- 1930 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KÖY SAATÇİSİ
KÖY SAATÇİSİ
BÖLÜM 1 (ÖĞLE UYKUSU)
Tahsin Aga öğle uykusundan uyandı. Kısa öğle uykusunun bedenini dinlendirdiğini düşündü. Bakır başlıklı karyolasından hafifçe doğrularak ceketinin iç cebinden çıkardığı, babadan kalma köstek saatine baktı. Şaşkın bir şekilde bir defa daha baktı, hayret asırlık saati durmuştu. Güldü kendi kendine; "Bir saatçinin saati nasıl durabilir!" diye düşündü. Odasında mahmur gözlerle bakınarak, tüm saatlerin içinde en doğrusunu göstereni aradı. Nacar marka duvar saati on beş gün önce tamir için bırakılmıştı ve tamiri onun için zor olmamıştı. Çoğu zaman çevre köylerden de saatler getirilirdi. Tahsin Aga onları gruplandırır, guguklu saatleri duvarda gelişigüzel çaktığı çivilere, kol saatlerini sehpanın üzerine, konsol saatlerini ise, odadaki tencerelerini koyduğu sergene dizerdi. İvedilik taşıyanları ise, öncelik sırasına göre masasında bekletirdi. Tahsin Ağa’nın sadece saatler değildi uğraşı; abdest ibriklerini, tavuk suluklarını lehimler, bozulan radyoları tamir eder, keresteleri tezgahında işler, hatta köyün balta saplarını bile o takardı. Ulu ceviz ağacının uykusunu getiren serin gölgesinin düştüğü, etrafında bahar ve güz mevsimlerinde sarı çiğdemler açan küçük atölyesinde gün boyu çalışır, ancak; namaz vakitlerinde, öğle vakti ve gün çekilirken ara verirdi uykusuna. Tahsin Aga çalışkandı aslında, ama köylüler her zaman onu, öğle uykusundan uyandırdıkları için tembel olduğunu düşünürlerdi. Ne zaman işiniz düşse evde bulamasanız, köy kahvesinin en kuytu, tenha köşesinde, yuvarlak gözlükleriyle, elinde gazete uyuklarken görebilirsiniz onu. Atölyesinin boyunu bile kendi boyuna göre ayarlamıştı. Köylüler atölyesinin sıkışık ve alçak oluşundan yakınırlardı hep. Atölyede bir hırdavatçının aradığı her şeyi bulmak mümkündü, deyim yerindeyse bitpazarı gibiydi. Kendisine dikte edilmesini pek sevmezdi, tamir ettiği eşyaları sizin isteğinize göre değil, kendi istediği zamanda teslim ederdi. Bakışları sertti, çocuklar korkardı yanından geçerken, bahçesindeki erik ağaçları yolunacaksa namaz vakitleri gözlenirdi. Bahçenin diğer köşesinde kara incir ağacının altında, savaştan çıkmış gibi perişan, gazla çalışan, herkesin “ lans” olarak nitelendirdiği bir traktör bekler dururdu. Zavallıya çok fazla paraya satıldığı söylenirdi. Kurnazlık nedir? bilmezdi Tahsin Aga. Traktörün çalışmadığı günler daha fazlaydı, çalıştığını ancak birkaç kez görebilmiştim. Köyün bütün çocukları lansın çalışmasını dört gözle beklerdik. Kara dumanlar halka halka göğe doğru yükseldiğinde ve köyün tüm sessizliğini bozan bir patırtı duyduğumuzda irkilir, birbirimizin peşi sıra oraya yönelirdik. Köylüler hep dalga geçerdi onunla ve lans traktörüyle...
-"Şu şeytan icadı külüstürü çalıştırsan da görsek" diye, adamı, kadını, kızanı ona takılırdık. Ne zaman atölyesine tamir için saat veya radyo götürsem, burnumun direklerini sarsan küf kokusuyla, atkestanesi kokusuna benzer ter kokusunu daha fazla koklamamak için burnumu tıkardım. Göz göze geldiğimizde burnumu tıkayamadığım zamanlarda nefes almamak için kendimi zorlardım. İnadım inat kimliği, aksiliği yetmezmiş gibi, kapkara yüzü daima çatıktı. Sırtındaki hafif kamburu hep dikkatimi çekerdi, köyde herkes onu lakabıyla; "Kambur Tahsin" olarak tanırdı.
Tahsin Aga eski bir ekmek dolabının üzerinde duran ardıç ağacından yapılma, asker bavulu gibi kocaman radyosunu açtı. Radyodaki spiker günün gelişmelerini veriyordu. Masanın üzerinde duran Üzümlübağ Köyü’nden getirilen kilise saatinin kapağını tamir için açtı, pandülün ucundaki zemberek çalışmıyordu. Dikkati birdenbire çalan radyoya yoğunlaştı ve yavaşça başını çevirdi.
54 yıl önce bugün İsviçre’nin Lozan şehrinde Lozan Antlaşması imzalandı. Şimdi de Ajda Pekkan yeni albümünden Fransızca bir şarkı söylüyor; Viens dans ma vie.
