- 1633 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HER ŞEYE RAĞMEN YAŞAMAK GÜZELDİR
HER ŞEYE RAĞMEN YAŞAMAK GÜZELDİR
Çok tatlı bir sese sahip olan bir kız tarafından, “Buyurun!” denilerek eve alındım. Eve alınmamın üzerinden yirmi dakika geçmesine rağmen hayretim bir türlü geçmedi. Evin içerisinde, şu anda çok zarif, güzel ve fidan boylu, yaşı henüz yirmiye basmış, uzun saçlarını omuzlarından aşağıya dalga dalga sarkıtmış kız ile benden başka kimsecikler yoktu.
Beni hayretler içine düşüren durumlardan birisi de; evin içerisinin de derli toplu olarak bu kız kadar güzel olmasıydı... Her şey yerli yerindeydi. Koltuklar, koltukların üzerinde ince iğne işleriyle işlenmiş süslü ve sıcak beyaz renkli kumaşlar, televizyonun üzerindeki örtü, dolaplardaki biblolar, tabaklar, fincanlar, aralarındaki fotoğraflar, üçgen bir vaziyette sarkan danteller, kısacası hepsi güzeldi, muazzamdı ve ince bir zevkin ürünü olduğu her hallerinden belliydi.
Böyle zevkli bir evin bu tarzda süslenmesini çok iyi bilenler; elbette bu evin genç kızınada mükemmel bir terbiye vermişlerdir diye aklımdan geçirdim. Fakat, bu genç kız, bu kadar zaman zarfında; karşımda inci dişlerini göstererek tebessüm ediyordu. Sanki ayın ondördü yüzüne inmiş olan bu güzel kızın, gülümseyen gözlerle devamlı bana bakması yüzünden, bir nevi rahatsız oluyordum. Başka tarafa hiç bakmıyordu. Bundan dolayı vücudumu ağır ağır ter basmaktaydı.
“Beni buraya niçin yolladın?” diye okul arkadaşım Sinan’a içten sitem ediyordum. Dortmund ile Düsseldorf arası pek fazla uzak değildi. İstese bir akşam trene biner, ailesini ziyaret edip işini gördükten sonra, aynı gece Dortmund’a dönebilirdi.
“Benim yarın çok önemli bir sınavım var. Ne olursun şu paketi Köln’e giderken bir zahmet Düsseldorf’ta bizim eve uğrayıp annemlere veriver. Bunu yaparsan çok memnun olurum!” dedi. Bizde de arkadaş sevgisi var: Hatırını kıramadık.
Aynı fakültede üç senedir beraber okuyoruz. Gerçi o bizden bir yıl sonra geldi. Aynı öğrenci yurdunda kaldığımız için samimi bir arkadaşlığımız oluştu. Yemeklerimizi beraber yapıp, beş kişilik arkadaş topluluğu ile güle oynaya birlikte yiyoruz. Sinan’ı üç senedir tanımama rağmen; annesi ve babasından başka ailesinin diğer fertlerinden hiç bahsetmemişti. Halbuki ben, ona bütün aile üyelerimin bazısını bizzat, bazısının da fotoğraflarını göstererek tanıtmıştım.
İnce uzun ve bakımlı parmaklarını koltuğun kenarına tempo tutarak vuran genç kız;
“Size çay veya kahve, ne ikram edebilirim?” diye tatlı bir lisan ile sordu.
Hava çok sıcaktı. Sıcak bir şeyler içmek arzu etmedim. Bir müddet sessiz kaldım.
“Soğuk bir şeyler veya bir bardak su yeterli” diye cevap verdim. Hemen yerinden sıçrar gibi doğruldu.
“Olur mu öyle şey? Sinan ayranı çok sever. Size de ayran ikram edebilir miyim?” dedi.
O hâlâ benim yüzüme bakıyordu. İnci dişleriyle pembe dudakları insanın içine sıcaklık veriyordu.
“Sevinirim” dedim.
Bu duruma çok sevinen, adını dahi bilmediğim genç kız, koltuklara dokuna dokuna mutfağa doğru gitti.
