İstanbullu Gelin
İSTANBULLU GELİN
Sonbaharda rüzgarın sesi, önüne kattığı kuru yaprakların sesiyle bir başka hüzünlü çıkıyordu. Gecenin ıssızlığında rüzgar, sanki sürekli raks eden deniz dalgaları gibi hışırtılıydı. Genç adamın bakışları, yürekleri delecek gibi uzaklardaki kaderini ararken yanındaki genç kadın ise kafese tıkılmış keklik gibi ürkek ve çaresizdi.
Genç adam:
-Kader böyleymiş, kaderde yine asker olmak varmış dedi.
Genç kadının ıslanan gözleri derin okyanuslarda hınca hınç fırtınalara tutulmuş, gemisini vahşi okyanusa kaptırmak üzere olan bir kaptanın gözleri gibiydi. Yarınların korkusu ve endişesi bütün vücudunu titretiyordu ama o yine de ayakta durmayı beceriyordu.
Erkeğine sırtından sımsıkı sarılıverdi. Ne olurdu ki şu bedenleri birleşse ve eşinin göğüs kafesinden içeri girseydi. O zaman ondan ayrılmak zorunda kalmazdı. Ölecekse onunla birlikte ölürdü, yaralanacaksa onunla beraber yaralanırdı. Sonra yüreğinin ortasında bir büyük sızı çıktı ortaya ve geldi tam karnına oturdu. Ya çocuklar? Çocuklara ben yalnız başıma nasıl bakacağım, hem anneleri hem babaları olmak kolay mıdır?
Tam o sırada genç adam söze girdi:
-İkimizi de zorlu bir kader bekliyor. Belki, ben bu savaşta ölür giderim. Beni ölüm korkutmuyor, sizlerden ayrılmak korkutuyor. İki çocuk ve sen, o zaman hayata karşı yalnız kalacaksın. Senin işin çok zor olacak, bunu biliyorsun.
Genç kadının dudakları kımıldadı ve o fısıltı halinde konuştu:
-Sus, artık sus!
Sustular, sabaha dek göz göze baktılar ve ellerini birbirine kenetleyip bırakmadılar. Ruhlar aleminde o gün bütün yakarışlar Tanrı’ya doğru hızla gidiyordu. Ruhlar, acı içinde bağrışıyordu.
-Tanrım yardım et!
-Tanrım yardım et!
Aradan birkaç ay geçti ve savaş çok şiddetlendi. Bu kez ruhların çığlıkları yine güçlendi:
-Tanrım bu savaşı durdur!
-Tanrım bu savaşı durdur!
-Tanrım, kocamı geri gönder!
-Tanrım, çocuğumu bana bağışla!
Ruhlar acı içinde feryat ederken hayat en acımasız kılığına bürünmüş, insanoğlunu çemberinden nasıl geçireceğinin hesabını yapıyordu.
Elfide, iki oğlancığının verdiği sabırla ayakta kalmayı başarıyordu. Eşinin ölüm kağıdını aldığında nasıl bu kadar dirayetli olabilmişti? Nasıl başını dik tutup eğrilmeden, bükülmeden yürüyebilmişti? Aslında ne kadar büyük çınarların devrildiğini kim, nasıl bilecekti? Dağlardan, uçurumlardan yuvarlansan ne çıkar? Derin denizlerde boğulsan ne olur ki?
Şimdi iki çocuğu büyütmek gerek… Ama tarla yok, ekmek yok, aş yok, yok yok. Bu evin idaresi nasıl olacak? Bu çocukların karnı nasıl doyacak?
En çetin günlerin birinde çocuklarını doyuramamanın kahrolmuşluğu içindeyken kuyu suyuyla şişirdiği midesinin üstüne uzanmıştı ki birden sanki odanın içinde eşinin ruhunun gezindiğini hissetti.
