0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
27
Okunma

BÖLÜM 13 – TAPINAKTA YAKALANIŞ
Efes gecesi serin ve sessizdi. Rüzgâr, pagan tanrıların devasa heykellerinin etrafında usulca dolanıyor, zamanın kalbine işlemiş gibi sessiz duaları sürüklüyordu. Efes’in taş sokaklarında gece yürümek bile ürkütücüydü; çünkü her köşebaşında bir putperest ayinine, her meydanda bir tanrıya adanmış kurban törenine rastlamak mümkündü.
Ama onları asıl tedirgin eden şey, şehrin her yanında yankılanan sesli duyurulardı:
“Yüce Decius’un emriyle, her vatandaş tanrılara adak sunacak! Secde etmeyen, secde edecektir. Kaçan, yakalanacaktır. Karşı çıkan, kurban edilecektir.”
İlyas fısıltıyla konuştu:
"Bu şehir korkudan bir put hâline gelmiş."
Yusuf, “Mehlika Sultan’ı bu şehirde duyan var mı?” diye bir köylüye sormaya kalkınca işler karıştı. Köylü elleriyle ağzını kapatıp yüzüne bile bakmadan geri çekildi ve arkasından bir muhafıza işaret etti. Çok geçmeden köşe başını döndüklerinde ellerinde meşalelerle gelen altı asker, yollarını kesti.
Komutan sertçe bağırdı:
"Durun! Kimsiniz siz? Nereden geldiniz?"
Selim, arkadaşlarına “Ayrılmayın!” diye fısıldadı ama bir adım bile geri atmadı. Ahmet korkuyla elini cübbesinin içinde sakladı, Yusuf ise etrafı süzerek kaçış yolu arıyordu.
Komutan elini kaldırdı:
"Hepsini alın! Tapınağa götürün. Tanrıların huzurunda secde etmeyen secde eder, direnenler yakılır!"
Gençler bağlandı, taş sokaklardan aşağı sürüklenerek götürüldüler. Tapınağın önüne geldiklerinde, dev sütunlar arasından yükselen dumanlar onları karşıladı. İçeride putların önünde diz çökmüş kalabalık bir halk vardı. Kurbanlık hayvanların iniltileri ve tapınak ezgileri birbiriyle karışıyor, gençlerin kalbini sıkıştırıyordu.
Bir rahip ellerini açtı:
"Bu gece yedi genç için kurbanlar hazırlandı. Onlar da tanrıların lütfunu secdeyle karşılayacaklar!"
Yedi gencin gözleri birbirine kenetlendi. Selim başını kaldırdı:
"Biz yalnız bir Allah’a inanırız. Ne altından yapılmış putlar, ne ateşten dökülmüş tanrılar..."
Kalabalıktan uğultular yükseldi. Bazıları taş fırlatmaya başladı. Askerler gençlerin etrafını sardı. Kurban taşına sürüklenmek üzereyken Selim zincirini birden gerdi, bir demir halkayı kopardı. Kıtmir öne fırladı, askerin bacağını ısırdı. Yusuf zincirini yere sürtüp kalkanı olan bir askeri yere devirdi. İçerisi bir anda kargaşaya dönüştü.
Ahmet bir meşaleyi kaptı ve duvardaki halıyı tutuşturdu. Tapınağın içini duman sararken, gençler halkın şaşkın bakışları arasında arka kapıdan kaçmayı başardı.
Efes’in karanlık sokaklarına karışırken İlyas omzunu tutuyordu, yaralanmıştı. Ama hepsi hayattaydı.
Ve peşlerinde artık sadece askerler değil, bütün bir şehir vardı.
BÖLÜM 14 – DAĞA KAÇIŞ
Efes’in arka sokakları taş ve is doluydu. Gecenin karanlığında, yıldızların altında, bir hayalet gibi ilerliyorlardı. Putperestlerin nöbet tuttuğu tapınaklardan, anonsların yankılandığı sokaklardan gizlice geçip şehrin arka duvarlarına ulaştılar.
Kıtmir en önde, sessizce ilerliyor, yol boyunca onları uyarırcasına ara ara durup kulak kabartıyordu. Ardından Selim fısıldadı:
"Her yerde asker var. Kapıdan çıkarsak bizi kurban niyetine tapınağa götürürler."
Yusuf dişlerini sıktı:
"Bu şehirde kalamayız. Aşağı vadide bir yol gördüm. Orası dağa çıkıyor."
İlyas yaralıydı, ama ayakta durmakta ısrar ediyordu. Omzunda Selim’in desteğiyle yürüyordu.
Ömer önlerine çıkan bir kayanın ardında durup mırıldandı:
"Gidecek yerimiz yok. Sadece yürümek yetmez… bir sığınak bulmalıyız."
Tam o anda Ahmet konuştu:
"Ben… bir şey söylemek istiyorum. Bu gece rüyamda bir mağara gördüm. Dağın yamaçlarında, önünde yedi taş vardı. Sanki bizi bekliyordu."