Odada hakim olan sessizlik, eşyalar ve tablolar ile beni kuşattı. Şöminenin yanındaki duvarda asılı duran ve bir dere kenarında balık tutmakta olan mutlu bir çifti tasvir eden bu tablo beni gerçekten etkiledi. Adeta ufuk çizgisinde yer ile gök birleşmiş bir vaziyette yapılmıştı. Tam ufuktaki yerle göğün birbiri içinde eridiği yere bakarken birden aklıma “Acaba annemler beni yine Köln’e niçin çağırdılar?” diye bir soru takıldı. Babamla annem yine akıllarında, “Mutlaka bir evlilik senaryosu” hazırlamışlardır diye bir fikre ulaştım. Onlar ne derse desin şu anda evlenmeyi düşünmediğimi ve böyle bir teklifi geri çevireceğime dair kendimi yönlendirdim. Henüz ortada bir işim dahi yoktu: Tahsilimin bitmesine daha üç sömestre vardı...
O güzel kız, birden elindeki ayran tepsisi ile tekrar odaya girdi. Çok dikkatli olarak tepsiyi tutuyordu. Ayran bardaklarını da yarısına kadar doldurmuştu. Kızın her adımında yarısına kadar dolu ayran bardaklarındaki ayranlar adeta dalga dalga dans ediyordu. İlk defa “Bu kız ayranı dökecek her halde!” diye korkmaya başladım... Kesik kesik adımlarla yürüyen bir robot gibi gelerek ayran tepsisini masaya koydu. Zarif parmaklarıyla bir gül demetini tutar gibi ayran bardağını tuttu. Adeta olduğum yere yaklaşıp, nefesinin gül kokusunu hissettirerek;
“Buyurun efendim!” dedi.
Gözlerinin içine bakarak ayran bardağını onun elinden aldım. O güzel bahar renkli gözleri beni etkilemişti. O da kendi ayran bardağını alıp, tekrar yerine oturdu. Ayranı çok hoş yaptığını ifade edip, içten teşekkür ettim. Çok sevindi. Bardağımdaki ayranı bitirince haber verirsem; tekrar ikram edebileceğini söyledi. Şaşırdım. Benim şaşkınlığım sürerken o, Sinan’ı sordu. Sinan’dan bahsettim.
“Yarın çok zor bir sınavı var” diye söyleyince;
“İnşaallah başarır. Allah zihin açıklığı versin!” diye dua etti.
Sözü döndürüp dolaştırıp şiire, musikiye getirdi. Şiir benim en büyük tutkumdu. Bu dalda bir kaç ödülüm bile vardı. Hayret, bu güzel kız, benim Sinan’a verdiğim şiirlerimden birini ezberlemiş. O kadar latif ve duygu yüklü olarak okudu ki, şaşırıp kaldım. Ne yalan söyleyeyim gül renkli dudaklar arasından enfes bir şekilde vurgulanarak okunan ve her kelimenin manası tam verilen bu okuma tarzı; beni öyle etkiledi ki, bu durumu kelimeler ile anlatamam. O güzel dudaklar arasında inci dişlerini göstererek, al yanaklarına, gamzelerine bahar mevsimi kondurarak, okuduğu şiirin şairi benim diye hem duygulandım, hem de gururlandım.
“Nasıl? Beğendiniz mi efendim?” dedi.
Sanki hayal dünyasından birisine dalmış, uçan atım ile perilerin bulunduğu çoban çeşmesine doğru yol alıyordum.
“Ne yalan söyleyeyim: O kadar şirin, o kadar güzel ve enfes okudunuz ki, çok etkilendim” diye cevap verdim. Birden yerinden fırladı. Bu sefer başka bir tarafa gitti. Bir müddet sonra elinde bir müzik aleti çantası ile içeriye girdi. Tekrar yerine oturdu. Müzik aleti çantasını narin parmaklarıyla açtı. Bir keman çıkardı.
“İzin verirseniz, sizin bu şiirinizi şöyle bestelemiştim. Onu size dinletmek istiyorum. Dinlemek ister misiniz?” dedi.
Aman Allah’ım bu kız o kadar güzeldi... Ve devamlı daha da güzelleşiyordu. Ellediği, dokunduğu her şey güzelleşiyor, hassaslaşıp duygu yüklü oluyordu. Fakat, o ayran getirişi de aklımdan çıkmıyordu.
Kemanın narin yayını gerilmiş tellere sürmeye başladı. O alımlı çenesi kemanın üzerindeydi. Dalgalı saçlarından bir buket kemanın üzerine bir kaç tel bırakmıştı. Sol elinin zarif parmaklarıyla kemanın tellerine dokundu. Bir taksim yaptı. Sonra da tatlı ve içten bir melodiye girerek; benim şiirin ilk dörtlüğünü çok duygulu bir tarzda seslendirdi. Artık mekân boyutlarından çıkıp, perilerle buluştuğumuz pınar başındaydık. Zaman da sadece bizim için çalışıyordu. Bütün periler bu güzel kıza benziyordu. Köşede keman çalan kızda, benimle dans eden, biz dans ederken ellerindeki gül ve karanfilleri bizim başımıza saçanlarda bu kızın benzeriydi. Bir ara kendimi cennette zannettim.
Birden “Çaaat!” diye kapı açıldı. O çoban çeşmesindeki periler bir bir uçup gittiler. O güzelim dünya, kendisini yine odanın loşluğuna bıraktı. Kapıyı gürültüyle açıp gelen Sinan’ın annesiydi. Beni görünce;
“Maşaallah maşaallah! Benim oğlum gelmiş!” diye göre basa aldı.
Ona böyle keman çalarken yakalandığımız için utandım. Sinan’ın verdiği paketi uzattım. Selamlarını ve mesajını söyledim. Çok sevinen Sinan’ın annesi, paketi açtı. Üstünde bir yazı vardı. Okuma yazması pek iyi olmadığı için paketi bana uzattı. Ben de kızı göstererek: “Niçin ona okutmuyorsun?” der gibi bir işaret yaptım. Sinan’ın annesi;
“Gamze’nin gözleri görmüyor. Lütfen sen okur musun?” der demez hem utandım, hem de çok şaşırdım.
Paketi çaresizce alıp, üstündeki Sinan’ın yazmış olduğu; “Benim periler kadar güzel, melekler kadar iyi kalpli kardeşim Gamze’nin doğum gününü candan kutlar, hayat boyu mutluluk ve sağlık dolu günler dilerim.” yazısını okudum.
Gamze çok duygulanmıştı. Paketi açılmış olan elleri arasına koydum. Onu sıcacık alıp, göğsüne bastırdı. Çok sevindi... böyle duygu dolu, hayata sevecen bakan, kültürlü, sevimli bir güzel kızla karşılaştığım için ben de çok mutluydum. Fakat, onun göremeyişi ve onun en mutlu gününden habersiz oluşum da beni kahretmişti. Onun doğum gününü toka ederek tebrik ettim. Elinden, o duygu dolu parmaklarından bana, tam yüreğime sevgi seli akıyordu.
Hemen izin alıp, oradan ayrıldım. Düsseldorf’u pek iyi tanımıyordum. Sokaklarda hızlı adımlarla yol aldım. Sadece bir çiçekçi arıyordum. Iki sokak ileride bir çiçekçiye rastladım. Kırmızı beyaz güllerden çok güzel bir demet yaptırdım. Aynı aceleci adımlarla Sinangilin evine döndüm. Kalbim çok hızlı çarpıyordu; bir ara adeta duracak gibi oldu. Kapının zilini çaldım. Kapıyı yine Gamze açtı. Elimdeki gül demetini ona sundum. Çok sevindi.
“Teşekkür ederim” dedi. Ardındanda “Tekrar geleceğinizi biliyordum” diye ilave etti.
“Nereden biliyordunuz?” diye gayri ihtiyari sordum.
Gülümseyerek;
“Gönlümün sesi bana öyle söyledi...” dedi.
Sevindim. Sinan’ın annesi de yanımıza gelip, kalmamı söyledi. Fakat, gitmem gerekiyordu.
“Bir başaka zaman” deyip oradan ayrıldım. Çok güzel bir tren yolculuğu yaptım. Trende kimi görsem; onda, Gamze’den bir parça benzerlik görüyordum. Artık benim için hayat bir mana kazanmıştı... her şeye rağmen yaşamak güzeldi.
Ressam Halil GÜLEL
Düsseldorf / 06.05.2000