-Osman, sen misin, diyecek oldu ama bu nasıl bir hal ise konuşamıyordu işte. Aman oydu, Osman’dı bu, sicim bıyıklı, badem gözlü Osman’ıydı bu. Dönmüştü Osman, ölmemişti işte.
Osman, heybetlice durmuştu evin orta yerine:
-Son gece sana ne dedim ceylanım, unuttun mu? Eğer çok sıkışırsan Yılanlı Mağaraya gir, tandırın içindeki külleri karıştır demedim mi? Ne çabuk unuttun ahu gözlüm?
Elfide, kan ter içinde uyandı. Elleri ayakları tir tir titriyordu. Bir besmele çekti, hemen çocukların yanına koştu. İkisi de oynuyordu. Bir oh çekti, hemen kuyudan su çekip abdestini tazeledi, namazını kıldı.
Namazdan sonra dua için ellerini havaya kaldırmıştı ki duası bir anda yarım kaldı. Sanki rüyamda Osman’ı mı gördüm diye düşündü, yoksa Osman’ın ruhu gerçekten çıkıp gelmiş miydi? Sonra Osman’ın anlattıkları da neydi öyle? Sıkıştığın zamanlarda Yılanlı Mağaraya gir, tandırdaki külleri karıştır dememiş miydi?
Kalktı, namazlığını dürdü ve yerine koydu. İnce bir dal gibi dimdik yürüdü. Mağaraya dua okuyarak girdi, okuduğu duaları sağına soluna üfledi. Mağaradaki tandırın kapağını açtı ve bir süre küllere baktı. Sonra sağ elini dirseğine kadar sıvayıp bembeyaz ellerini küllerin içerisine daldırdı. Bir, iki, üç kez daldırdı ama eline bir şey gelmedi. Kendi kendine en sonunda aklını da oynattın kızım diye geçirdi. Umutsuzca tandıra bakıyordu ki sanki bir parlak nesnenin ucunu mu görmüştü, hemen tandırı eşelemeye başladı ki evet, işte oradaydı. Küllerin içi altınla, mecidiyeyle, kuruşlarla doluydu. Büyük bir sevinçle kucakladı hepsini, ellerine yüzüne sürdü onları. Sonra hıçkırık nöbetine tutulmuş gibi ağlamaya başladı:
-Ben bunları ne yapayım Osman’ım. Sen yanımda olsaydın da her gün kuyu suyuyla karnımı şişirip aç dursaydım.
Elfide, Üsküdar doğumlu, İstanbullu bir ailenin kızıydı. O yüzden ona İstanbullu Gelin lakabını takmışlardı. Anadolu şehirlerinde İstanbullu olmak önemliydi. İstanbul kızları görgülüydü. Yemek yemesini, çatal bıçak kullanmasını bilirler, güzel konuşurlar ve Osmanlı adabıyla hareket ederlerdi. O yüzden İstanbul’dan Anadolu’ya gelin almak öyle kolay işlerden değildi. Ama Elfide, insanların gözünün önünde olmak istemiyordu. Hele İstanbullu Gelin olmayı hiç istemiyordu. İstanbullu Gelin de Anadolu halkının lisanına göre konuşuyor, onlar gibi efsaneler, masallar uyduruyordu. Şimdi de Yılanlı Mağarada yatır olduğunu söylüyor ve mahallenin çocuklarını mağaraya girmemeleri konusunda uyarıyordu. Hatta bir gün mağaraya uzun bir taş dikmiş, taşın baş kısmını yeşil bir örtüyle sarmalamıştı. Yaşlılar bu yatırı ve mezarını hatırlayamadılar ama mübarek yatırın ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağını kim bilebilir ki? Onlar başkadır, hem de akıl sır ermez o mübareklere.
İstanbullu Gelin, paraya sıkıştığı zaman mağaraya giriyor ve ihtiyacı kadarını tandırdan alıyor ve külleri tekrar tandıra basıyordu. Yılanlı mağaranın yılan hikayeleri, yatır hikayeleri o kadar çoğalmıştı ki bunlar yeterli güvenlik önlemi sayılabilirdi.
