı. Yüzüme bile bakamadan:
-Hani, hasta torunu vardı ya, dedi. Çocuk ölmüş. Galiba karısı da, şimdilerde, ölmek üzereymiş, durumu ümitsizmiş. Küçük kızı da birileri almış götürmüş ama, kimlerdi, şimdi nerdeler bilmiyorum valla... Hoş, Müdür Beyin de durumu pek iç açıcı değilmiş. ’Hastaneden sağ çıkmaz’ demişlerdi. Tanrı, işini biliyor, kurtarıyor galiba garipleri...
Ehh... N’apçan? Burada ümit kalmadı, ahret bir teselli, ölüm bile bir kurtuluş oldu artık.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.