BÖLÜM 2 (KİLİSE SAATİ)
Tahsin Aga öğle uykusundan kapısının çalınmasıyla uyandı. Her Allah’ın günü aynı şekilde uyandırılmak artık sinirlerini bozuyordu. Odasının kapısından sundurmaya yöneldi. Gelen kilisenin yeni papazıydı, oldukça cüsseli ve uzun boyluydu. Cübbesinin içinde dimdik bir şekilde yürüyordu. Ardındaysa birkaç Tatar köylüsü ayaklı büyük kilise saatini taşıyorlardı. Kilisenin yeni papazı haziran ayı içersinde Moskova’dan gelmişti. Aladağlar’ın karlarla kaplı kuzeye bakan eteklerinde kurulmuş, Tatarların yaşadığı Üzümlübağ Köyü’ndeki kilisede görevine başlamıştı. Tatarlar buraya Moskova yakınlarındaki Kazan şehrinden gelmişlerdi. Çok çalışkan bir halktı ve Rus Çarı Korkunç İvan’ın (4.İvan) 1552 yılında Kazan’ı işgalinin acısını yıllarca unutmamışlardı. Ve yine Tatar kraliçesi Süyümbike’nin Ruslara karşı gösterdiği kahramanca bağımsızlık savaşını dilden dile anlatırlardı. Sarıköy Ovası’nda pirinç biçerken söyledikleri türkülerde hep Kazan’ın işgalinin dinmeyen acıları vardı. Üzümlübağ Köyü’nde hangi eve girsem, Tatarların işgalden kurtarıcısı, Süyümbike Sultan’ın tablolarını görürdüm.
Genç papaz kendini takdim etti, Üzümlübağ’ın yeni papazı olduğunu ve Moskova’dan geldiğini belirtti. Genç papaz kilisenin Rus yapımı Vostok marka saatinin sık sık bozulduğunu, tamirinin mümkün olup olmadığını sordu. Tahsin Aga kilise saatini ilk kez tamir etmiyordu ki, defalarca atölyesine getirilmiş ve tamir etmişti. Tatar köylüleri ayaklı büyük kilise saatini sundurmaya bırakarak vedalaştılar. Kilisenin genç papazı Pazar Ayini’ne saatin yetiştirilmesi gerektiğini belirtse de, bu atölyedeki kurallardan habersiz olduğu belliydi. Tahsin Aga onları geldikleri kamyonete kadar uğurladı. Kamyonet tozlu yollarda ardında kara duman bırakarak ilerlerken, iki çocuk peşinden koşturdukları araba lastikleriyle köy korusuna doğru yol alıyorlardı. Yolun hemen karşısındaki evde siyah parlak feraceli iki kadın yıkadıkları kilimleri bahçe duvarına seriyorlardı. Tahsin Aga cebinden sigara tababakasını çıkardı, geçen yıldan kalma tütünlerden sarılmış bir sigara yakarak ağustos sıcağının grileştirdiği Prenses Bayırları’na doğru dalıp gitti.
Eve doğru yürürken tek katlı Balkan evinin diğer odasındaki ipekböcekleri aklına geldi. Sabahleyin Sazlıdere çiftliği yanındaki tarlasından getirdiği dut dallarından birkaç tanesini alarak sundurmada bekleyen kapancanın içine koydu. Dut filizlerini dallarından ayırarak yan odadaki raflarda bulunan ipekböceklerine verdi. İpekböcekleri dut filizlerini hemen kemirmeye başlamışlardı. "Oldukça acıkmış olmalılar." diye düşündü. Tahsin Aga her yıl ipekböceği beslerdi, her yaz halinden şikayetçi olsa da yine de beslemekten vazgeçmezdi. İpekböceklerinin kozaya duracağını anladığı zaman, lans traktörüne binerek Sazlıdere çiftliğine yakın, dik yamaçlı Keçitepe’de yetişen kokusuz sarı çiçekler açan bodur katır kuyruklarından keserdi. Sarı katır kuyruklarına hiç kıyamazdım, güzel kokmasalar da düz çırpıların ucunda çiçek açışlarıyla çok güzel görünürlerdi. Tahsin Aga katır kuyruklarını, kozaya durmaları için, ipekböceklerinin bulunduğu raflara yerleştirirdi. İpekböceklerinin etraflarına ince ipekten nakış örmeleri bir hafta sürerdi. Bir hafta sonra sarı çiçekleri solmuş katır kuyruklarının düz dalları arasına ördükleri kozalar toplanır, kapancalara konur, üzerindeki kaba dokumalar temizlenerek Bursa Kozahan’daki tüccarlara satılırdı. Tahsin Aga ipekböceklerini ilk gelen tüccara satardı, kanaatkardı, fazla bekletirse değerinin düştüğünü çok görmüştü. İpekböceklerini satar satmaz, Ulucami’ye yakın ezan sesini duyabileceği uzaklıktaki bir lokantada yemek yerdi. Ulucami’ye öğle veya ikindi namazını kılmak için giderken eve götürmek için cantık almayı ihmal etmezdi. Ulucami’nin bahçesindeki şadırvanda abdest alır, yüksek cami kapısından geçerek, cami içindeki şadırvanın hemen sağındaki sütunların dibinde namazını kılardı. Cami çıkışında Tophane’ye çıkar, Osmangazi ve Orhangazi’nin türbelerini ziyaret ederdi. Bir müddet tarihi saat kulesine doğru yürür Bursa’nın bereketli ovasına Tophane sırtlarından bakardı.Tahsin Aga’ya komşu çocuklardan biri karpuz getirmiş ve sundurmadaki kilise saatinin yanıbaşına öylece bırakmıştı. Tahsin Aga ayaklı kilise saatinin kapağını açtı, zembereklerden birinin bozulmuş olabileceğini düşündü. Tahsin Aga’nın odasındaki radyoda haberler veriliyordu. İçeri girerek radyonun sesini açtı;
-Magosa’nın düşman kuşatmasından kurtuluşunun üçüncü yıldönümündeki törende konuşan Kıbrıs Türk Federasyonu Başkanı Rauf Denktaş: "Girne ne ise Maraş’da odur."dedi. -Rock and Roll kralı Elvis Presley 1977 yılında Indianapolis’deki son konserinden sonra bugün(16 Ağustos 1977) Memphis’te öldü.