Bir gün lafazan komşusunun getirdiği bir haberle yine sarsıldı. Komşu gelini, hararetle anlatıyordu İstanbullu geline:
-Asker kaçakları bu tarafa gelmiş duydun mu? Dulları, eşi askerde olan gelinleri tutup dağa kaçırıyorlarmış. Ne olacak anam böyle, ümmet-i Muhamedin ırzı, namusu diye soracak bir Allah’ın kulu yok.
İstanbullu Gelin, yüreğine yıldırım düşmüş gibi hopladı.
Ruhlar yine gökyüzünde buluştular, ellerini semaya kaldırıp:
-Tanrım duy sesimizi, Tanrım duy sesimizi.
-Beni çoluğuma çocuğuma bağışla Tanrım.
Evin her tarafını sağlamlaştırmak lazım. Asker kaçaklarından korunmak lazım. Hastalıklı bir hal alan bu iç konuşmalar gün boyu tekrarlanıp dururken evin kapılarını, pencerelerini elden geçirmişti güya. Lakin bunun ne kadar fayda vereceğini kimse bilemezdi.
Günlerden bir gün, büyük oğlancığı Necati’nin dişindeki çürük ağrıyınca mahallede o güne kadar görmediği bir adamla karşılaştı. Bu adamın adı Sıhhiyeci Tevit Efendi idi. Sarayın sıhhiyelerinden olan bu zat, emekli olup memleketine yıllar sonra geri gelmişti. Emekliliğinde de boş durmuyor, yumurta, buğday, arpa gibi şeylerin karşılığında halkın derdine deva olmaya çalışıyordu. Hoş, gerçi para pul vermeseler ne çıkardı. Tevit Efendi, hastalara bakmakla görevliydi. Çünkü, mahallede halkın sağlığıyla ilgilenecek yegane kimse oydu. Tevit Efendi, kimi zaman çıban patlatıyor, kimi zaman da diş çekiyordu. Kimi zaman da Tevit Efendi’yi ara ki bulasın. Tazısını alıp yanına, günlerce dağda taşta geziyor, av avlıyor, kuş kuşluyor, öldürdüğü tilkilerin derisini de pazarda satıp üç beş kuruş kazanıyordu. Tevit Efendi, bunca yaşına rağmen hiç evlenmemişti. Belki kendi istememiş, belki de evlenmeye vakit bulamamıştı.
İstanbullu Gelin, düşündü ki eğer Tevit Efendi’yi evlenmeye razı edersem hiç olmazsa çoluk çocuğumu ve kendimi eşkıya şirretinden korurum. Bunu için işgüzar komşu gelinini devreye sokup Tevit Efendi ile buluşmayı başardı. Tevit Efendi olanı biteni anlamıştı:
Tevit Efendi:
-Bak kızım, ben yaşlandım. Hem bu vakte kadar da hiç evlenmedim. Sen kendi yaşına uygun bir adam bulsan olmaz mı?
İstanbullu Gelin:
-Yok efendi olmaz, bana sen münasipsin dedi.
Tevit Efendi:
-Bak gelin hanım, benim emekli maaşım var diye heves ediyorsan, harp çıktı çıkalı devlet emeklilere beş kuruş para göndermiyor, haberin ola.
İstanbullu Gelin, diretti:
-Yok efendi, ben senden para pul beklemiyorum, paranı pulunu ben tedarik ederim.
Tevit Efendi:
-Madem öyle istiyorsun. Bu yaşlı Tevit de dünya evine girmeden gitmesin öbür dünyaya dedi ve teklifi kabul etti. Tevit’in evi yoktu zaten, kaldığı viranhaneden ayrılıp İstanbullu Gelin’in evine yerleşti.
Düğünsüz derneksiz evlendikleri günün ilk gecesinde, çıranın isli ışıltısında konuştular.
