YÜREĞİNİ ÇİĞNEYEN ADAM
Karanlıktı gönlü, bunluydu, geceydi. Tüm yıldızların aktığı, kaybolduğu bir gece. Günün şavkımasını beklemişti bunca yıl. Bunca yıl beklediği gün şavkımamıştı daha, şavkıyacağa da benzemiyordu. Şimdiye değin ömrü sıkıntılarla geçmişti. Çocukları büyüyordu. Yaşlılığın ve yoksulluğun yükü gittikçe ağırlaşıyordu. Bir ışık uzattılar önüne, ışık yalazlandı, parladı. Ellerini uzatsa yakalayacaktı. Yalazlaşan ışığa ellerini uzatabilmek, yakalayabilmek, ömrünün şu son yıllarında biraz rahat yaşabilmek için evet demesi gerekiyordu. Bir düşünelim dedi. Bu yarı yarıya evet demekti. Fakat evet demek o kadar zordu, o kadar zordu ki!
Gözleri çakmak, çakmaktı. Damdaki yatağında döndü durdu, uyuyamıyordu. Yüreğindeki bun her saniye katlanarak büyüyordu. Kalktı, doğruldu. Karanlıkta ceketini aradı. Ceketinin cebinden bir sigara çıkarttı, yaktı. Oturdu damdaki yatağının üstüne. Kaç gecedir böyleydi. Gözlerine bir yudum uyku girmiyordu. Sabahlara dek uyuyamıyordu. Göğe baktı, Yıldızların bunca çok olduğuna şaşırdı ilkin. Bu kadar yıldızı bir arada hiç görmemiş gibiydi. Gökyüzü karanlığında yıldızlar nakış nakış duruyordu. Elini uzattı gökyüzüne, yıldızlardan birini, en çok parlayanını kopardı gökyüzünden, aldı avucuna. Bir süre dalgın dalgın baktı avucundaki yıldıza. Yıldız parlaklığını giderek yitiriyordu. Sonra olanca gücüyle fırlattı yıldızı gökyüzüne. Yıldız gökyüzündeki yerini aldı. Gözlerini gökyüzünden ayıramaz olmuştu. Her yıldızın kayışı sanki yüreğinden bir damarı koparıyordu. Sonra öfkeyle fırlattı, yarım kalmış sigarasını. Sigara küçük kıvılcımlar saça saça gitti durdu. Giderek sönmeye yüz tuttu, söndü. Doğruldu yatağından şalvarını giydi, ceketini omzuna aldı, ağaç merdivenden hızla indi. Bahçedeki dutun gövdesine sırtını vererek çömeldi. Bir sigara daha yaktı.
Sigaranın birini yakıp, birini söndürüyordu. Her sigara yakışta sıkıntıdan biraz daha kurtulduğunu sanıyordu. Elindeki bir çöple toprağı karıştırmaya başladı. Elindeki çöple durmadan toprağı çiziyor, çiziyordu. Her çizgide biraz daha kaybolduğunu, eridiğini dünyadan uzaklaştığını sanıyordu. Böyle sandıkça toprağı daha da gittikçe artan bir öfkeyle karıştırıyordu. Yanında bir heykel gibi duran karısının karaltısını neden sonra, karısı yanına çömelince fark etti. Karısına baktı isteksizce. Neden gelmişti. Gecenin bir yarısında bile yalnız kalamıyordu. Karısının eli uzandı,usulca tuttu çöp tutan elini. Eli alev alevdi. Yüzüne baktı karısının dut ağacının yapraklarından pul pul elenen ay ışığı dökülüyordu karısının yüzüne. Yıllardır bitmeyen, silinmeyen sevecenliği yakaladı karısında. Gözleri bir yanıp bir sönüyordu karısının. Kara Mehmed’in damarlarında bir uyanma başladı. Soluğu sıklaştı. Rahvan bir atın, tırısa çevirmesi, giderek dörtnala geçmesi gibiydi kalbinin atışları. Bir elini saçlarına attı karısının, saçlarını avuçladı, ensesinden kavradı, kendine doğru çekti. Bir ateş yalımı geçti yüzünden. Tek beden olarak yuvarlandılar dutun altına. Karısının iri, nasırlaşmış, çatlamış ellerini bedeninin her yanında birden duydu. Karısının çatlamış elleri çalı gibi talıyordu bütün bedenini. Acısı bile mutluluk veriyordu.
Sabah olmak üzereydi dama çıktıklarında. Kara Mehmed, sıkıntılarını dutun altında bırakmışlığın rahatlığıyla yatağına girdi. Ufukta ilk kızartılar başladığında uykuya vardılar. Uyandığında , kararsızlığın o rahatsız edici, o bitmez tükenmez gidiş gelişleriyle tedirgindi. Artık karar vermesinin zamanı geldiğini düşündü. Bir şeyler uçuştu gözlerinden. Ayakta duracak gücünün olmadığını anladı. Yavaşça yatağının içinde doğruldu. Bir sigara yaktı. Ne kadar da çok sigara içmeye başlamıştı şu son günlerde. aldırmadı.