BÖLÜM 3 (KARA BÜYÜ)
Sadife Hanım hırsla dolunaya baktı. Yedi kat cehennemim katları arasından sıyrılarak gelen asi bakışları gecenin zifiri karasında günah işlemiş gibi alev alev bakıyordu. Siyah parlak feracesinin etekleri telaşından tutuşmuş, hızlı adımlarla Sarıköy’ün dar sokakları arasında yürüyordu. Arnavut kaldırımlı yoldan geçerek, dar çıkmaz sokağa saptı ve tahta bir kapının önünde durarak, tokmağını çevirdi. Kestane ağaçlarıyla kaplı bahçeden geçerek, büyücü kadının sıvaları yer yer dökülmüş ahşap tek katlı evinin önünde durdu. Dolunay kestane dallarının arasından sıyrılıp yüzüne düşerken, kapıyı hızlı hızlı vurdu. Kısa bir süre bekledi, kapıyı açan olmadı. Kapıyı tekrar tekrar vurdu, az sonra menteşeleri yağlanmamış kapı gecenin ağır uykusunu bölerek açıldı. Sadife Hanım’ın ateş bakışlarıyla, büyücü kadının esrarlı ve gizemli bakışları, gecenin koyu deminde birbiriyle odaklaştı. Kem gözler birbirinin nazarından sakınırcasına kaçtı ve büyücü kadının yüzünden yarım bir gülüş döküldü. Sadife Hanım sundurmadan geçerek sessizce içeriye alındı.
Oda baharat ve tütsü kokuyordu, duvarda asılı kandilden loş bir ışık sızıyor, eşyalara ve günah soluyan nefeslere yansıyordu. Sarımsak ve soğan dizileri duvarlara asılmış, nane ve kesilmiş karanfil demetleri tavandan aşağı sarkan iplerin ucunda sallanıyordu. Büyücü kadın ocağın önüne giderek, ateşin hapsedilmiş alevini nefret nefesiyle körükledi. Masanın üzerindeki toprak tencereyi alarak, ateşin üzerinde cehennem sütunu gibi duran kapkara sacın üzerine koydu. Ocağın hemen yanındaki raftan aldığı külahların içindeki baharatları tencerenin içine dökerek, kısa bir süre karıştırdı. Ocağın önündeki hayvan postunun üzerine oturdu ve cehennem alevi gibi dudaklarından büyü duaları döküldü. Titrek kara elleri şeytani bir dokunuşla, topluiğnelere dokundu ve tek tek sabuna batırdı.
Tundra iklimi gibi ayaz bakışlarında sinsi bir gülümseme beliren Sadife Hanım topluiğneler batırılmış sabunu eline aldı ve feracesinin ön düğmelerini çözerek yeleğinin iç cebine koydu. Büyücü kadının evinden ayrılırken kestane dalları arasında baykuş sesleri işitildi.
