ÇÜRÜK
ÇÜRÜK
Mustafa, hep soyadındaki ezikliği yaşadı. İlkokul yıllarına kadar dayanan ve bir türlü içine sindiremediği bir soyadıydı bu. Babasından aile lakaplarına dayandığını öğrendiği “Çürük” sözü, 1934’ten sonra soyadı olarak aile büyüklerince kabul edilmişti. Mustafa, üniversiteyi yeni bitirmiş genç bir mimar olarak böyle bir soyadını taşımamaya kararlıydı ve konuyu babasına açtı. Babası, uzun yıllar oğlunun soyadıyla olan problemini biliyor ama pek konunun üzerine de gitmek istemiyordu. Belki günün birinde bu işten vazgeçebilirdi. Mustafa, kararlıydı, soyadını değiştirmek için mesleğe atılacağı şu günlerde bu işi bitirmeliydi.
Mustafa, on beş gün sonra İstanbul’un ünlü bir mimarlık bürosunda işe başlayacaktı. İleriye dönük planlarının ve hayallerinin karşısında bu soyadı adeta bir olumsuzluk abidesi gibi duruyordu. Yapacağı mükemmel projelerin altına “Mustafa Çürük” gibi bir ismi düşünemiyordu.
Babası, gayet sakin bir ses tonuyla oğlunu karşısına aldı ve ona:
-Aslanım, duygularını gayet iyi biliyorum. Düşüncelerine saygı duyuyorum. Yakında işe başlayacaksın. Önüne de büyük bir fırsat çıktı. Sen bu küçük ayrıntı ile kendini fazlaca yordun ve kararlısın biliyorum. Benim senden küçük bir isteğim var. Bunu lütfen yerine getir. Ben, doğup büyüdüğüm topraklardan sizi hep uzak tuttum. Belki doğru yaptım, belki de hata ettim, bilemiyorum. Şu on beş günlük sürenin bir bölümünü atalarımızın yaşadığı kasabaya giderek orada geçirmeni istiyorum. Git, sor bakalım. Oralarda mutlaka yaşlı kimseler vardır. Bizim aile lakabımız nereden geliyormuş? Eğer, basit ve önemsiz bir şeyse ailecek soyadımızı değiştirelim. Ben bunu ciddi söylüyorum. Eğer, seni ikna edecek bir gelişme olursa, senden bu fikrinden vazgeçmeni istiyorum.
Mustafa’ya göre, babası yine gereksiz bir fikir ortaya atmış bulunuyordu. Babasına duyduğu sevgi, onun böyle gereksiz işlere kendisini bulaştırmasına katlanacak kadar değerliydi. Madem ki bütün ipler kendinde olacaktı, birkaç gün kasabaya gider gelirim diyordu. Hatta birkaç gün bile fazla, en fazla iki gün diyordu.
Kendisine küçük bir çanta hazırladı ve annesi ile babasının ellerini öpüp onlarla vedalaştı. Babası, bir akrabasının adresini vermişti. Kasabaya gidince onlara misafir olacaktı. Babası düşünceli adamdı. Oğlunun gideceği eve küçük hediyeler hazırlamıştı. Hatta orada karşılaşacağı her çocuğa verilmek üzere şeker bile hazırlayıp Mustafa’nın çantasına koymuştu. Mustafa, şaşırıyordu ama gülümsemekten de kendini alamıyordu. Kasabadaki çocuklara şeker dağıtacaktı. Arkadaşları bu durumu görseler Mustafa’ya ne derlerdi acaba?
***
Kasabanın minibüsüne bindiğinde biraz ürkekti. Sanki herkes kendisine bakıyor, konuşmak istiyor da cesaret edemiyorlardı. Yanındaki genç, Mustafa’nın yüzünü inceleye inceleye bitiremedi ama bir türlü konuşmadı. Yan tarafında oturan ihtiyar, birkaç kez Mustafa’ya konuşmaya yeltendi ama söyleyecek bir söz bulamadı. Minibüsün koridoruna bir küçük kız çocuğu çıkmıştı. Koltukların kenarlıklarını tutarak minibüsün ortasında boydan boya gidip geldi. Dönüşte Mustafa’nın yanından geçerken :
-Amca, telefonun düşmüş dedi.