Boş ver atın ölümü arpadan olsun diyerek kendisini düşünceden kurtarmaya çalıştı. Bu dalgınlığının düşünceli duruşunun farkına varırlar diye korktu. Aşağıya indiğinde, kekikli tarhana çorbasını hazır buldu, yer sofrasında. Karısının akşam ki asık yüzünün yerine güleç bir yüz gelmiş oturmuştu. Ekmeği böldü, elini kaşığa attı. Bir kaşık çorbayı ağzına götürürken kaşığı tutan eli dikkatini çekti. Neden titriyordu eli. Bütün bakışlarını iki, dört, bin gözünü birden devirdi eline . Yavaş, yavaş elini indirdi, çorbanın içine bıraktı kaşığı. Sofradan hızla kalktı. Çardağa gitti. Çardakta serili kıl kilimin üstüne oturdu. Biraz sonra kızı koltuğunun altında döşek ve yastıkla göründü. Kızına eliyle istemez işaretini yaptıktan sonra, ilerideki çam ormanına bakmaya başladı. “Avrat” diye seslendi karısına, karısı hemen dikiliverdi karşısında. “Hasanı gönderin...” diye bağırdı bu kez. Sesi hırıltılı ve sinirliydi. Artık tükenmekte, bitmekte olan bir kişinin son gücüyle çıkardığı sese benziyordu sesi. Karısı “Ağam Hasan mallara gitti. “ Karısının sesi sanki yüzyıllarca öteden geliyordu. “Tez haber salın gelsin “dedi. Karısı işkillendi. “Ne oluyordu bu adama kaç gündür. akşama kadar ocağın başında, çardakta, bahçeye inmez oldu, kahveye gitmez oldu. Nedir bunun derdi. Ağzını bıçaklar açmaz, söylemez.” diye düşündü.
Hasan öğleye doğru geldi. Hasan biraz şaşkın ve korkuluydu. Önemli bir şeyler olmalıydı, babasının çağırması. Yoksa akşamdan haber verirdi, akşam söylerdi söyleyeceğini. Kaç gündür durumu pek iyi değildi babasının. Oğlunu yanına aldı Mehmet. birlikte bahçeye indiler. Karısı ve kızı çardağın kenarındaydılar. Merakla bakıyorlardı. Karısı merakını kızından saklar gibi “ dün akşamdan bu yana bahçeye ikinci inişi “dedi yüksek sesle. Kızı “ ne dedin ana “ dedi. Anası kızını duymadı bile. Kızını çekiştirerek içeriye götürdü Kafası hala dut ağacının altındaydı. Dün geceyi düşündü. Düşüncesi genç kızlığına değin uzadı gitti. Ne kadar çabuk geçiyordu zaman. Boyunca çocukları vardı şimdi. Şimdiye dek yaşadığından bir şey anlamamıştı. Anlamadan da öleceğini biliyordu. Tıpkı ötekiler gibi. Her şey toprağın kucağına girince bitiyordu. Sevinçler, sıkıntılar , bitmeyen işler, hepsi bitiyordu. Birden bire bıçakla keser gibi. dut ağacını uzandı düşünceleri. Dut ağacını kendi elleriyle dikmişti .Gelinliğinin ilk günlerinde Yirmi bir yıl kadar önce. Dün geceyi düşündü. Dut ağacının altında geçirdiği zamanı, utandı. Dut ağacından utandı. Aklını bir türlü dut ağacından alamıyordu.
Gideceği köy, buruşturulmuş bir çarşaf gibiydi. Her tarafı yamaçlarla ve kayalarla doluydu. Kara Mehmed, köyün girişindeki kahveye uğradı. Kahveyi Ramazanın oğlu Mümin işletiyordu. Kahve ocağı bitişikte kahvenin dışında idi. Mümin, Kara Mehmed’i görünce hemen buyur etti kahve ocağına. Mümin “Mehmet dayı nerelerdeydin?” dedi. “Buralara uğramaz oldun hayrola ?” Mümin ,otuz, otuz beş yaşlarında ancak vardı. Fakat kırkını çoktan aşmış gibiydi. Gençliğinde iyi güreşirdi, yiğit delikanlıydı. Askerden döndükten üç beş yıl sonra, birden bire çökmüş, saçları ağarmış, beli bükülmüştü. Kimseyle senli, benli konuşmaz olmuştu. Eskinin şakacı, yiğit delikanlısı gitmiş, yerine kendi halinde hiç bir şeye karışmayan sorulduğu zaman söyleyen Mümin gelmişti. Hiç kimse anlayamamıştı. Mümin’in niye bu kadar değiştiğini. Kendisine sorsalar, yanıt bile vermez. İki elini boşlukta sallar, başını bir sağa bir sola döndürüp "bırakın Allah aşkına" der geçerdi. Sevdalanmış mı demediler, cin çarpmış mı demediler. Herkes aklına ne gelirse onu söylüyordu. Her zaman ki düşünceli haline dalan Kara Mehmed “Ne dedin yeğenim, ne dedin, “diyerek toparlanmak istedi. Kahvede kağıt oynayan Mümin Kaye, Kara Mehmed’in sesini duymuştu duymasına fakat bir anlam çıkaramamış, kim olduğunu anlayamamıştı oyunun telaşından. Ama Konuşmasının bazı yerlerini yakalamıştı . Bir anlam çıkaramamıştı. Kahveci Mümin “Hayır-şer-evet-hayır” demişti. Nereden biliyordu hayırlı bir iş olmadığını, kimden duymuştu. İliklerine kadar ürperdi. Kara Mehmed söz gelişiydi söyleyişi Müminin. Başka türlü olamazdı. Mümin’in sesi ikinci kez “niye daldın öyle” dedi. Kara Mehmed “ Yorgunum biraz yeğenim yorgunum, sen de nasıl yeğensin ki şöyle bir nefes aldırmıyorsun dayına. Gelişimiz hayıradır. Bir uğrayayım dedim. Bizim şerle ilgimiz yok evlat. Bilirsin bunu bilirsin de, bizi yoklamak istersin. Bunu iyi bellemiş ol. Hemi de iyice bellemiş ol ki, kulaklarına küpe olsun , bir daha unutmayasın” “Kızma dayı “ dedi Mümin. “Bizimde söyleyişimiz hayıraydı. Bir kahve yapayım, yorulmuşsundur, yorgunluğunu alır.” “Sağ ol” dedi Kara Mehmed . “Sağ ol yeğenim sağ ol, ama önce bana soğuk pınarın suyundan getir. Buraya kadar gelip de soğuk pınarın suyundan içmemek olmaz.”. Mümin hemen koşturdu çocukları soğuk pınara. Bir solukta gidip geldi çocuklar. Suyu doya doya içti, Kara Mehmed. suyu içtiğinde. “Su gibi aziz ol, yeğenim geçmişine rahmet” dedi. Kahvesi hazırdı Kara Mehmed’in, kahvesinden bir iki yudum aldıktan sonra “ kim var içerde “ diye sordu. Mümin hiç umursamadan “kim olacak dayı bildiğin insanlar.” Kara Mehmet kahvenin içerisinde kimlerin olduğunu, ya da olabileceğini biliyordu .Bildiği halde yine de soramadan edemedi. Konuşmak istediği belliydi. Konuşsa, bol bol konuşsa , kendisini günlerdir sıkıntı içinde yaşatan bu bunalımdan kurtulacağına inanıyordu. Kalktı kahvenin yanından ocaktan çıkınca hemen soldaki kapıyı açtı. Büyük odanın sağ tarafında, yol bakan pencerenin yanındaki masada sekiz on kişi kadar bir kalabalık gördü. Diğer masalar boştu. Öbür masaların sandalyeleri de o masaya çekilmiş, masanın çevresinde toplanmışlardı. Merakla oyunu seyrediyorlardı Ara, sıra oyun oynayanları kızdırmak için şaka yollu, bazen küfre kadar gidebilen şekilde sözler söylüyorlardı. Masada Oyun oynayanlardan biri Tatlı Ali idi, adı gibi tatlı bir adamdı, karşı köydendi. Bu köye yalnızca cuma günleri, cuma namazına, cuma namazından sonra Mümin Kaye ile oyun oynamak için gelirdi. Tatlı Ali’nin beyazlanmış saçları dikkatini çekti, uzamış sakalı ve dışa doğru kıvrılmış dudaklarının arasından hiç eksilmeyen sarma sigarası ile Tatlı Ali hoş sohbet bir adamdı. Karşındaki Mümin Kaye, kara, uzun boylu birazda kamburcaydı. Diğer iki oyuncu ise onlara göre çok gençtiler. Kara Mehmet bir süre masanın başında dineldi. Gençlerden biri kalkarak sandalyesini Kara Mehmed’e verdi. Kara Mehmet sandalyesini çekerek Mümin Kaye’nin yanına oturdu. Oyuncular oyuna öyle dalmışlardı ki, Kara Mehmed’in geldiğinin kimse farkına varmadı. Ayrıca başlarındaki topluluktan çevrelerini değil ,masaya atılan kağıtların bile farkına zor varıyorlardı. Yine Mümin Kaye’ye takılıyorlardı. Mümin Kaye takma dişlerini takırdata, takırdata kalabalığa söz yetiştirmeye çalışıyordu. Mümin Kaye kızdıkça , üzerine daha da ağır bir dille gidiyorlardı. Oyun gürültülü bir şekilde devam ediyordu. Kara Mehmed’i gördüğünde, Mümin Kaye’nin neşesi daha da arttı. Neden sonra “Ne Kara Mehmet ..dedi. “dayının yanına oturmuşsun ama, sen değil mümin Kaye’yi artık Türkiye bile kurtaramaz. Oğlum kahveci getir bizim karpuzu bu işin bitmesine az kaldı...” Arkasından katıla katıla gülmeler, takılmalar. Mümin Kaye kızdı. “sizinle de oyun oynanmaz ki, “dedi. Mümin Kaye cebinden tabakayı çıkarıp uzattı Kara Mehmed’e “bir tane de bana sar dedi. Tatlı Ali hemen atıldı. “ Yetişin hele Mümin Kaye’nin cıgara saracak halı da kalmadı” Gülüşmeler büyüdükçe Mümin Kaye’nin sinirleri geriliyor. Kopacak duruma geliyordu. Karpuz kesildi. Yeniden oyuna davet etmeler şeklinde sürüp gitti.
Arif Kaye’nin oğluyla kahveden çıktıklarında akşam ezanı okunuyordu. Sokakta evlerine giden birkaç kişiden başka kimse yoktu. Arif Kaye ile kapıda karşılaştılar. Kapı kantarma şeklinde yapılmış, enikli kapıydı. Arif Kaye camiye gidiyordu .Arif Kaye yetmişi aşkın beyaz sakalı, iri gövdesi ve elinden hiç bırakmadığı bastonuyla gelirdi aklına. Kara Memed’in. Arif Kaye “ Hoş geldin, sefalar getirdin.” dedi. Kara Memed “ sağ olun “ dedi “ sağlığınıza duacıyız.” deyişinde bir ürperti dolaştı. Kara Memed sağ olun dediğinde Arif Kaye ölümü hatırladı elinde olmadan. Elini çenesine götürdü, sakalını sıvazlayarak biraz düşündü. Ölüm... Ölüm... dönüp, dolaşıp geliyor, dikiliyordu karşısına sıkıntılara, çaresizliklere , dertlere, yoksulluklara, acılara karşın yine de yaşamak güzeldi. Ama hastalık bırakmıyordu yakasını. Biraz hızlı yürüse, iki merdiven çıksa , nefes nefese kalıyordu. Göğsü daralıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Göğsü sanki demir çemberlerle sıkıştırılıyordu. Doktorlara gitmişti kaç kez.. Bir torba ilaç alınmıştı. Dünya kadar masraf yapılmıştı. Pek bir faydasını görmemişti, biraz iyileşir gibi olmuştu hepsi o kadar. Bu dert beni götürür diyordu. Geçmişe uzattı bakışlarını. Gençliğini gördü. Ta... Rumeli’ye uzandı. bakışları. Derin bir göğüs geçirdi. “Ben bu hallere düşecek adam mıydım?” dedi. Elindeki kızılcıktan yapılmış baston yılan gibi gözüktü gözüne. Gençliğinde yiğit delikanlıydı. Yüreği cız etti. Sanki bir mangal köz boşaltmışlardı göğsüne. Ne zaman gençliğini ansa böyle olurdu. Kumraldan sarıya kaçan düz saçları, iri kıyım geniş omuzlarıyla her yerde dikkati çekerdi. Güçlüydü de iyi güreşirdi. Sırtını yere getiren olmamıştı. Ama şimdi; Yaşlılık yavaş, yavaş sezdirmeden sırtını yere getirmeğe başlamıştı. Beli bükülmüştü.Kızılcık bastonundan yardım umarak gidiyordu. Yılana benze- yen, boz bir yılana benzeyen bastonu düştü elinden. Tutunacak bir yer aradı. Başı dönüyor- du. Yine kalbi başlamıştı sıkıştırmaya. “soyka “ diyebildi. “soyka, bırak ki namaza gideyim.” Kara Memed hemen atıldı, düşmeden tuttu Arif Kaye’yi. oturttular kapının ağzına. Biraz dinlendikten