Sadife Hanım Sarıköy’ün dar sokaklarından yılan sessizliğinde süzülerek gecenin tedirgin uykusundaki pirinç tarlaları arasındaki patika yoldan hızla ilerliyordu. Dolunay Sarıköy Ovası’nı kül rengine boğarken Aladağlar’dan çakal sesleri duyuluyordu. Sadife Hanım az sonra eski su değirmeninin yanındaydı, değirmenin çarkı iniltiyle ağır ağır dönüyordu. Gönen Çayı’nın üzerindeki asma köprünün üzerinden geçerken, ayağı birdenbire sendeledi. Yüzükoyun suya düşecekken köprünün gergin teline tutundu. Sadife Hanım meyve bahçelerine geldi. Yüksek bir çitin üzerinden atlarken feracesinin etekleri çalılara takıldı. Eteğini hızla çekti, iyice takılmıştı çözemiyordu. Eliyle uzanıp çözmeyi denedi, karaçalıların dikenleri ellerini yol yol çizdi, avuçları kanamaya başlamıştı. Sadife Hanım çok sinirlendi ve feracesini son bir hamleyle çekti eteğinin uçları parçalanmış ve yırtılmıştı. Sadife Hanım feracesinin üzerinden yeleğinin cebini yokladı. Sabun yerinde duruyordu. Kavak, kiraz ve nar bahçelerinden geçti ve Üzümlübağ’ın sarp yamacının önünde durdu. Şahin bakışları yokuşlarda dolandı ve çıkabileceği en uygun yeri aradı. Kavak ağaçlarının boyunca yükseldiğinde bakışlarını çevirerek dolunaya doğru baktı. Dolunayın şaşkın ve telaşlı yüzü nefret dolu bakışlarını aydınlattı. Tahsin’in aklına uyup Verena’yı istemeye gidişini ve kilise kapısından boş dönmesini hazmedemiyor, yenilgiyi gururuna yediremiyordu. Ayağının altından koskocaman bir kayanın yuvarlanışı onu bu düşüncelerinden arındırdı. Aşağıya doğru hızla yuvarlanan kaya gecenin hafifleyen uykusunu bölebilirdi. Sadife Hanım uçurumun kıyısındaki nar ağacının gövdesine tutundu. Kin ve nefret dolu bakışları kilisenin taş duvarları arasından sıyrılıp büyük siyah çanın üstünde takıldı. Kilise çanları sabaha vurmadan dönmesi gerekiyordu. Verenalanın evlerinin camından loş bir ışık sızıyordu. Çiy düşmüş çimenler Sadife Hanım’ın lastik ayakkabılarını ve topuklarını ıslatıyordu. Bahçedeki kör bir kuyunun önüne geldiğinde durdu. Kısa bir süre sessizliği dinledi, kuyunun mermer kapağını çevirerek itti ve hafifçe araladı. Sabırsızlanıyordu, her şey tamamdı, bir baykuş öttüğünde büyü tamamlanacak zavallı Verena, Tahsin’in ismini sayıklaya sayıklaya bir mum gibi eriyecekti. Feracesinin düğmelerini çözdü, yeleğinin iç cebinden sabunu çıkardı ve sabırsızca uzun bir süre kör kuyunun başında bekledi.
Az sonra kilisenin çatısında baykuş sesi işitildi. Sadife Hanım’ın yüzünde şeytani bir gülümseme belirdi ve ihanet dolu parmakları arasındaki sabunu kör kuyuya attı.
BÖLÜM 4 (ÇİĞDEMSIRTI)
Verena Üzümlübağ sırtlarından Sarıköy ovasına baktı. Güneşin yorgun gölgesinde somon sarısı pirinç tarlaları bereketli olmanın ve hasattan alnının akıyla çıkmanın gururuyla denize doğru alabildiğince uzanıyordu. Çevre köylerdeki insanlar ovadaki harmanın gururlu sevincine tanık olmak için, ellerinde bilenmiş keskin oraklarla, Sarıköy’ün bereketli ovasını doldurmuştu. Verena uçurumun kenarındaki nar ağacına tutundu, elindeki üzüm sepetini cennet meyveleriyle yüklenmiş yaşlı nar ağacının dalları arasına astı. Gözleri dik yamaçlardan süzülerek, göğe kucak açmış, ateş kırmızısı kiraz ağaçları ve sararmış kavak ağaçları üzerinden geçerek, ovada rüzgarın son ritmiyle salınan pirinç tarlalarına kadar uzandı. Düşünceli ve dalgın bir hali vardı, gözleri uzaklara dalıyor, boğazı düğümleniyor, bedeni çok derinlerden titriyordu. Hasat edilmiş pirinç tarlaları hüznüne hüzün katıyordu. Sarp dik yamacın üzerine kurulmuş, taş duvarların çepeçevre sardığı tarihi kilisenin çanları ikindi vakti, kurumuş akasya ağacının haki kamuflajına bürünüyordu.
Tahsin dün gece de gelmemişti ve belki de bir daha hiç gelmeyecekti. Kilisenin önündeki kurumuş akasya ağacının altında oturarak, onu uzun bir süre beklemişti. Tahsin gelmemişti, kilisenin üzerinde geceyi yırtan sesiyle bir baykuşun ötüşü onu en kuytularına kadar titretmiş ve eve dönmüştü. Biliyordu baykuş ötüşü uğursuzluk getirirdi, bu aşka gölge düşecekti. Son yaşadığı olaylar tedirginliğini arttırmıştı. Kilisenin bahçesindeki kör kuyudan çıkarılan sabuna batırılmış iğneler onu ve ailesini huzursuz etmişti. Verena bu tip olayların ancak masallarda yaşandığını biliyor, inanmak istemiyordu. Tahsin’i çok seviyordu, eğer istese onun için çok şeylerden vazgeçebilirdi. Onun yeşil gözlerine bakmadan bir ömür nasıl ayrı kalacağını düşünmek istemiyordu. Tahsin’in sırtındaki hafif kamburuna, herkesin sık sık hatırlatıp vazgeçirmek istemelerine rağmen, ona karşı koyamıyor, hislerinin işgaline uğruyordu. Tahsin hemen hemen her gece yüksek sırtlardan tırmanarak, kilisenin bahçesine kadar geliyor ve kuru akasya ağacının altında sigara yakarak onu bekliyordu. Onunla her zaman buluşamıyorlardı, bazen anne ve babasını atlatmak kolay olmuyordu. Babası koyu bir Ortodokstu ve Müslüman bir Türk genciyle olan ilişkisini kabullenmesi mümkün değildi.