Mustafa, eğilip bakınca cep telefonunun yerde olduğunu gördü. Çocuğun başını okşadı. Sonra çantasındaki şeker aklına geldi. Çocuğa:
-Dur bir dakika dedi ve çantasına uzanıp şeker paketini aldı ve açtı. Çocuğa uzattı. Çocuk, her iki eline birer şeker alıp sevindi ve annesinin yanına gidip onlara şekeri gösterdi. Onu gören iki çocuk daha, şeker almak umuduyla Mustafa’nın koltuğunun yanına geldiler. Bir erkek çocuğu, yeni tıraş olmuş kafasının önünde bırakılan püsküllü saçıyla karşısında duruyordu:
-Amca, ben de şeker istiyorum.
Mustafa, bir kez daha şekere uzandı ve çocuğa uzattı. Çocuk, şeker paketini avuçladığı ve en az on – on beş şekeri avucuna sığdırdı. Bu durumun memnuniyetiyle etrafına sırıtarak arkaya doğru gitti. Bir başka kız çocuğu da şeker paketini biraz önceki çocuk gibi avuçladı ama onun minik ellerine üç beş tane şeker gelmişti. Çocuklar, teşekkür etmeyi bilmiyorlardı. Hemen sevinç dolu gözlerle yerlerine oturuyorlardı.
Mustafa, şeker paketini yerine koymaya hazırlanıyordu ki yandaki ihtiyarın sesini işitti:
-Oğlum, yapmışken bir işi tam yap. Şu ihtiyar dedeye de ikram et de ağzımız tatlansın.
Mustafa, başını salladı. İhtiyara paketi uzattı. İhtiyar, bu işten oldukça keyif almıştı. Paketi önüne aldı, içine iyice bir göz gezdirdi. Sonra, eliyle paketinden içinden bir avuç şekeri ceketinin cebine koydu. Sonra, yanında duran geline uzattı. Gelin, gayet utangaç bir tavırla bir tane şeker aldı. Sonra ihtiyar, şeker paketini arkaya uzattı ve “Alın lan şeker yiyin” dedi. Adamlar, şeker paketini aldılar ve elden ele dolaştırarak bitirdiler. Paketin Mustafa’ya dönüşü olmadı. Mustafa, burada babasının aldığı şekerlerin yeterli olmayacağını anlamıştı.
İhtiyar, takma dişleriyle şekeri yemek için uzun bir uğraş veriyordu. Daha birini bitirmeden cebinden bir başkasını çıkarıyor, özene bezene soyup ağzına atıyordu. Nihayet ihtiyarın şeker faslı bitmişti ki tekrar delikanlıya döndü:
-Yiyenim, sen kimlerdensin?
Mustafa, soru karşısında şaşırıp kaldı. Mustafa, kimlerdendi? Öyle ya, burası kasaba… Burada insanlar birbirlerini hala lakapları ile biliyordu. Mustafa aile lakaplarını söyleyemedi.
-Benim adım Mustafa Çürük dedi.
İhtiyar:
-Ha Çürüklerdensin diyerek tabii bir konuşmanın ortasına doğru ilerliyordu.
-Sen kimin oğlusun, yani babayın adı ne?
Mustafa, ihtiyarın sorgusunun uzun süreceğini anladı:
-Benim babamın adı Hamdi…
İhtiyar, yüz ifadesini değiştirdi. Eski bir hatıraya bakar gibi baktı.
-Sen Hamdi’nin oğlu musun?
Mustafa, bu şaşkın söze sadece başını salladı.
İhtiyar, ileri doğru bakarken bir taraftan da konuşmaya devam etti.
-Babanı görmeyeli bir otuz sene oldu. Senin baban çok temiz, dürüst bir adam… Mayası sağlam, Allah selamet versin, nasıl sağlığı sıhhati yerinde mi?
Mustafa, bu sıcak sözlerden mutlu oldu. Şehirde babası hakkında babasının en yakın arkadaşlarından dahi böyle içten sözler duymamıştı.
-İyi, iyi… Sağlığı yerinde…
-Emekli oldu mu?
-Oldu, evet oldu.
-Sen çok çok selam söyle benden o hayırsıza…
Mustafa, başını salladı. İhtiyar yüzüne dik dik baktı.
-İyi ama sen şimdi babanı görünce bir ihtiyarın selamı var dersin, o da akşama kadar düşünür ki kimin selamı var diye. Benim adımı sor ki adımı da öğren, selamın sahibi kim değil mi?
Mustafa, karşıdaki ihtiyarı oldukça uyanık buldu. Dedikleri doğruydu ve ihtiyar açık konuşmaktan hiç çekinmiyordu.