Herkes durdu. Birbirlerine baktılar. Yusuf hafifçe başını salladı:
"Bu rüyalar… artık bizim rehberimiz oldu. Daha önce bizi Süreyya yıldızına yönlendiren de bir rüyaydı. Belki bu da boşuna değildir."
Dağa tırmanmaya başladılar. Ay ışığı yavaş yavaş solarken, gökyüzü puslu bir maviye dönüyordu. Ve sonunda, Ahmet’in tarif ettiği gibi, taşların dizildiği bir yamaçta durdular. Önlerinde, kayaların arasında bir karanlık vardı. Bir mağara girişi. Sabaha karşı o mağaranın önüne vardılar. Kayalar arasındaki dar giriş, içeriye soğuk ama güvenli bir hava taşıyordu.
Selim eğilip baktı:
"Burası…"
Yusuf içeriye ilk adımı attı. Serin bir rüzgâr yüzlerine çarptı. Derinlikten gelen sessizlik onları içine çekiyordu.
Yusuf mağaraya bakıp yutkundu:
"İçerisi sessiz. Girersek bir süre bizi bulamazlar."
Gençler sırayla içeri girdiler. Zemin sertti ama bedenleri çok yorgundu.
"Sığınabileceğimiz tek yer burası. Yorulduk. Dinlenelim."
Kıtmir mağaranın girişine uzandı, gözleri hâlâ açıktı. Sanki nöbetteydi.
O sırada şehirden gelen bir grup asker, izlerini takip etmiş, onların bu yöne gittiğini öğrenmişti. Komutanları, yüzü öfkeden gerilmiş halde konuştu:
"Yedi kişi! Hepsi de tanrılara karşı geldi! Saklandıkları yerde bulup getirin!"
Askerler dağa doğru yürüyüşe geçti. Ayak izlerini, kırık dalları takip ettiler. Sonunda mağaranın girişine ulaştılar.
Ama o anda yer sarsıldı.
Kayaların arasından kopan büyük bir parça, gürültüyle mağaranın girişine düştü. Bir uğultu, bir toz bulutu ve taşların yankısı mağarayı titretti.
Dışarıda komutan öfkeyle geri çekildi. Gözüne kaçan tozu silerken kılıcını yere vurdu:
"Çok geç kaldık! İçerideler!"
Askerlerden biri önündeki taş yığınına yaklaşıp eliyle dokundu:
"Komutanım, belki kayayı çekebiliriz. Altında hâlâ canlı olabilirler!"
"O kayanın ağırlığı bir fil kadar! Üç adam daha gelin, deneyeceğiz!"
Askerler kollarını sıvayıp itmeye çalıştı. Taş kıpırdamadı bile. Biri küreğini aldı, başka biri levye buldu. Ama mağara, kaderin çizdiği bir mühür gibi kapanmıştı. Taş, yalnızca mağarayı değil, zamanın da üstüne düşmüştü.
Komutan dişlerini sıktı:
"Yakalasaydık bir kurban gibi tapınağa götürüp öldürecektik. Ama şimdi bizim öldürmemize gerek kalmadı. Orada tanrılar bile onlara ulaşamaz!"
İçeride ise...
Gençlerin nefesleri daralmıştı. Girişten sızan ışık tamamen kesilmiş, taş tozu havaya yayılmıştı.
Yusuf kayaya yaklaşmaya çalıştı ama çöken taşın sıcaklığı ve ağırlığı onu geriye itti.
"Dışarı çıkamıyoruz. Yol kapanmış."
İlyas kayanın kenarını yokladı:
"Kıpırdamıyor. Bu kadarla kaldıysak... burada öleceğiz."
Ömer duvarlara ellerini dayayarak yürüdü:
"Belki başka bir çıkış vardır. Bu dağ boş değil. Mağara belki bir yeraltı yoluna açılır."
"Ayrılmayın. Birlikte arayalım." dedi Selim.
Dakikalarca yürüdüler. Her biri elleriyle taş duvarları yokladı. Bir tünel, bir çatlak, bir geçit… ama sadece soğuk taş ve yorgunlukla karşılaştılar.
Musa dizlerinin üzerine çöktü:
"Burası mezarımız olacaksa… en azından birlikteyiz."
Yusuf, elini Ahmet’in omzuna koydu:
"Dinlenmemiz gerek. Belki rüyalar bize yine yol gösterir."
Ahmet yavaşça yere uzandı:
"Burası güvenli gibi. Belki biraz dinleniriz. Sonra ne yapacağımıza bakarız..."
Selim mağaranın duvarına yaslandı. Gözleri karanlığa alışırken bir iç geçirdi:
"Allah bizi unutmaz. Bize unutulmayı nasip etmesin..."
Kıtmir mağaranın içinde sessizce dolaştı, sonra kapının önünde ön ayaklarını uzatıp yattı. Gözleri açıktı. Sanki hâlâ nöbetteydi.
Ve uyku... gökten inen bir örtü gibi gözlerinin üstüne kapandı.
DEVAM EDECEK...