Övünmeyiniz! hem topraktan yaratılmış, hem de toprağa dönünce kendisini kurtların böceklerin yiyeceği insanın övünmesi neye yarar. hz. ebubekir
MuratKEREMk
MuratKEREMk

İslam Medeniyeti Nerede Yoruldu?

Yorum

İslam Medeniyeti Nerede Yoruldu?

0

Yorum

1

Beğeni

0,0

Puan

48

Okunma

İslam Medeniyeti Nerede Yoruldu?

İslam Medeniyeti Nerede Yoruldu?

Güç, Kurum ve Ruh Arasında Kaybolan Denge

Yazar: Murat Kerem

Bir medeniyet bir günde çökmez.
Önce yorulur.
Sonra alışır.
En sonunda da fark etmeden vazgeçer.

İslam medeniyeti de bir yenilgiyle değil; bir yorgunlukla zayıfladı.
Kılıçlar kınında duruyordu, şehirler hâlâ ayaktaydı, minareler göğe uzanıyordu.
Ama bir şey eksilmeye başlamıştı.

Ruh.

Bu eksilme bir ihanetle değil, bir kaymayla oldu.
İlke yerindeydi ama niyet yorulmuştu.
Kurumlar vardı ama vicdan geride kalmıştı.
Güç artmıştı ama onu taşıyacak ahlâk aynı hızda büyümemişti.


Gücün Ağırlığı

İslam medeniyeti, gücü Resûlullah’ın (s.a.v.) ellerinde tanıdı.
Ama o güç, hiçbir zaman sahibine ait olmadı.
Bir emanetti.

Efendimiz (s.a.v.), Medine’de bir devlet kurdu ama saray inşa etmedi.
Ordular yönetti ama ayrıcalık üretmedi.
Bir çocuğun ağlaması, bir komutanın zaferinden önce gelirdi.

Dört Halife devri, bu emanet bilincinin zirvesiydi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), hutbeye çıkıp:
“Doğru gidersem bana uyun, eğrilirsem beni düzeltin,” dediğinde
bir yönetim modeli değil, bir hesap verme ahlâkı inşa ediyordu.

Hz. Ömer (r.a.), geceleri sırtında un çuvalı taşıyan bir halifeydi.
Devletin ihtişamı değil, yetimin açlığı onu uykusuz bırakıyordu.

Ama sonra bir kırılma yaşandı.

Saltanat geldi.
Devlet, babadan oğula geçen bir mülke dönüştü.
Güç, emanet olmaktan çıkıp hak gibi algılanmaya başladı.

İşte ilk büyük yorgunluk burada başladı.


Bir Nefes: Ömer bin Abdülaziz (r.a.)

Bu yorgunluk her şeyi tüketmedi.
Çünkü bu medeniyet bütünüyle sahipsiz bırakılmadı.

Ömer bin Abdülaziz (r.a.) halife olduğunda, saray sessizdi.
İnsanlar, yeni bir devrin ihtişamını bekliyordu.
Ama o, ihtişamı değil, hesabı seçti.

İlk icraatlarından biri, kendisine ve ailesine tahsis edilen haksız malları Beytülmâl’e iade etmek oldu.
Eşi Fâtıma bint Abdülmelik, ziynetlerini getirdi.
Altınlar, mücevherler önlerine serildi.

Ömer bin Abdülaziz (r.a.) başını kaldırdı ve yavaşça konuştu:
“Bunlar ya senin olur, ben bu görevden çekilirim;
ya da bunlar Allah’ın malı olur, ben bu yükü taşırım.”

Fâtıma tereddüt etmedi.
Ziynetler Beytülmâl’e kondu.

O gün sarayda bir şey eksildi.
Ama ümmette bir şey çoğaldı: güven.

Bir başka gün, gecenin ilerleyen saatlerinde devlet işlerini bitirdi.
Mumu söndürdü.
Yerine başka bir mum yaktı.

Yanındakiler sordu:
“Neden?”

Şu cevabı verdi:
“Birincisi ümmetin malıydı, ikincisi benim.”

Kısa süren hilafetinde adalet o kadar yaygınlaştı ki,
zekât verecek fakir bulunamaz oldu.

Demek ki sorun saltanatın kendisi değil;
saltanatın ahlâkla dengelenip dengelenmediğiydi.

Ama bu diriliş uzun sürmedi.
Çünkü benlik, ten sevdası ve iktidar tutkusu yeniden ağır bastı.

Kurumların Ruhsuzlaşması

Medeniyet büyüdükçe kurumlar kaçınılmazdı.
Devlet, hukuk, ordu, eğitim, vakıf…

Ama bu kurumlar bir amaç için vardı:
İnsanı korumak.

Zamanla bazı kurumlar, insanı korumak yerine kendini korumaya başladı.
Usul, hikmetin önüne geçti.
Şekil, maksadı örttü.
Kural, adaletin yerini aldı.

Bir mahkeme vardı ama adalet yoktu.
Bir medrese vardı ama hikmet eksikti.
Bir devlet vardı ama merhamet susmuştu.