Konuyu birkaç kez annesine açmayı denemiş ama cesaret edememişti. Annesi Tahsin’le olan
ilişkisini öğrendiğinde çok fenalaşmıştı. Verena’yı son zamanlarda herkes şaşırtıyordu, annesi bile doğal karşılamamıştı onu. Bu topraklarda uzun yıllar yaşamışlar, bu toprakların suyunu içmişler. ekmeğini yemişlerdi. Ama bu topraklarda Tatar olmayan birini sevmeye hakları yoktu. Verena bu topraklarda doğmamıştı, Kazan’da doğmuş ama buralarını vatan olarak benimsemişti. İlk aşkını burada yaşamıştı. Tahsin’le Gönen’de Salı Pazarı’nda karşılaşmışlar ve birbirlerinden etkilenmişlerdi. Daha sonra kilisenin saatini tamir için babasıyla birlikte Sarıköy’e Tahsin’in evine kadar gitmiş, babasına fark ettirmeden defalarca görüşmüştü.
Tahsin Sarıköy ile Üzümlübağ arasındaki sarp, dik yamacı her gece tırmanıyor, Verena’yla gizlice buluşuyordu. Tahsin annesine Verena’yı sevdiğini ve onu istemesini söylemişti. Sadife Hanım şiddetle tepki göstermişti, Müslüman birçok kız varken Hıristiyan Tatar kızıyla ilişkisine asla sıcak bakmamıştı. Sadife Hanım Tahsin’i ne kadar uyarsa da Verena’ya gidişine engel olamamıştı. Bay Damir bir ay önce onları kilisenin önünde yakalamıştı. O gece, bir daha Tahsin’le görüşmemesi için Verena’yı sert bir dille uyarmıştı. Ortodoks bir Tatar kızının Müslüman biriyle ilişkisine karşı koymuştu. Ertesi gün Sarıköy’e inerek Tahsin’i de uyarmıştı.
Tahsin bir aydır Verena’nın onun için çarpan engellenmiş yüreğinin sesini duymuyormuş, altın sarısı saçlarına, mavi gözlerine doymuşçasına dik sırtlardan gelmiyordu . İkindinin ovadan esen yorgun rüzgarı Verena’nın sarı saçlarını dalga dalga savuruyordu. Tahsin’i son olarak Gönen’de Çarşı Camii yanındaki eski bir saatçi dükkanının önünde görmüştü. Dükkanın vitrinindeki saatleri dikkatle inceliyordu.. Kalabalığın arasında onun deli dolu yeşil gözlerini iyice seçememişti. İçinden bir ses; "Hadi bir bana bak, ben geldim Verena" diyordu.Yeşil gözleri artık ona doğru bakmıyordu. Tahsin’in onu görmemesi belki de iyi olmuştu. Eğer bir baksaydı; gözlerinin hapsinden kurtulamayacağını, ona doğru koşacağını, hatta doğduğu yer Kazan’dan vazgeçip, yaşlı anne ve babasını yüzüstü bırakıp, onunla kaçacağını iyi biliyordu.
Verena bu ilişkinin iki ucu kirli değnek gibi olduğunu hangi tarafından tutsa elinin bulanacağını çok iyi biliyordu. Tahsin’in annesinin de onu istemediğini duymuştu, hatta kara büyü yaptırdığını da... Onca Müslüman kız dururken kilise papazının kızını oğluna alamazmış. Gönen Panayırı’nda şekercinin önünde bir defa görmüştü onu. Siyah parlak feracesinin altında, yanık buğday teni ve sert bakışları bozkır iklimi gibi ayazdı. Sadife Hanım Verena’yı hiç görmemişti. Ama onu oğluna hiç layık görmemişti. Verena bir kararın eşiğindeydi, ya onun yeşil gözlerine doğru koşacak veya onu sonsuza dek kalbine gömecekti. Sarıköy Ovası’ndan esen rüzgar altın sarısı saçlarını savuruyor, ona kahır yüklü bir şarkıymış gibi dokunuyor, gözlerinden yaşlar çizgi çizgi süzülüyordu. Onu sevmekten asla pişman değildi ve çocukluğunun ,ilk gençliğinin geçtiği bu bereketli topraklarda yaşamaktan. Sarıköy’ün uçsuz bucaksız ovasında, sarp yamaçlarda, sararmış kavak ağaçları altında gözleri hep onu arıyordu. Dünya gözüyle onu bir kez daha görebilseydi, ellerinden tutup; "İşte sana geldim." diyebilseydi. Verena Tahsin’in narına yanarken aniden çıkan rüzgar nar ağacının dalları arasındaki üzüm sepetini uçurumdan aşağıya yuvarladı.