sonra eve götürdüler. Hemen döşekler atıldı, yastıklar getirildi. Arif Kaye yatağa yatırıldı. Oğlu kızıyordu babasına “ sana kaç kez söyleyeceğiz baba, gitme artık camiye, kılacaksan evinde kil namazını , Camiye kadar gidip gelecek gücün yok, ama dinlemezsin bizi. Camideki ihtiyarlarla görüşmek istersin bütün çaban o. “ Doğrusunu söylüyordu oğlu., doğru söylüyordu da, onu anlamıyorlardı. Namazını camide kılmalıydı. Namazını evde de kılabilirdi. “ Yok yok olmaz. Asla olmaz. Camide kılmalıydı namazını. Camiye gelen yaşlılarla konuşmalıydı. Caminin duvarına sırtlarını verip, geçmişten konuşmalıydılar. Yavaşça Rumeli türkülerini mırıldanmalıydılar. Serez Ovasından, Vardar Ovasından, Rum kızlarından konuşmalıydılar.Yeniden yaşamalıydılar gençliklerini. Rumeli böyle miydi ya. Gençler bilmez. Rumeli‘yi diye düşündü. Bunlar bilmez yaşlıların gençliklerini anmadaki huzuru, yaşlı değiller ki Gitme demek kolay camiye. Arada bir eksilen yaşlıların acısını ben duyarım yüreğimde. Her yaşlının gidişiyle sıranın bana Yaklaştığını bilirim. Siz bilmezsiniz o yaşlıların gençliklerini. Geniş, gözün alabildiğince geniş, at sürebildiğince geniş ovalarda at sürüşlerini, cirit oynayışlarını... Savaş söylentisi vardı ortalıkta. Bütün konuşmalar savaş üstüneydi. Eşkıya ortalığı kasıp kavuruyordu. Bir köyden bir köye gidemez olmuştuk. Geceleri köylere de baskın yapıyorlardı. Akşamdan sabaha dek nöbet bekliyorduk. Sonra bir haber geldi. Bütün köy bir gemiye bindik... İzmir’de indirdiler bizi. Daha sonra buralara ne sıkıntılarla geldik. Her şeyimiz Rumeli’de kaldı. Oradan getirdiğimiz, bir iki yorgan, döşek birkaç parça kap kacak hepsi bu. Siz bunları bilmezsiniz. Bilmediğiniz için de benim camiye neden gittiğimi anlamazsınız. O yaşlılarda Rumeli’nin kokusu var oğlum kokusu var...” diyemiyordu.
Kara Memed yatağının dama serilmesini istemişti. Yatmak için dama çıktığında yalnızlığını yeniden yaşamaya başladı. İkircikli geliş gidişlerle, düşüncelerle doluydu. Sıkın- tılarından bunalınca gözlerini gökyüzüne dikiyordu. Ne vardı bu gökyüzünde. Gökyüzüne baktıkça, sıkıntılarından kopuyordu. Bu uzun karanlık boşlukta, sıkıntıları eriyor, yok oluyor- du. Giysisi ile yatağın üstüne uzandı. Yıldızlar göz kırpıyordu kendisine kızdı yıldızlara. Benimle eğleniyorsunuz dedi. Yıldızlar gücendiler bu kez. Işıklarını çektiler Kara Memed’in üzerinden. Başka taraflara saldılar. Kara Mehmed karanlığın ortasında kalıverdi birden bire. yıldızlara yalvardı... Yıldızlar yeniden ışıklarını saldılar Kara Mehmed’in üzerine. Köydeki bütün lambalar sönmüştü. Köpek havlamaları duyuluyordu. Ne kadar uğraşsa içindeki sıkıntıdan kurtulamayacağını biliyordu. Oysa yaşamak ne kadar da güzeldi. Geceyi bıçak gibi ikiye bölen ses, yalınızca Kocadere ‘nin gürültüsüydü. Karanlığı dolduran, karanlığı oyarak giden Kocadere‘nin gürültüsü her yanını kaplamıştı. Kocadere ‘nin bitmeyen, dinlenme nedir bilmeyen çağıltısına kaptırdı kendini. Taştan taşa vuran, ak köpükler saçarak akan Kocadere‘nin içindeydi artık Birden toparlanıverdi. Ne kadar sürüklenmişti Kocadere‘nin köpükler saçarak akan sularında kestiremedi. Uyuyup kalacağından korktu. Yelek cebindeki köstekli saati çıkardı. Çakmağını yakıp baktı saate. Daha çok vardı. Gecenin yarısına. Uyumamalıydı. Yataktan kalktı. Damın uç tarafına giderek oturdu. Sigarasını yaktı...Böyle beklemek zor oluyordu. Yeniden doldurmaya başladı Kocadere ‘nin gürültüsü kulaklarını. Artık dayanamıyordu sabrın sınırına gelmişti. Ellerinin arasına aldı başını, saçlarını çekti. Ne yapsa kurtulamıyordu. Kocadere ‘nin gürültüsü daha da fazlalaşıyordu. Bir tek ay ışığı vardı Kara Memede uzanan ay ışığı yüreğindeki sıkıntıları temizlemeye yetmiyordu. Elleri göğe kaldırdı. Tanrıya al bu sıkıntıları yüreğimden diye yakardı. Elleri yukarıda ne kadar kaldı bilmiyordu. Ellerinin uyuşmaya başladığını fark edince indirdi ellerini. Yorulmuştu. Başı göğsüne düştü. Birden sağ elini göğüs kafesine soktu. Kısa küt parmakları çelik gibiydi. Söktü aldı, yüreğini göğüs kafesinden, avucunda ki yüreğine baktı bir süre. Hala kıpır kıpırdı kanlı yüreği avuçlarında. Avucuna sığmayan yüreği atmasına devam ediyordu. Yürek kan, ölüm, kan, yürek. Midesi bulandı kandan. Bütün gördükleri kan rengine büründü. Karanlık kan renginde idi. Kanlar içinde boğuluyordu. Ayağa kalktı kustu kustu ...kustu.... Yüreğini hınçla savurdu . Kusmuk bulaştı yüreğine. Bastı ezdi, ezdi yüreğini. Durmadan basıyordu yüreğine söverek. Yüreği ezilmek bilmiyordu. O bastıkça delik top gibi gevşiyor, ayağını kaldırınca, yine eski durumuna dönüyordu. Yüreğiyle baş edemeyeceğini anladı. Bir tekme savurdu yüreğine. Yüreği yuvarlanarak gitti. Damın ucundan aşağıdaki gübreliğin üstüne düştü. Yüreğinin damdan düşmesiyle birlikte bir sancı saplandı göğsüne. Diz üstü çöktü. Dizlerinin üzerinde duramadı, yığıldı damın üstüne.