-Bana Bayraktar Abdullah derler. Burada herkes bilir, baban da iyi bilir beni. Biz hep irençberiz, davarcıyız. Şu gördüğün yerleri avucumun içi gibi bilirim. Çok öküz yaydım. Daha şu bebeler gibi tırnak kadarken ben öküz yayıyordum. Yalınız… Ya…. Şu güccük çocuğu yalınız yazıda yabanda tutabilin mi?
Mustafa’ya bu yöresel konuşmalar da ilginç gelmişti. Eğer, ailesi İstanbul’a göçmeseydi, belki de Mustafa da bu insanlar gibi konuşacaktı.
İhtiyar, minibüsün içinde bastonunu çıkarmış, koltukların üzerinden bir yeri gösteriyordu Mustafa’ya:
-Deha şu gördüğün yazı var ya… Oraya Çürük Yurdu derler. Orası senin atalarıyın toprağıydı ama şimdi devlete kaldı. Sizinkiler dağılıp gittiler, buradakiler de sahip çıkmadı. Kadastro geldiğinde devlete yazıldı. Orada bir çöşme var. Adına Çürüğün Pınar derler. Oradan bir su iç hele… Hele, hele… Bir soğuk sular akar orada… Bannağını bir dakka tutamazsın. Buydurur, Allah vermeye…
İhtiyar, daha neler söyledi, Mustafa tam duyamadı. Kasabaya ilk kez geliyor gibi etrafına bakınıyordu. Çocukluğunda hayal meyal hatırladığı şeylerden geride bir şey kalmamıştı. Kasabayı uzaktan inceledi. Büyük bir kaya kütlesinin üzerinde taştan topraktan evler gözüküyordu. Aşağıda ise daha modern evler vardı ve aşağı mahallelerin sonradan kurulduğu belliydi. Kasaba, çölün ortasındaki bir vaha gibi yemyeşildi. Ortasından bir büyük dere akıyordu. Uzadıkça uzayan selviler, bir o kadar heybetli kavak ağaçları vardı. Biraz daha dikkat edince kayısı, elma, ceviz ve armut ağaçları gözüküyordu. Kasabanın kenarında da bağlar vardı. Bu düzenli bağlarda salkım salkım üzümler vardı ve yol kenarına kadar bağlar geliyordu.
Minibüs, bir kemer köprüyü geçip derenin yanındaki garaja girdi. Herkes, inip bir tarafa giderken Mustafa etrafına bakınıyordu. İhtiyar, yanındaki gelinle arkasına durmuştu ve bastonuyla Mustafa’ya dokundu.
-Şo, karşıda duran kır bıyıklı adam babayın emmizadesi olur. Yanına git, o da seni tanıyamadı ama seni beklediği her halinden belli dedi.
Mustafa, ihtiyara dönüp “Sağolun” dedi. İhtiyar, yanından geçip aksayarak gitti. Gelin ise arkasından onu takip ediyordu.
Mustafa, kahvehaneye doğru yöneldi. Uzun boylu, heybetli duran kır bıyıklı adama yaklaştığında adam gelene daha dikkat ederek ayağa kalktı. Sonra, geleni iyice tanıdığını belli etti ve yürüyerek ona doğru geldi.
Mustafa:
-Mehmet Amca, diyecek oldu ama adam onun sözüne aldırmadan güçlü kollarını açarak:
-Vay benim koççum gelmiş, aslanım gelmiş, hoş gelmiş sefa gelmiş diyerek Mustafa’yı bağrına bastı.
Mustafa’yı kahvehanenin kapısının önündeki masaya oturttu.
-Çay iç, kahve iç, ayran iç Mustafam… Yoldan geldin, soğukluk ısmarlayayım derken Mustafa, hemen ayranda karar kılıp bu işten sıyrılmayı seçti.
Mustafa, ayranını yudumlarken Mehmet Amcası, çevredekilere açıklama yapıyordu:
-Hamdi ağbimin oğlan… Mimar oldu. Bizleri görmek istemiş de… Yakında İstanbul’da işe başlayacak…
Çevredekiler ayrı ayrı “hoş geldin” ettikler ve hepsi de istisnasız bir şekilde babasının sağlığını, emekli olup olmadığını, kasabaya gelip gelmeyeceğini sordular. Mustafa, bu ilgiden sıkılsa da bir taraftan da kökünü kaybetmiş bir ağaç gibi yaşadığını fark ediyordu. Kimdi bu insanlar ve nasıl bir samimiyetti bu?