Sarıköy Ovası’na ikindi vaktinin solgun renkleri çöktüğü anda, insanlar yorgun evlerine dönerken, yeni bir yolculuğa çıkmanın sevinciyle küme küme turnalar güneye doğru kanat çırpıyorlardı.
BÖLÜM 5 (VERENA)
Sarıköy ovasında sonbahar sarı, kızıl ve zümrüt renkleriyle, kavak ağaçlarının göğe doğru elif elif nidasıyla ve pirinç hasadını izleyen kiraz ağaçlarının ateşpare bakışlarıyla, soğuk esen rüzgarlarla kendini iyice hissettirmişti. Dallardan pare pare düşen yapraklar,Verena’nın aşk
acısıyla yanmış cansız ipek teninin, nazlı bedeninin,Volga Nehri gibi upuzun sarı saçlarının üzerine, onu ebedi uykusundan uyandırmak istemeden sessizce dökülüyorlardı.Bulutları kucaklayan tarihi kilise Ortaçağ derebeyi şatosu gibi heybetli ovaya bakıyordu.
Az sonra Sarıköy Ovası’nın hasat ritmini bozan acı bir ses sararmış kavaklıklar arasından işitildi;
-Verena ölmüş!Papazın kızı Verena ölmüş!
Sarıköy Ovası’nın hazan sessizliğini bozan bu çığlık sesine, dallar arasındaki kuşların gökyüzüne doğru kanat çırpışları da eklendi. Kuşların çığlıkları Aladağlar’dan da acı ses getirdi. Herkes şaşkındı ve korkuyla birbirine bakıyordu. Ellerdeki oraklar bırakıldı,ovaya hazin bir sessizlik çöktü. Çok geçmeden Bay Damir’e haber ulaştırıldı ama köylülerin iş bıraktığı günbatımına kadar ovaya gelen olmadı. Akşamın lal rengi Sarıköy Ovası’nın uçsuz bucaksız sinesine düşerken, köylülerin yerini pirinç demetleri ve gecenin matemi alıyordu.
Ertesi gün köylüler yine ovaya geldiler, Verena’yı aynı yerde bekler buldular. Bay Damir Verena’yı almak için gelmemişti. O gece köyün ileri gelenleri Üzümlübağ’a gitmişler, papazla görüşmüşler, Verena’nın acı haberini ulaştırmışlardı. O gün oraklar acıya bilenmiş, pirinçler Verena’ya ağıtlar yakılarak biçilmişti. Verena’nın cansız bedeni hasatla birlikte toprağa düşerken, hasat sevincini dinmez acıya boğmuştu. Köylüler, Verena’nın öldüğü gece çıkan fırtınanın verdiği hasarı Verena’nın cansız bedenini bekletmelerine bağladılar. O gece şiddetli bir yağmur yağmış, ardından ceviz büyüklüğündeki dolular evlerin çatılarını kırmış, köyün yükseklerine yıldırımlar düşmüştü. Belki de Allah onları cezalandırıyordu.
Güneşin samimiyetsiz ısısı ovayı ısıtırken, pirinç demetleri arasından deprem sarsıntısındaki telaşlı adımlar yaklaşıyordu. Köylüler Bay Damir’in hiddetle geldiğini sanmış olsalar da bu gelen Tahsin’den başkası değildi. Verena’nın üzerine dökülen yapraklar onu atlastan bir örtü gibi sarmış, dün geceden kalan ıslaklık aşk ateşine yenilmişti. Tahsin, Verena’nın üzerine kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Onun cansız bedenini tek bir hamlede sırtına alarak, kamburunun yıllardır verdiği ağırlığa aldırmayarak, köylülerin yanından hiddetle ve selamsızca geçerek biçilmiş anızlar üzerinden köye doğru ilerledi. Tarladaki köylüler göz göze bakıştılar, gözbebeklerinde aynı anlam ürpertiyle belirdi. Traktörlerin ardındaki römorklara binildi, traktörlerin gürültülü sesi işitildi ve ilk kez türküler suskun köye doğru yas tutularak yol alındı.