İki kez yandı, söndü el feneri. Fenerli ben geldim diyordu. Bekletmeye gelmezdi. Hemen kalktı ,külçe gibi yığıldığı yerden. ses çıkartmamaya çalışarak, usulca indi ağaç merdiven- den. Üç pınarın karşındaki mezarlıkta, oğlu at ve mavzerle bekliyordu. Oğlunun yanına vardığında, karanlıkta iki adam bir süre durdular Hangisi söze nasıl başlayacağını bilmiyordu. İkisinin de başları önüne eğikti. Başlarını kaldırsalar karanlıkta sanki göz göze gelecekmiş gibiydiler. Gözlerindeki parıltılar karanlığı delecekmiş gibiydi. Kara Memed oğlunun omzuna elini koydu. “ Burada beni bekle oğlum... Olur ya... gelmezsem...Gün ışımadan kimseye görünmeden köye dönersin... Merak etmeyin... bu işten de kimseye bir şeyler söylemeyesin...” Daha fazla konuşmak istiyordu. Sanki boğazına bir yumruk tıkandı. Bir iki yutkundu, konuşamadı.“Allah ‘a emanet olun...”dedi son kez, ata binerken.
Gideceği köyde üç kişi Ahmet ustanın işyerinde içki içiyorlardı. Hatırı sayılır kişilerdi bunlar. İçki şişeleri artmaya başladıkça, hem içki masasındaki yiyecekler çoğalıyordu hem de içenler. Zaman gittikçe sohbetleri koyulaşmaya başlamıştı. İşyerine her giren önce bir selam veriyor, sonra ister istemez masaya oturtuluyordu. İçki içmese bile masadaki mezelerden yiyorlardı. Fakat bu üç ağanın hallerinde bir tuhaflık vardı bu akşam. Fazla heyecanlıydılar. Heyecanlarını bastırmak, saklamak için, olmadık tuhaflıklar yapıyorlardı. İçlerinden biri sık, sık saatine bakıyordu. Vaktin artık yaklaşmakta olduğu belli idi. Biraz sonra , arkadaşlarına vaktin artık geldiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı “ Ağalar “ dedi. “ Bu toplantı böyle olmaz. Toplantı dediğin; sazlı,sözlü olmalı değil mi? “ Hep birden “Öyle ya doğru söylersin.” dediler. Yine ilk konuşan “haydin bre “ dedi. “Kalkın, ustanın sazını dinleyelim bir de. “ dedi. Vaktin geç olduğunu söyleyerek diğerleri gelmek istemedi. Üç ağa dükkandan birlikte çıktılar.
Salman usta ayakkabıcılık yapardı eskiden. İşyerinde iki üç kişi ancak oturabilirdi. İş yerinin her köşesine ıslak deri kokusu sinerdi. Ustanın duvarında hemen her zaman birkaç tane kalıba alınmış yemeni bulunurdu. Bir tarafında sayalar, araç lastiklerinden kesilmiş yemeni altları. Su dolu leğende deri parçaları.. Arada bir elini leğenin içindeki deri parçalarında gezdirir, onları yoklar, gereği kadar yumuşamış olanları leğenden çıkarırdı. Arka taraftaki rafta çeşitli aletler bulunurdu. .Sonra yemenicilik işini bırakmış, evinin yanında bir kahve açmıştı
Salman usta, erkenden yatmıştı. Kan uykusunda idi. Adını duyar gibi oldu bir kaç kez. öyle dalmıştı ki, düşünde kendisine sesleniyorlardı sanki. Karısının uyandırmasıyla, kalktı yatak- tan. Karısı “ Seni çağırıyorlar, bir baksan “ dedi. Karısı “lambayı yakayım “ dedi. Usta elini usulca tuttu karısının. “istemez “ dedi. Gece yarısı, her sese, varıp kapıyı açmak, hele lambayı açmak tehlikeliydi. Karısı usulca “gelen acep kimdir.” dedi. Salman ustanın iliklerine kadar bir ürperdi dolaştı. Ses vermedi Bir süre bekledi. Yastığının altından pusatını aldı. Namluya mermiyi sürdü. Karısı dikildi karşısına “ Gitmesen olmaz mı? dedi. Bir sıkıntı, bir huzursuzluk geldi oturdu kadının yüreğine. Eşinden sanki büsbütün ayrılacakmış gibi bir duyguyla sarsıldı kadın. Bütün vücudu ürpermelerle doldu.. Karısı Salman ustaya dönerek
“ boş ver, çağırırlar, çağırırlar; sonra giderler “dedi karısı. .Salman usta “ Çok konuştun karı “ dedi “ Gecenin bu vaktinde kimse keyfinden kapıyı çalmaz, Varalım bir bakalım “ dedi. Salman usta kalktı, şalvarını giydi. Ceketini omzuna alıp, kapının arkasına geldi. Elindeki pusatı her an ateşe hazırdı. Kapının arkasından “ Kimsiniz “ diye seslendi. Dışarıdan “ Ta- tanıyamadın mı? Salman Usta “ diyen bir ses ve ardından gülüşmeler duyuldu. “Bre macir çocuğu, hepten yaşlanmışsın “ diyen ikinci sesi hemen tanıdı.Bu Mustafa Ağa idi. Her zaman yerli, yersiz söylerdi sözünü. Mustafa ağa kendi yaşlılığını saklar gibiydi. Salman usta diğer gelenleri de tahmin etmekte güçlük çekmedi. Salman Usta kapının sürgüsünü çekti. Açkı iki kez döndü kilitte. Kapıyı açarken Salman usta “ kusura bakmayın ağalar” dedi. “ siz de bilirsiniz, gece her kapıyı çalana kapı açılmaz.” “Buyurun dedi.” Karısına seslendi.” Konuklarımız var tez hazırlan” Konuklarını odaya aldı. Biraz sonra kapı tıklatıldı.. .Karısı döşek ve yastık getirmişti. Salman usta. döşekleri serdi, yastıkları koydu. “ Böyle rahat oturun ağalar “ dedi. Odadan çıktı. Bir sini ve kalburla döndü odaya. Kalburu sininin altına koydu. Gelenler içki ve yiyecek getirmişlerdi. Bardaklar ve tabaklarda geldi. İçlerinden en yaşlısı “ dükkanda içtik biraz, sensiz canımıza sinmedi. Gidelim Salman ustanın yanına, sazsız, sözsüz bu işin tadı olmuyor dedik...” Salman usta “ iyi etmişsiniz ağalar, iyi etmişsiniz ama...” sözünü devam ettirmediler. “ aması da nedir şimdi bizi mi kıracaksın. “ “ Yok anlamadınız, demem o değil, saz kahvede, kahvenin açkısı da ocakçıda kaldı. Bu akşam eve erken geldim... Biraz yorgunum da...” dedi Salman Usta. . “O iş kolay “ dedi ağalar. “Hani geçen gün de böyle olmuştu... Sonra senin küçük kızı pencereden içeri sokmuştuk kahveyi açmıştı.” Usta da biliyordu bunu. Ama bir türlü dışarı çıkmak istemiyordu. İçinde bir sıkıntı vardı. Akşamdan beri içini burkan bir sıkıntı. Onun için akşamla birlik gelmişti eve. Bu gece bir aksilik olacakmış gibi geliyordu. İçkiden zerre-zerre uyuşan şah damarı zonkluyordu. Karar veremiyordu. Bir tarafta isteksizliği, içindeki huzursuzluk, diğer tarafta konukların ısrarı karşısında bocalıyordu. Konuklar susmuştu. Suskunluk uzadıkça ağırlaşıyor, içindeki sıkıntı çekilmez duruma geliyordu. Konuklar neden sonra Salman ustanın üstünü üstüne gitmeğe başladılar. Salman usta konukların bu kadar fazla ısrarına şaşıyordu. “Korkunun ölüme faydası yok diye düşündü.” Korktuğunu anladı. Sonra yüksek sesle “Allah’ın dediği olur...” .“Peki ağalar siz burada oturun ben şimdi sazı alır gelirim.” dedi. Ağalar hep birden ayaklandılar. “Olmaz, olmaz“ dediler. “Ağalar neden olmasın“ dedi Salman usta. Konuklardan en yaşlısı “ Evlat kahvede çalarız, söyleriz, daha iyi olmaz mı. Burada gürültüden çocuklar rahatsız olur” dedi. Doğruydu söyledikleri, Fakat bu içindeki korkuyu kaldıramıyordu. Salman Usta diğer odaya giderek uyuyan kızını okşayarak kaldırdı. Çocuk kucağında evden çıktılar. Kahvenin pencere demirini araladılar. Cam çerçeveyi yukarı doğru kaldırdılar. Çocuk rahatlıkla içeri girebildi. Yedek açkıyı buldu. Kapıyı açtı. Salman Usta kibrit yardımıyla lüksü buldu, yaktı. Bir anda küçük kahve ışığa boğuldu. Işık pencerelerden dışarıya vurdu. Salman usta çocuğunu kucağına aldı eve götürdü. Kahveye döndüğünde, pencerenin önündeki masada buldu konuklarını. Üstelik tam pencerenin karşısındaki sandalye boş bırakılmıştı. Salman usta tedirginleşti. “ Ağalar gecenin bu vaktinde pencere önüne masa atmak ne demektir...Şöyle biraz iç tarafa otursaydık. Bilirsiniz ki biz düşman sahibi adamız ” dedi. Yaşlı olan konuk “ Korkuyor musun yoksa Salman usta? “ dedi. Diğerleri bellerindeki ağır Umman’ları belli ederek gelecek olanın göreceği var... Bizim yanımızdaki adama şimdiye dek dokunulmamıştır.“dedi. Bir rahatlama geldi Salman ustaya. Söylenen bu sözün bir kıymetinin olmadığı bile bile yüreğinde bir rahatlama duydu. “ Korkma sen usta hele önce bize birer acı kahveni ikram et “ dediler. Salman ustanın getirdiği kahveler içildi. Sıra saza gelmişti. Duvarda asılı duran sazı eline aldı. Sandalyeyi masadan biraz geriye çekerek oturdu.Sazı
kılıfından özenle çıkarmaya başladı Bir iki gezinde sazın tellerinde. Tellerin ses düzenini ayarladı. Sonra yeniden vurdu sazın tellerine. Hangi türküden başlayacağını arıyor gibiydi tellerde.