Mehmet Amcası, Mustafa’nın yüzüne iyice bakıp:
-Aslan oğlum, yüzüne bakınca bir an irahmetli deden geldi gözüme… İyice dedene dönmüşsün. Deden rahmetli de senin gibi ince uzun yapılıydı. Yüzü seninki gibi zarifti. Vay rahmetlik vay…
Mustafa’nın durgunluğuna aldırmadan karşıki tepelere doğru bir süre baktı. Sanki eski hatıralar, tepelerin ardında bir yerde saklanmış duruyordu.
Kahveci, içtikleri şeylerden para almadı. Gelen, uzaktan gelmişti ama kasabanın iftihar edeceği bir evladıydı.
Mehmet Amcası ile yürüyerek yukarı doğru çıkmaya başladılar. O, herkese selam verme adeti bütün sıcaklığı ile yaşanıyordu. Hatta Mehmet Amcası, herkese ayrıca açıklamalar yaparak yoluna devam ediyordu. Bir ara yavaşlayıp Mustafa’ya döndü:
-Senin adından kasabada dört tane daha var. Biri de benim oğlan… Onun adı da Mustafa Çürük… Şimdi asker… Vatanı bekliyor yiğidim. Şırnak’ta… Az kaldı. 68 gün sonra tezkeresini alacak. Babanla ben üç yıl askerlik yaptık. Şimdi askerlik ne ki dırı vırı… Hemen 18 ayda yap gel…
Mehmet Amcası böyle diyordu ama yüreği duyguluydu. Gözlerinin içi değişmiş, sesinin tonu farklılaşmıştı. Mustafa, onun bu halini görünce Çürük adından duyduğu rahatsızlığı ona açmasının uygun olmayacağını anladı ve sessizce yanında yürüdü.
Yukarı mahalleye çıkarken biraz yorulmuştu. Mehmet Amca’nın evine döndüğü eski sokağın üzerinde “Çürük Sokak” yazdığını fark edince orada biraz durakladı. Mehmet Amcası da onun geride kaldığını fark edince döndü:
-Geldik, geldik aha şura… dedi.
Mustafa:
-Sokağın adı ilgimi çekti dedi.
Mehmet Amca:
-Burası bizimkilerin sokağı… Eskiden hep bir avlunun içinde otururlarmış. Şimdi biz azaldık, millet çoğaldı. Bizimkiler dağıldılar her tarafa… Bu sokağın ismini kimse değiştirmedi. Çünkü, çok evveli var buranın dedi.
Bu arada kapıya gelmişlerdi. Mehmet Amca, açık olan kapıdan girmeden ayakkabılarını çıkarttı.
-Burada kapı kapatmak adeti yoktur. Herkes birbirini bilir. İstediği eve girer, çıkar dedi.
İçeriden Amcasına tezat ufak bir kadın belirdi.
-Vay gadasını aldığım deyip Mustafa’ya sarıldı. Mustafa iki büklüm eğilip kadının samimiyetle kendisini kucaklamasını izliyordu. Sadece annesi ona böyle içten davranırdı. Başka birinden böyle bir şeyi görmek şaşırttı onu. Hatta, annesinden böyle davranmamasını söylediğini hatırladı. Demek ki annesi de bu insanların bir parçasıydı.Onlar gibi davranıyordu.
Mehmet Amca’nın ne yapacağını bilmeyen çekingen çocukları da Mustafa’yı seyrediyorlardı. Mehmet Amca, hemen çoraplarını çıkardı. Bu toprak damlı evin avlusunda bulunan çeşmeye doğru gitti ve orada abdest aldı. Sonra içeri başını uzatıp:
-Ben namaza gidiyorum dedi ve çıktı.
Mustafa’nın aklına hemen babasının hazırladığı hediyeler geldi ve çantasından çıkarıp yengesine uzattı. Yengesi:
-Niye zahmet ettin gadasını aldığım, kendin geldin ya, bundan iyi hedaye mi olur dediyse de paketleri bir bir açarak inceledi ve mutlu oldu.
Mustafa, çocuklara da açtığı paketten yine şeker ikram etti. Burada herkes, yaşı ne olursa olsun şekeri çok seviyordu ve şekeri görünce mutlu oluyorlardı.
Yengesi, o hamarat kadın, akşam yemeğine inanılmaz yemekler hazırlamıştı. Yörenin en ağır yemekleri sofrada yerini almışken amcasının nasıl yemek yediğini görünce şaşırdı. Burada insanlar, hamurlu ve bulgurlu yemekleri çok seviyorlardı ve yemeği de çok yiyorlardı. Mustafa, ne kadar doydum dese de ısrarlar karşısında sofradan aşırı doymuş kalktı ve midesinde hissettiği yığılma ile adeta kaskatı kesilmişti.
Mehmet Amca, durumu anlamış gibi testiyi getirdi ve testiden su doldurdu:
-İç şu suyu Mustafam, Çürüğün Pınardan doldurdum. Midende ne varsa yarım saate varmaz eritir deyip suyu şifa niyetine sundu. Mustafa’nın yardımına bu su yetişti. Yarım saat sürdü sürmedi, midesindeki sıkıntı hafiflemişti.
Mehmet Amca:
-Bu su böyledir oğlum, tıka basa ye, istersen bir kuzuyu midene indir, yarım saatte sıyırır alır onu, diyordu.
Mehmet Amcası için oğlu Mustafa’nın değeri büyüktü. Duvarda asılı duran askeri elbiseli fotoğrafına bakıp bakıp:
-O benim elim kolum gibidir. Her şeyi çekip çevirir. O gidince yalnız kaldım. Mustafam bir tane… Az kaldı, altmış sekiz gün sonra burada olacak inşallah…diyordu.
Mustafa, çaylarını yudumlarken amcasına artık bazı şeyleri sormak arzusu duydu ve:
-Mehmet Amca, ben bu aile lakabımızdan tedirgin oluyorum. Tutmuşuz onu bir de soyadı olarak almışız. Başka bir soyad bulamamış mıyız? Ne olurdu dedemiz başka bir soyad alsaydı dedi.
Amcasının yüzüne bakıyordu. Amcasının yüzü ekşi bir şey yemiş gibi buruşuktu. İçeriye bağırdı:
-Akkız, ciğaramı getir, tereğin üstüne koydum.
Akkız, küçük adımlarla içeri girince Mustafa’ya gülümseyerek baktı ve Maltepe sigarasını ve bir çakmağı küllükle beraber sedirin kenarına koydu.
Bu ilgisizlik Mustafa’ya biraz ağır geldi. Amcası sanki soruyu duymamış gibi davranıyordu.
Sigaranın jelatinin açtı. Üst bölümden bir parçayı kopardı ve yuvarlayıp küllüğün kenarına koydu. Sonra sigaranın ucundan bir miktar tütünü büyük parmaklarıyla sıkıp küllüğe boşalttı ve sigarayı iyice yumuşatıp çakmakla yaktı. Derin bir nefes alıp odanın karşısına kadar üfledi.
Mustafa’nın yüzüne bakmadan :
-Hamdi Ağbim sana bir şey anlatmamış dedi.
Sigaradan bir nefes daha çekti. Çay bardağını avucunun içine aldı ve bardak adeta avucunun içinde kaybolup gitti.
Mustafa’ya döndü ve önemli bir şey anlatıyormuş gibi ciddileşti:
-Bak Mustafam, bizim dedelerimiz taa Horasan’dan Halep’e inmişler. Oraları dolanıp gelmişler. Sen on ikinci göbeksin. Bizim bildiğimiz dip dedenin adı Mustafa’dır. Ondan öncesini kimse bilmiyor. Ta o zamandan beri bize Çürükler derler. Bu laf öyle basit bir laf değil. Bak şimdi… Babalarımız anlatırlardı ki Yavuz Sultan Selim çok gazaplı bir hükümdarmış. Turna Dağı Savaşında, kız aldığı Dulkadirli Beyine, yani kayınpederine öyle vahşice saldırmış ki Dulkadirli askerlerini hallaç pamuğu gibi attırmış. Daha gazaplanıp kaçmakta olan Dulkadirli sipahilerinin üzerine yürüyor, onları buldukları yerde katlediyorlarmış. Bizim dedemiz Mustafa Bey de o havalide obasıyla birlikte olanı biteni izlemekteymiş. Varıp Yavuz’un önüne o iri gövdesini atmış.
-Kıymayın padişahım, kardeş kanı akıtmayın artık yeter. Şu kaçan sipahileri kovalamayın. Bırakın kaçsınlar. Onlar senden yüz bulsalar orduna dahi katılırlar falan demiş ama Yavuz öyle öfkeli ki, Mustafa Bey’i yakalatmış. Mustafa Bey’i kendi atına bağlamışlar, boynuna atın ipini vurmuşlar, hayda… ata binip sürüklemeye başlamışlar. Lakin ip kopmuş. Bunu gören padişah:
-Bunun ipi çürükmüş deyince:
Mustafa Bey bağırıyormuş:
-Belki ipim çürük ama özüm sağlam padişahım!
Başka bir urgan bulmuşlar, yine aynı şey olmuş. İp kopmuş. Padişah, bu durum karşısında biraz sakinleşmiş. Mustafa Bey’i yanına çağırmış:
-Ne istiyorsun söyle demiş.
Mustafa Bey de:
-Kardeş kanı dökmeyin. O askerler de emir kulu. Kayınpederiniz emir verdi, onlar da sizinle muharebe ettiler. Bu sipahileri öldürmeyin. Siz onların da padişahısınız. Emir verin, hepsini affettim deyin, onlar sizin ordunuza gelip katılırlar demiş.
Padişah, bunu pek önemsememiş gibi yapmış ama birkaç gün sonra vezirleri ile görüşüp bu fikri kabul etmişler ve Dulkadirli sipahilerini affettiğini açıklamış ve bu askerlerin birçoğu toplanıp Osmanlı ordusuna katılmışlar.
Padişah, Mustafa Bey’i yanına tekrar çağırıp:
-Eeee Mustafa, ipin çürük olmasaydı sen de yağlı urganda ölüp gittiydin demiş.
Mustafa Bey de:
-Benim sadece ipim çürük, özüm sağlamdır, demiş.
Padişah, Mustafa Bey’e bu toprakları yurt vermiş. Obası gelmiş, buraya yerleşmiş. Bizim çürüklüğümüz budur oğlum. Bu hatıra unutulmasın diye adımıza o günden sonra Çürükler demişler. Bizim sadece adımız Çürük’tür. Özümüz sağlamdır. Yapılan işe bak sen. Adamın adının ne olduğu önemli değil, yaptığı iş önemli.
Mustafa, bu hikaye karşısında dut yemiş bülbül gibi tarihin sayfalarına dalıp gitmişti sanki. Mustafa yeni öğrenmişti ama kasaba halkı bu hikayeyi biliyordu.
Amcası:
-Kalk, kahvehaneye gidiyoruz dedi.
Mustafa’yı aldı, kahvehaneye götürdü. Orada bulunanlarla selamlaştı, hal hatır sordu. Yeğenini onlara tanıttı. Sonra ayağa kalkarak kahvehanede bulunanlara seslendi:
-Bakın arkadaşlar, Allah hakkı için cevap verin, size bir soru soracağım. Bugüne kadar yedi ceddimizi bilirsiniz. Gördüğünüz duyduğunuz ne varsa anlatın. Çürük kabilesinden bugüne kadar çürük bir iş yapanı gördünüz mü? Elinden, dilinden zarar gördünüz mü?
Kahvehanedekiler şaşkın bakarken yandaki masadan biri hemen cevap verdi:
-Yok Mehmet Ağa, o nasıl söz! Çürüklerin işi sağlamdır. Bunu biz büyüklerimizden beri duyarız ve kendimiz de biliriz.
Diğerleri de bu sözü tasdik eden açıklamalar yaptılar.
Amcasının gözleri doldu ve hepsini eliyle selamlayıp yerine oturdu ve Mustafa’ya döndü:
-Gördün mü? Sen soyadını “sağlam” yapsan ne çıkar? Yeter ki özün sağlam olsun.
***
Mustafa, soyadını bu hadiseden sonra değiştirmedi. Günün birinde yaptığı güzel bir projeye adını ve soyadını iftiharla yazdırmıştı ki mimar çevresine pek yabancı olan zamanın İstanbul Belediye Başkanının “Çürük” soyadı ile ilgili espriyle karışık bir sözünü işitti. Başkandan randevu alıp makamına çıktı. O güne kadar yaptığı projelerin örneklerini çıkardı ve başkana şöyle dedi:
-Başkan Bey, benim soyadım Çürük olabilir ama bir adamın soyadına bakılmaz, yaptığı işe bakılır. Benim özüm sağlam, işte bunlar da kanıtıdır.
Başkan bu hassasiyet karşısında ayağa kalktı ve Mustafa Bey’in elini sıktı.
-Doğru diyorsun. Sen benim tanıdığım en sağlam adamlardan birisin. Keşke hepimiz senin kadar “çürük” olabilsek Mustafa Bey!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.