İstanbullu Gelin:
-Bak Tevit Efendi, sen saray görmüş bir adamsın. Sen sakın ola benden karı koca hayatı beklemeyesin. Senden isteğim, evimin korunağı ol. Gölgenle bize huzur ver. Çocuklarıma meslek öğret, onları iş sahibi et. Kendilerini kurtarsınlar.
Tevit Efendi gülümsedi:
-İyi de ben bu işi neyle yapacağım? Elde yok avuçta yok.
İstanbullu Gelin:
-Ben sana para bulacağım dedi.
Tevit Efendi sordu:
-Nasıl bulacaksın gelin?
İstanbullu Gelin, esrarengiz bir havaya bürünerek:
-Sen yılanları bilirsin Tevit Efendi. Ben daha çok bilirim. Sen bir yılanın ağzındaki altını ellerinle çekip alabilir misin? Ben alırım dedi.
Tevit Efendi, ürkek bakışlarla kadının gözlerine baktı. İçinden bu bir efsuncu olmalı diye düşündü. Sonra aman bana ne dedi, bana şu son günlerimde rahat edeceğim parayı versin de, ister büyücü olsun, isterse efsuncu olsun.
Tevit Efendi’nin ne zaman başı dara düşse İstanbullu Gelin, Yılanlı Mağaranın yılanlarıyla cebelleşip duruyor, onların ağzından kaptığı altın liraları, mecidiyeleri, kuruşları Tevit Efendi’nin cebine atıveriyordu.
Tevit Efendi de her seferinde:
-Vallahi yaman kadınsın. O yılanların yanına her babayiğit varamaz, sen bu altınları onların ağzından alıveriyorsun diyor ve parayı cebine koyup harcamanın keyfini sürüyordu.
Çocukları İbrahim ve Necati, Tevit Efendi sayesinde kasaplık öğrendiler. Daha sonra annelerinin verdiği sermaye ile ortak kasap dükkanı açtılar. Babalarının askere giderken yok pahasına elden çıkarttığı dükkanı, malı, mülkü yeniden aldılar.
Tevit Efendi, yazıda yabanda av avlarken sessizce ayrıldı dünyamızdan.
Savaş yılları bitmişti. Gazilerin memleketlerine dönüşü daha büyük acılara sebep oluyordu. İstanbullu Gelin, savaş yıllarında büyüttüğü iki oğlunu evlendirmiş barklandırmış mutlu bir hayat sürerken oğlancıkları evin avlusunda anacıkları ile şakalaşıp duruyorlardı:
-Anacığım seni İstanbul’a götürelim, orada akrabalarını bulursun, orada senin soy kütüğünü de çıkartırız.
-Anne senin hiç kardeşin yok muydu? Annen baban, onları hiç merak etmedin mi, gibi sorulara İstanbullu Gelin’in canı sıkılıyor ve “Öf bunaltmayın beni” diyerek yine soruları cevapsız bırakıyordu. O sırada kapı çalındı ve içeriye omuzları çökmüş, yıkılmış bir gazi girdi. Bir süre bakınca bu askeri tanıdılar. Osman’la beraber Yunan Harbine gidenlerden, mahallenin esnaflarından Yusuf’tu. Daha Yusuf’a hoş geldin diyemeden, gazi kapının yanına çöküverdi. İki elini başına koyup ağlıyordu ve ağlarken de:
- Biz Yunan’ı bunun için mi denize döktük? Biz Yunan’ı bunun için mi denize döktük diyordu. Kimimizin dükkanını almışlar, kimimizin evi yok. Benim için öldü kağıdı çıkartmışlar, hanımımı alıp başka yere gelin etmişler. Çocuklarım ortada yok. Anam ortada yok.
İstanbullu Gelin, yazmasının ucuyla gözyaşlarını silerken çocuklarına döndü ve:
-Artık buralarda duramayacağım ben çocuklar, beni İstanbul’a götürün dedi.