BİR EYLÜL SABAHI (1)
Eylül, 2006
Yazın bitmediği, sonbaharın ise başlamadığı ay: Eylül. Ilık bir esintiyle kaslarım gevşiyor sanki. Kuğular suyun içinde cilveleşiyor. Havuz ağaçların arasından süzülen güneşe göz kırpıyor. Ayaklarımın dibindeki karıncalar belki de kırkıncı kez gidiş-gelişlerini sürdürüyorlar. En çok sevdiğim ay Eylül, senin doğduğun ay. Eylül koymuşlar adını. T.S.ELLİOT “Nisan” ayların en zalimi demiş. Eylül en merhametlisi, en şefkatlisi olur mu acaba?
Eylül’de yüreğim ısınıyor. Kararsızlıklarım, ikircikli hallerim törpüleniyor sanki. Öfkelerimi dizginleyebiliyor, kuşkuların cehenneminde yanmıyorum. Ruhum dinginleşiyor. İyimser bir gülümsemeyle bakıyorum insanlara. Ben de sizdenim, sizlerden biriyim diyorum onlara. Onlar sesimi duymuyor.
Bana dokunmadan duramazdı. Dokunmanın dayanılmaz lezzetini yudumlardı. Bir seks tutkunu değildi aslında. Ona göre sevgiyi yoğun yaşamanın yöntemi buydu. Sevişmek varolmanın göstergesiydi. Hayatı anlamlı kılmaktı. Kendimi sürekli ona sunmak onu cennete ulaştırıyordu.
Dış dünya ile bağlantısı güçlü değildi. Ona göre dünya ikimizden ibaretti. Yanında olduğum zamanlar bile yalnızlığı azalmıyor, çoğalıyordu. Bana dokunmasına izin verdiğim sürece yalnızlık duygusundan kurtulabiliyordu. O, sebepsiz hüzünlerin çocuğuydu.
İçine kapanık, varlığıyla hesaplaşamamış, kişiliğini oturtamamıştı. Dağınıktı, hep onu toparlayacak birine ihtiyaç duyuyordu. Bir sorunla karşılaştığında çözülüyor, panik atak bir davranış çizgisi sergiliyordu. Anlamsız kuşku duvarlarını yıkamıyordu bir türlü. Paylaşımcı değil, kısıtlayıcıydı. Şeffaf değil, gizemliydi. Keşfetmeyi değil, keşfedilmeyi severdi.
Avurtları çökmüştü, her geçen gün daha çok zayıflıyordu. Elmacık kemiklerinin üzerinde dışarı fırlayacakmış gibi duran gözlerinde inanılmaz bir hüznün ifadesi vardı. Her an uzaklara, çok uzaklara kaçmayı deneyecek gibiydi bakışları.
Sonunda bir psikologa da gittik değil mi? Endişe, telaş, kaybetme duygusu ve tanı: Çözülmüş, parçalanmış kişilik yapısı. Kırılmış cam parçalarını onararak vazoyu yeniden oluşturmak senin görevin olamazdı zaten. Sen de böyle bir göreve talip olmadın... Olsaydın sonuç değişir miydi? Bilemiyorum, bilemiyorum.
Yalnızlığını paylaşamadım senin. Çünkü “yalnızlıklar paylaşılabilse yalnızlık olmaz”dı. Kaldı ki iki kişilik yalnızlık hiç olamazdı. Giderek sevgi ile cinselliği özdeşleştirmen artık benim için dayanılmazdı. Sürekli Freud’un arkasına gizlenmenden bıkmıştım. El yordamıyla karanlıkta seni arıyor bulamıyordum.
Psikologla yaptığın diyaloglar çıkmaza girmişti. Sanki yüreğinin labirentlerinde saklı bir sırrın vardı da sen bunu açıklamaktan kaçınıyordun. İşi yokuşa sürüyordun. Kendine de bana da bir fırsat tanımıyordun ki... Adam senin yüzünden belki de ilk kez nefret etmişti mesleğinden.
Kıskançlık ve kuruntularınla giderek hayatımızı karmakarışık bir hale getirmiştin. Yaşantımız paramparça olmuştu. Parçaları toparlayıp bütünleyemiyorduk. Fırından yeni çıkan ekmeğin sıcaklığını, rüzgarın uğultusunu, yağmurun sesini unutmuştuk. Kopmuştuk öylesine. İkimiz birbirimizden. İkimiz çevremizden. Benim için ağır bir yük haline gelmiştin. Taşıyamayacağım kadar. Oysa sen bir kuş tüyü kadar hafiftin, naiftin. Şiirlerini yalnızca benim okuduğum “şairim”din. Karamsar, ürkek, çekingen, marazi.
Eşyalarını toplamış elinde valizin bahçe kapısından çıkışını gördüm. Bir eylül sabahı olmuştu bu. Yazdığım ve yazacağım tüm şiirlerimi de valizine koyup götürmüştün. Ruhumu da paketleyip götürmüştün. Gökyüzü kararıyor, yağmur yağmakla yağmamak arasında bocalıyordu. Martılar çığlık çığlığa uçuyorlardı. Saksıdaki çiçekler solmuş, adeta komaya girmişlerdi.
Duvardan resmini indirdim, bağrıma bastım ve yorgun bedenimle şiltenin üzerine uzandım. Beynimin içi zonkluyor, gözlerim kararıyordu. Sanık sandalyesine oturmuştum. Sorgulama başlamıştı:
-İnadı bırak artık. Direnmeyi bırak.
-Beni sorgulamaya hakkınız yok.
-Seni sorgulamıyorum. Ben savcı değilim. Psikolog olduğumu unutuyorsun. Seni tedavi edebilmem için bilinç altına inmem gerekiyor. Biraz anlayışlı olsan...
Nasıl anlayışlı olabilirdim? Bilinçaltım benim mahremiyetimdir. Kimseyle paylaşamam ki..
Annemle sevgilisini salondaki kanepenin üzerinde çırılçıplak yakalamıştım. Güçlü adaleleri, şehvetle parlayan gözleriyle adam yırtıcı bir hayvana benziyordu. Ellerim ayaklarım uyuşmuştu. Karlı dağ yollarında kaybolmuştum. Hareket edemiyordum. Bağırıyor, çağırıyor ama kendi sesimi duyamıyordum. Donmuştum.
Bakışlarınla beni kovalıyordun. Bahçe kapısından nasıl hızla çıktığımı, taksiye nasıl telaşla bindiğimi hatırlıyorum. Sana el sallayarak veda edebilmeyi çok isterdim. Ama buna bile cesaret edemedim işte. Panoya iliştirdiğin son şiirin de avuçlarımın içinde. Okurken yüreğim burkuluyor:
Kör karanlığın içindeyim
İçindeyim Eylül... içindeyim...
Kusma beni ne olur
Yalnızlığın zirvesindeyim
Dursun NADİR