Kara Memed yol üzerindeki bir pınara geldiğinde attan indi. Su içti pınardan. Elini, yüzünü yıkadı. Peşkiri ıslattı, sıktı boynuna attı. Yolu yarılamıştı. Hala inanamıyordu bu işi yapacağına. Düşle gerçek arasında yaşıyordu. Bir alış verişi, bir kırgınlığı Yoktu aslında. Bu işi neden üzerine almıştı. Bu işi yapamayacaktı. Yapamayacağını iyice anlamaya başlamıştı. Günlerden beri kendisini yoran, yıpratan bu sorundan artık bıkmıştı. İyi adamdı Salman Usta kimseye kötülüğü dokunmamıştı. Eskiden o küçük, ıslak deri kokan işyerinde akşama kadar yemenilerle uğraşır dururdu. Sonra bir kahve açmıştı evinin yamacına. Birden çocukları geldi gözlerinin önüne. Pınarın hemen yanında dikildiler karşısına. Sonra açlık, yoksulluk ve bitmek bilmeyen kışa hazırlıksız girmek geldi aklına. Bu yıl tarlalarda aç bırakmıştı. Çukurova’ya pamuk toplamaya da gidememişlerdi. Paraya o kadar ihtiyacı vardı ki. Oğlunun evlenmesi gerekiyordu. Paranın yokluğu oğlunun düğününü de geciktiriyordu. Vursam kim farkına varacak diye düşündü. Ben vurmasam başkalarına vurduracaklar nasıl olsa. Bir iki ay içinde oğlunun düğününü de yapardı. Neşelendi. Bir türkü söylemeye başladı yavaşça. Oturdu, bir sigara yaktı. Sigaranın dumanını şimdi daha başka türlü savuruyordu. Fazla sürmedi rahatlığı. karşısında Salman ustanın gözlerini buldu. Gözleri gittikçe büyüyordu Salman ustanın. Karanlığın her tarafını kapladı, kuşattı gözleri. Kara Memed, Salman ustanın gözlerinden kurtulmak istiyordu. Gözlerini açtığında yine karşısında o gözleri görüyordu. Salman ustanın gözleri. Işıklı bir şekilde idi. Sevi doluydu gözleri. “ Benim sana ne kötülüğüm dokundu” der gibiydi. Sinirleri iyice gerginleşti. Biraz önceki rahatlığı kaybolmuştu. Bu işi yapamayacaktı. Yolun yarısına geldiği halde vazgeçti birden. Atına bindi. Atı geldiği yöne sürmeye başladı. Geri dönüyordu artık. Fakat içinden bir ses kendisini rahat bırakmıyordu. Durmadan açlıktan, yoksulluktan anlatıyordu. Alacağın para seni rahatlatır diyordu. “Peki “ dedi “ köylü farkına varmayacak mı sanıyorsun. İçindeki ses durmuyordu. Şehre yerleşirsin. Hep şehirden söz ederdin köye. Ne çabuk unuttun. Evinde su olur. Musluğu açtın mı su, şakır şakır buz gibi dökülür avuçlarına. Sonra elektrik düğmeyi çevirdin mi gündüz gibi aydınlık olur odalar. Atını durdurdu Kara Memed. Çevirdi atın başını. Tırısa kaldırdı. “ Ne olacaksa olsun dedi. Çok zaman geçirdik. At ay ışığında koşmaya çalışıyor, koşamıyor, arada bir tökezliyordu. At tökezledikçe, atın karnına karnına bastırıyordu ayaklarını. Kumlu bayırdan aşağıya inerken atı, rahvana çevirdi. Köye yaklaşmıştı. Köyün girişindeki kahveden ışık seçilmeye başladığında attan indi. Atı yoldan çıkardı. Yolun kenarındaki gürlüklerin içine bağladı. Atın torbasına başına taktı. Eline pusatını aldı. Ateş gibiydi pusat., bırakmak istedi, atmak istedi birden . Elinin yandığını hissetti .Mermileri bir daha kontrol etti. Çevresine bakındı. Kimseyle karşılaşmamıştı. Yoldan gitmedi. Yol tehlikeli olabilirdi. Gecenin bu vaktinde bile bir tanıdık karşısına çıkabilirdi. Yavaşça ses çıkarmamaya çalışarak yaklaştı kahveye. Kahveden yirmi yirmi-beş adım uzaklıkta, yolun hemen üst tarafındaki bir kayanın arkasına geçti. Pusatını doğrulttu. Salman Usta namlunun ucundaydı artık. Eli tetiğe varamadı. Tetiği çekecek gücü bulamadı. Bıraktı mavzeri. Başını ellerinin arasına aldı, düşünceye daldı. Boşlukta yüzüyor gibiydi. Bir daha sarıldı mavzere. Elleri ter içinde idi. Ellerini koltuk altlarına götürdü, kuruladı. Salman Ustanın göğsüne nişan aldı. Salman usta saza vermişti şimdi kendini. Kahveden taşan sazın sesi Kara Memede kadar uzanıyordu. Eriyip gidiyordu karanlığın ortasında. Kara Mehmed son kez toparlanmaya çalıştı. Son bir kez daha baktı saz çalan Salman Ustaya. Gözlerini kapadı. Tetiğe bastı. Geceyi yırtan, karşı dağlara uzayan, dağlardan ovalara yankılanıp, çoğalarak ilerleyen pusat sesi çoğaldı, çoğaldı ve ardından korkunç bir sessizlik başladı. Salman usta ayağa kalkar gibi oldu. Sandalye ile birlikte arka üstü devrildi. Aynı anda karşı evden Salman ustanın karısının iç parçalayıcı çığlığı duyuldu.
Kara Memed koşuyordu. Boyunca gürlükleri, taşları atlayarak koşuyor. karanlıkta düşüyor, kalkar kalkmaz yine koşmaya başlıyordu. Arkasına dönüp bakıyordu. Bir takip eden var mı diye. Atının yanına geldiğinde göğsüne sığmayan yüreği ağzına gelecek gibiydi. Atina bindi tırısa kaldırdı. Konuk olduğu köye ulaştığında at da kendi de kan ter içindeydi. Hala inanamıyordu Salman Ustayı vurduğuna. Mezarlıkta bekleyen oğluna atı ve pusatı verdi. Kimseye görünmeden köyüne dönmesini istedi. Kara Memed ,Arif Kaye’nin evine doğru ilerledi. Evin yanına geldiğinde çevresini bir daha gözledi. Kimsenin olmadığını görünce, damın arkasındaki ağaç merdiveni hızla çıktı. Soyunup yatağına yattı. Yatağı onun kurtarıcısı olmuştu. Kalın yün yorganı üstüne çekti. Yorganın altında güvencedeydi. Kalbi duracakmış gibi çarpıyordu. Susadı. Kalkıp su içmek istedi. Kalkamadı Yatağından. Gürültüler duymaya başladı. Bağrışan bir kalabalık vardı. “Katil... katil.. “diye bağrışıyorlardı. Kalabalık gittikçe yaklaşıyordu. Yaklaştıkça sesler daha açık saçık duyulmaya başladı. Şimdi çevresinde idi kalabalık. Ayak sesleri çoğaldı yatağın kenarında. Yorganından başını çıkarsa yakalanacağını sandı. Bütün köy halkı, Jandarmalar yatağın çevresini sarmışlardı. Jandarmalar pusatlarını yatağa doğrultmuştu. Katil diye bağırılıyordu. Katil...Kulaklarını sağır eden katil sözüne dayanamaz oldu. Uzaklardan bir çığlık, kulakları tırmalayan bir çığlık yükseliyordu. Bu Salman Ustanın karısının çığlığı olmalıydı. O kadar içten, ta can evinden kopan bir çığlıktı bu.. Boncuk boncuk terlemeye başladı, yatağın içinde. Salman usta gitmiyordu gözlerinin önünden. Tetiği çekerken görmüştü, Salman Ustanın hafifçe doğrulup, arka üstü devrildiğini. Salman usta gözlerinin önünde hep devriliyordu. Yavaş yavaş devriliyordu. On kez, yirmi kez, yüz kez devriliyordu. Devriliyor, devriliyor, devriliyordu. Yorganı attı başından. Gözlerini bir süre açamadı. Korkuyordu. Gözlerini açsa yakalanacağını sanıyordu. Gözlerini açtı sonunda. Kimse yoktu çevresinde. Yüreğine bir avuç su serpilmiş gibi oldu. rahatladı. Damın üzerinde bir adam görür gibi oldu. Sandalyeye oturmuştu. Kucağında bir saz vardı. O kadar dalmıştı ki sazına...Adam kalktı yerinden ağırca kalktı. Adımlarını toprak dama çok hafifçe basıyordu. Havada yürür gibiydi. Yüreği cız etti. Kara Mehmed’in. Adam yaklaştı, yaklaştı. Salman ustaydı bu. Ay ışığı yüzünü yaladı. Salman ustanın göğsü, elleri kan içindeydi Sarıldı Kara Mehmed’in boğazına. ”Beni neden vurdun. Neden. neden “ diye bağırdı. Ses ta uzaklardan yankılanarak geliyordu. Salman usta birdenbire damın ta öbür ucuna gidiyor, sonra geri dönerek yine karşısına dikiliyordu. Gözünü kapadı. Yatağında, sağa döndü, sola döndü kurtulamadı Salman ustadan. Dağ, taş, dam, yatak hep Salman ustaydı.Salman Usta olmuştu. Bunaldı kendisini kaybetti.
Sabah ezanı okunurken kalktı yatağından. Aşağıya indi. Arif Kayeyi abdest alırken gördü. Önünde bir leğen vardı, gelini elindeki ibrikle su döküyordu. Selamlaştılar. Ben de abdest alacağım dedi Kara Mehmed. Arif Kaye “yüzüne ne oldu.” dedi.“çalı, çırpı yırtmışa benzer” Arif Kaye bunu söyleyince Kara Mehmed şaşırdı. Elleri yüzüne gitti. Yer yer yırtılmıştı yüzü. Yüzünün çizgilerinde kah pıhtılaşmıştı.“Gece kaçarken olmuştur.” dedi kendi kendine. Yüreğinin çırpıntısı artı. Kan Yürüdü beynine. Ne yanıt vereceğini bilemedi. Arif Kaye’nin gözleri, Kara Mehmed’in yüzünde ve yüzünü sıvazlayan ellerinde idi. Arif Kaye eski adamdı. Anlar mıydı acaba. “ Sende bir tuhaflık var yiyen bu sabah “ dedi. Bu son sözü bardağı taşıran son damlaydı. Kara Mehmed toparlanmaya, yüzünü saklamaya çalıştı. “Yüzüme ne mi oldu dayı” dedi. “Gece küçük abdeste çıkmıştım. Çalıların arasına düştüm...” dedi. Arif Kaye’nin dudaklarında bir gülümseme yayıldı. Kara Mehmed inanmadı, bu eski kurdu kandıramadım. Bana gülüyor, sen kimi kandırıyorsun der gibi. Abdest almaya yöneldi. Arif Kaye ile birlikte camiye gittiler. Camiye giderken jandarmaların hazırlandıklarını gördüler. Camide öğrendiler Salman Ustanın gece yarısı vurulduğunu. Köydekilerin bir kısmı namazdan sonra Salman Ustanın köyüne doğru yola çıktılar. Kara Mehmed de bunların arasındaydı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.