O gün Sarıköy Camii’nin önünde suskun bir kalabalık vardı. Verena’nın narin bedeni musalla taşının üzerinde nazlı bir kardelen gibi toprağa kavuşmayı bekliyordu. Başucunda günlerdir yolunu beklediği, yeşil gözlerine doyamadığı Tahsin’i vardı ve ağlamaktan şişmiş gözlerle kendinden geçmiş bir halde duruyordu. Ölüm Tahsin’den önce davranmış, sarp yokuşları tırmanarak gelmişti, Tahsin çok geç kalmıştı. Yorgun yüzlerde, sabırsız gözlerde sessiz bir anlam ve kaygılı bir bekleyiş vardı. Kilisenin papazı bekleniyordu. Bay Damir gelirse işler kolaylaşacaktı ve Verena kendisine teslim edilecekti. Bazıları teslim edelim derken, bazılarıysa Verena’nın tercihini Tahsin’den yana kullandığı için teslim etmeyi doğru bulmuyorlardı. İkindi namazına kadar cami avlusundaki sessiz bekleyiş sürdü. Köylüler törelerine sıkı bağlıydı, atalarının Silistre’de de benzer durumlarla karşı karşıya kaldığını iyi biliyorlardı. Cenazeyi fazla bekletmek Müslüman inanışlarına göre günah sayılırdı. Bay Damir de kararından dönmemiş, tükürdüğünü yalamamıştı. Tek çıkar yol kalmıştı, Verena dini vecibelere uygun olarak gömülecekti. O artık Sarıköy’ün nazlı gelini olmuştu. Cenaze yıkayıcı kadınlar çağrıldı, kazanlarda su ısıtıldı ve Verena’nın narin bedeni,bir gelin gibi beyazlara büründü.
İkindi namazının ardından cenaze namazı kılındı, Verena omuzlar üzerinde servili yoldan köy mezarlığına götürüldü. Çam ağaçlarının loş gölgesinde, kuşların cennet müjdeleyen cıvıltıları arasında ,Verena son yolculuğuna uğurlandı. Tahsin elindeki toprak testiden Verena’nın baş ucundan ayak ucuna kadar su dökerek abı hayat suyunu verdi.
BÖLÜM 6(SON ÖĞLE UYKUSU)
Hafız Adem gürgen ağacından sedef kakma büyük cami kapısını telaşla açtı, nem ve rutubet kokusu burun deliklerini tıkamıştı. İçeride ekim hüznü tüm duvarlara sinmiş, yaz sıcaklarından, abdestin raksına dalmış suyla son danslarını eden ihtiyarların, sütunların sessiz kucağında namaz vaktini bekleyişlerinden emare kalmamıştı.Yazları öğle uykularını bölen gür sesini yormak istemeden, camide meleklere selam verdi. Lale figürlü etrafı İznik çinileriyle kaplı günde beş defa sevgilisiyle buluştuğu mihrabın sağ yanında bulunan, üzerinde Arap harfleri yazılı, ayaklı büyük saate baktı. Saat 12:30’du, şaşırmıştı; “Bugün ne kadar erken gelmişim.” diye düşündü. Camide gençlerin kasvetli bulup tercih etmedikleri, huşu içinde namaza duranların tercihi, mimberin hemen altındaki sütunun dibindeki rahlenin gerisine oturarak, Kuran-ı Kerim’in tekrar etmesi gereken ayetlerini okumaya başladı.
Cami kapısı sessizliği yırtan, kulakları tırmalayan gürültüyle açıldı, köylüler öğle namazı için gelmeye başlamışlardı. Hafız Adem diz üstü emekleyip, başını hafif kaldırarak, ayaklı büyük saate baktı. Eyvah saat hala aynıydı, bir arpa boyu bile yol almamıştı. Köyün en yaşlısı Koca Hasan Aga her zamanki gibi erken gelmişti. Caminin saati durmuştu, Hafız Adem saati sordu. Koca Hasan Aga ceketinin küçük cebinden çıkardığı köstek saatine gözlerini oğuşturarak baktı. Saat 13.02’yi gösteriyordu. Hafız Adem tahta merdivenlerden koşar adım minareye yöneldi. Az sonra öğle ezanı sessizliği bölerek okundu.
Güneş ışıklarını dinlendiği camide, kuru ağaçları kemiren kurtların çıkardığı sesleri andıran tespih sesleri sükunete hayat veriyordu. Hafız Adem Allah’ın isimlerini tespih ederken göz ucuyla camiyi dolandı, Tahsin Aga’yı her zaman riyadan kaçarak namaza durduğu sütunun dibinde aradı. Tahsin Ağa yine öğle uykusunda olmalıydı, saflar arasında yoktu.
Hafız Adem namaz çıkışı birkaç köylüyle ayaklı büyük saati alarak, Tahsin Aga’nın evinin yolunu tuttu. Tahsin Aga’nın ceviz ağaçlarının gölgesinde tek katlı ahşap evi sonbaharın solgun renklerini giymişti. Hafız Adem hacı yeşili kapıyı hızlı hızlı çaldı. Tahsin Aga öğle uykusundaydı. Kapı telaşla bir kez daha vuruldu. Hafız Adem kapıyı üç kere çaldı, üçüncüde de cevap alamazsa geri dönmesi gerektiğini iyi biliyordu. Kısa bir süre daha beklediler, beklediler ama Tahsin Aga öğle ezanını duymamış olmalıydı. Köylüler saati alarak hanımeli çiçeklerinin sardığı ve girişinde, öğle namazı için; Tahsin Aga’nın suyla dansını bekleyen bakır bir ibrik duruyordu. Tahsin Aga bu ibriği sık sık lehimleyerek kırk yamalı bohçaya çevirmişti. Köylülerden birisi demir parmaklıklarla hapsedilmiş pencereden göz ucuyla içeri baktı. Tahsin Aga pencerenin kenarındaki duvara dayalı ot yastığın üzerine başını koymuş uyuyordu. Parmaklıkların arasından pencereye tekrar tekrar vurdu. Tahsin Aga’yı ilk uyandırışı değildi bu ama ilk kez bu kadar uzun uyumuştu. Top patlasa duymayacak kadar da derin değildi Tahsin Aga’nın uykusu. Tahsin Aga yeminliymişçesine öylece duruyor,öğle uykusundan uyanmıyordu. Hafız Adem “ İslam dininde kapı üç defa çalınır, açan olmazsa geri dönülür.”dese de, köylüler Tahsin Aga’yı uyandırmakta inatlaşıyorlardı. Tahsin Aga’nın yeşil kapısı davetsizce açıldı. İçerisi makine yağı ve rutubet kokuyordu, radyodaysa hafiften bir melodi çalıyordu. Köylülerden biri eliyle dokununca, Tahsin Aga’nın başı öne düştü. Tahsin Aga bugün öğle uykusundan uyanmadı.