Kurum ayakta kalmıştı;
ruh çekilmişti.

Ve ruhu çekilen hiçbir yapı, uzun süre insan taşıyamaz.


İlim Yorulduğunda

İlim, bu medeniyetin omurgasıydı.
Ama ilim de yoruldu.

Başlangıçta ilim, hakikate yürümekti.
Soru sormak ibadetti.
Yanılmak, öğrenmenin bir parçasıydı.

Hârûn Reşîd döneminde Bağdat geceleri kandillerle aydınlanıyordu.
Ama asıl ışık sokaklardan değil, ilim meclislerinden yükseliyordu.

Bir gece sarayında otururken, huzuruna çağırdığı bir âlime şöyle dedi:
“Bana nasihat et.”

Âlim sustu.
Hârûn Reşîd ısrar etti:
“Beni uyarmazsan, Allah’a karşı mesul olursun.”

Âlim başını kaldırdı ve şöyle dedi:
“Ey müminlerin emîri, sen bugün Fırat’ın kenarında susuzluktan ölen bir insanın hesabını da vereceksin.”

Saray sessizliğe gömüldü.
Orada bulunanlar nefesini tuttu.
Çünkü bu söz, bir hükümdara değil; bir emanetçiye söylenmişti.

Hârûn Reşîd ağladı.
Sonra şunu söyledi:
Allah’a hamdolsun ki, beni ikaz edecek insanlar hâlâ var.”

Onun döneminde Beytü’l-Hikme yalnızca bir tercüme merkezi değildi;
hakikatin arandığı bir düşünce meclisiydi.
Âlimler susturulmuyor, saraya süs yapılmıyordu.
Yanlış, gücün yüzüne söylenebiliyordu.

Ancak zamanla bu iklim bozuldu.

Soru sormak cesaret ister oldu.
Ezber, tefekkürün önüne geçti.
Taklit, tecrübenin yerini aldı.

İlim vardı ama cesaret yoktu.
Bilgi vardı ama hikmet eksikti.

İlim iktidara yaslandığında derinliğini kaybetti.
İktidar ilmi süs olarak kullandığında,
medeniyet yeniden yoruldu.


Kalbi Olan Devletler: Selçuklu, Osmanlı, Endülüs

Bu medeniyet yine de tamamen düşmedi.
Çünkü her inişin ardından bir diriliş geldi.

Selçuklu’da Nizâmülmülk, devleti ilimle ayağa kaldırdı.
Medreseler yalnızca derslik değil;
ahlâk ve sorumluluk mektepleriydi.

Osmanlı’da padişahlar vardı ama
onları dengeleyen bir güç daha vardı:
âlimler ve tasavvuf ehli.

Eğer devlet bir vücutsa,
âlimler onun beyni,
tasavvuf ehli kalbiydi.

Endülüs’te ise farklı dinler aynı şehirde insan kalabildi.
Bu, kılıçla değil; adaletle mümkün oldu.

Ne zaman bu denge bozulduysa,
devlet yaşlandı.


Son Üç Asır: Yorgunluğun Derinleşmesi

Son üç asırda yıkılışlar, yıkılışları takip etti.
Topraklar gitti, şehirler düştü, kurumlar çöktü.

Ama asıl yıkım dışarıdan değil,
içeriden geldi.

Benlik büyüdü.
Nefs beslendi.
Ruh ihmal edildi.

Ve medeniyet, yavaş yavaş kendi özünden uzaklaştı.


Bugüne Bakan Ayna

Bu yazı geçmişi suçlamak için yazılmadı.
Geçmiş, ders içindir.

Asıl soru bugündür:

Gücü nerede konumlandırıyoruz?
Kurumları kimin için ayakta tutuyoruz?
İlmi kimin adına üretiyoruz?
Adaleti kime reva görüyoruz?

Eğer bu sorular rahatsız ediyorsa,
yazı amacına ulaşmıştır.

Çünkü medeniyet,
rahatsızlıkla başlar;
konforla değil.

Medeniyetin nefesi

İslam medeniyeti yoruldu.
Ama tükenmedi.

Çünkü bu medeniyet bir bina değildir.
Bir toprak parçası hiç değildir.

O, yeniden hatırlandığında canlanan bir ruhtur.

Bir insan adil olduğunda,
bir âlim cesurca konuştuğunda,
bir yönetici hesap vermeyi göze aldığında,
bir güçlü affettiğinde…

Medeniyet yeniden nefes alır.

Ve bugün,
bütün bu yorgunluğa rağmen
yeniden dirilme emareleri görülüyorsa,
bu sadece İslam’ın değil,
insanlığın dirilme ihtimalidir.

Çünkü bu medeniyet,
merhamet medeniyetidir.
Onun ayağa kalkması,
insanın ayağa kalkması demektir.

“Bu yorgunluktan sonra yeniden diriliş mümkün mü?”

Bazı yolculuklar,
en karanlık durakta
yeniden başlar.

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
İslam medeniyeti nerede yoruldu? Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz İslam medeniyeti nerede yoruldu? yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
İslam Medeniyeti Nerede Yoruldu? yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL