ACI ARASI ÇARESİZLİK VAR ÖĞÜNDE (4)
Anneme döndü gözlerim. Solmuştu gül yüzü. Sonradan öğrendim ki; son nefesinde dedemin yanındaymış annem; babaannem ve yengemle beraber. Üçünün kollarında son bir yudum su eşliğinde, teslim etmiş canını, salmış semalara bir nefes koyuverir gibi rahatça. Daha bir kaç ay önce çok sevdiği eniştesini, seneler önce kendi anne babasını ve daha birçok sevdiğini uğurlamıştı bu yolculuğa annem. Büyük bir ihtimalle bu yüzdendi ürkek ve titrekliği. Bir çok yeni cana merhaba derken, birçok cana da güle güle demek ne acıydı şu hayatta.
Amcalarımın da; babasız kaldıkları ilk anların ezikliğiyle omuzları çökmüştü. Sisli bir tan yeri sakinliğinde birer köşeye çekilmişlerdi. Her nefesle içlerine dolan acıyı engellemek için sanki nefes bile almıyorlardı.
Herkeste ağır aksak bir telaş hakimdi. Bir şeyler yapılıyordu, yapılmak zorunda oldukları için. Ama kimse içten istekle yapmıyordu yaptıklarını.
Dedemi; çökmüş gözleri, ürkek bakışlarıyla, artık ağzına sığmadığı için takamadığı takma dişleri olmadan ve bu nedenle konuşma zorluğu çektiği haliyle iki gün önce görmüştüm. Soluklu halini son görüşümmüş meğer. Son günlerde etrafında olmayan şeyler görmeye başlamış ve sürekli bunları kovalayıp duruyormuş. Hatta babaannemin zorlukla giydirdiği yeleğini nasıl beceriyorsa çıkarıp başına sarıyormuş. Sanırım kendince bu gördüklerinden korunmaya çalışıyordu. Ama yine de beni tanıdı ve zorlukla anladığım bir dille neden işte olmadığımı sordu. Çünkü en değer verdiği şeylerden biri çalışmaktı. Çalışmayanlara, iş beğenmeyenlere, para kazanmak için çaba sarfetmeyenlere çok kızardı. En çokta “parası az olsa da sigortası olan bir işte çalışın” derdi herkese. Onu ziyaret etmek için bile çalışmamış olmamı kabul etmezdi. “ah dedeciğim” aylardır yattığı için günleri karıştırmıştı artık.
Daha üç ay önce halâ dolaşabiliyordu. Öyle hareketli bir insandı ki; evi bir yokuşun tepesinde olmasına rağmen, günde dört beş kere o yokuşu üşenmeden iner çıkardı. Evdeki en ufak eksiğe bile sanki evin seksen yaşında ki çocuğu gibi hiç of demeden o giderdi. Ve şimdi ele avuca sığmayan seksenlik delikanlı bir yatağa mahkum edilmişti o illet hastalık yüzünden. Hani denir ya “kusursuz insan olmaz” “her güzelin bir kusuru vardır” diye. İşte dedemin de; iyi yürekli, çalışkan, sevecen bir insan olmasının yanı sıra bir de kusuru olmalıydı. Ve bu illet, devasız hastalık olmuştu onun da kusuru.
Doktorlar yapılacak bir şeyin olmadığını, kanser hücresi türlerinden en hızlı yayılananın pençesinde olduğunu, yoksa diğer organlarının otuz beş yaşında ki bir insan kadar sağlıklı olduğunu, eğer kanserin başka türüne yakalanmış olsaydı daha uzun seneler yaşayabileceğini söylediler. Yine de herkes elinden geleni yaptı. Daha çok bizimle olsun, kendini iyi hissetsin diye. Birden düştü elden ayaktan. Hızla vücudunu istila eden kötü hücreler yüzünden. Yataktan çıkmak istiyordu; acıları izin vermiyordu. Yatmak istiyordu; o içinde ki gençlik duygusu onu boğuyordu. Etrafında dolaşanlara, konuşanlara acayip kızıyordu. Çünkü o artık gezip dolaşamıyordu. Nasıl kızmazdı, kendi gibi yatmak zorunda olmayanlara?
Bir yandan daha fazla acı çekmesin diyorduk. Ama bir yandan da ondan ayrılma düşüncesiyle kavruluyorduk. Her ne kadar geçirdiği her günün son yolculuğuna yakınlaşması demek olsa da o gün gelmeyecekti sanki.
Bilinen ama istenmeyen gün gelip çatmıştı işte; yüreklerimizi parçalarcasına, tekmeleye tekmeleye. Dinmişti artık çektiği acılar, bizlerde koca acılar bırakarak...
Boylu boyunca yatıyordu son kıyafetinin içinde, üşüyorum diye kapısını sımsıkı kapalı tutturduğu odada,yatağının yanında, yerde. “Artık üşümüyorsun dedem. Bak yerdesin sesin bile çıkmıyor” dedim içimden. Upuzun, dağ gibi bir adam olmuştu nedense beyazlar içinde. Sanırım dağ yüreğinin yansımalarıydı bu bedenine. Ruhun bedeni terk ettiği bir insana bakmaktan korkarım zannederdim hep. Ama hiçbir korku kırıntısı yoktu içimde. Öptüm o gül sarısı yüzünü incitmemek için narince. Gözlerim ayaklarına takıldı. Duvara değiyordu. Birden çok rahatsız oldum. Telaşla kardeşimi buldum.Çekti ayaklarını duvardan. Son günlerinde hep üşüyordu. Daha da çok üşür diye miydi bu rahatsızlığım? Bundan bu kadar rahatsızlık duymamı hala çözemedim. Ama orda öyle cansız yatsa bile böyle olmamalıydı. Yani "öldün artık önemin yok" demekti sanki bu. Ve hala beni düşündüren gözlerinin yarı aralık olması. Sanki aralık gözleri ardından bizi izliyor gibiydi. Bir laf kullanılır bazen “gözlerim açık giderim” diye. Hani istediğimiz bir şey olmadan bu dünyadan göçersek diye kullandığımız bir söz. Dedemin çok isteyipte elde edemediği ne vardı acaba? Ya da var mıydı böyle bir şey?
ASLI DEMİREL...
(devam edecek)