Tahsin Aga’nın salası öğle uykusundan uyanmayanlara son ihtardı ve Hafız Adem’in tekbirli dilinde kulakların kirli pasını silerek yüreğin en kuytularını acı acı titretiyordu.
Zavallı Tahsin Aga’nın kimi kimsesi yoktu,etrafında sarı çiğdem çiçekleri açan ceviz ağaçlarının serin gölgesindeki küçük atölyesinden başka.Caminin daima devir daim dolaşan ayaklı büyük saati,bugün Tahsin Aga’nın ölümüne durmuştu.
Zavallı Tahsin Aga’yı tek katlı kerpiç evinin bahçeye açılan penceresinden dünyaya baktığı ve ulu kara incir ağacının, iliklerine kadar üşüten soğuk gölgesinde yıkadılar.Tahsin Aga suyla son raksını yapıyordu,Hafız Adem maşrapa olarak kullandığı susakla üzerine sıcak su döktükçe ısınıyor, zayıf, cansız bedeni pespembe oluyordu.Yıllarca çocukluğundan beri sırtında ağır bir yük olarak taşıdığı ve lakabını aldığı kamburunu artık kimseden gizleme gereği duymuyordu.Ağustos sıcağında bile battaniyesine sarılırdı,çok üşürdü Tahsin Aga.Evinin köşesinden, lans traktörün bacasına tutturulan tele çarşaflar gerilmişti.Yıllarca Tahsin Aga’nın çalıştırmak için akla karayı seçtiği lans traktör,onun yıkanışını sükunetle seyrediyordu.İncir ağacının altına ateşler yakılmış,üzerine kara kazanlar konulmuştu.Kazanlarda kaynatılan su,susaklarla kovalara doldurularak,Hafız Adem’e teslim ediliyordu.Hafız Adem genç yaşına rağmen ölü yıkamaktan korkmazdı.
İkindi namazının ardından cenaze namazı kılındı,cenazesi tenhaydı Tahsin Aga’nın. Yıllarca saatlerini tamir ettiği köylüleri,onu bu son yolculuğuna hak ettiği gibi uğurlamamışlardı.Cenazesini taşımak için kimse birbiriyle yarışmıyordu,fakirdi Tahsin Aga.Mezarı bile fazla derin kazılmamıştı.Hafız Adem köye geldiği günden beri ölenleri forma gibi tek tip beyaz kıyafetlerle uğurluyordu son yolculuğuna.İdris peygamberin vekili gibi kefeni keserken, kendisine verilen bu sorumluluğun bilincindeydi.
Tabutun kapağı açılır açılmaz ,iki kişi mezara inerek Tahsin Aga’nın yerini hazırladı, iki kişi de onu tabuttan çıkararak,mezara koydular.Yeni gömülen mezarların üzerindeki artan tahtalar alınarak Tahsin Aga’nın cansız bedeninin üzerine aralık bir şekilde dizildi ve aralıklara ise çam ağaçlarından gelişigüzel kırılan dallar konuldu.Hiç kimseye vefa borcu yokmuşçasına üzerine hızlı hızlı toprak atıldı. Kimi kimsesi olmadığı için de can suyunu köy korucusu verdi.Son adımlarda çekilince Hafız Adem,tekbirli diliyle dualar okuyarak ve talkınını vererek herkes gibi evine döndü.Mezarlıkta ikindi hüznü yakudi ve gülkurusu rengiyle soğuk mezar taşları üzerine düşerken yan mezarda, yorgun esen rüzgarın ağır ritminde sarı nergis çiçekleri salınıyordu.
…………………………………………..
Sarıköy ile Üzümlübağ arasındaki sarp sırtlarda ilkbahar ve sonbahar aylarında sarı çiğdemler açar.Köylülerin Çiğdemsırtı olarak nitelendirdikleri bölgeden hiç kimse çiçek toplamaya cesaret edemez.Oradan çiçek toplayanların kara büyüye tutulacağına inanılır.Ve ne zaman bir çiğdem koparılsa Verena’nın mezarında bir mum yandığı söylenir.
-SON-