1
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
49
Okunma
İslam Medeniyeti: Taşla Değil İnsanla Kurulan Uzun Bir Yolculuk
Yazar: Murat Kerem
Bir medeniyet bazen bir sarayın ihtişamında değil, sabaha karşı bir kandilin titrek ışığında anlaşılır.
Bazen bir fetih narasında değil, fetih bittikten sonra yetim kalan bir çocuğun başını okşayan elde kendini ele verir.
Çünkü gerçek medeniyet, gücün zirvesindeyken nasıl davrandığınla ölçülür;
eline her şey geçtiğinde neyi tercih ettiğinle…
İslam medeniyeti, işte bu imtihanların içinden geçerek yürümüş bir medeniyettir.
O, tarihe yalnızca şehirler bırakmadı; insan hikâyeleri bıraktı.
Bu yüzden onun izini sadece taşlarda değil, vicdanlarda sürmek gerekir.
Bu yürüyüş bir ilkeyle başladı. Kur’ân, daha ilk adımda medeniyetin yönünü tayin etti:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
(Kur’ân, Enbiyâ 21/107)
Bu ayet, İslam medeniyetinin güce değil rahmete, tahakküme değil merhamete, ayrıcalığa değil insan onuruna yaslanacağını baştan ilan ediyordu.
Bir başka ayet ise bu rahmetin hayata nasıl taşınacağını gösterdi:
“Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder.”
(Kur’ân, Nahl 16/90)
Adalet, ihsan ve sorumluluk…
İslam medeniyeti, bu üç kelimenin arasına sıkışmış soyut bir idealin değil; yaşanmış, denenmiş ve bedel ödenmiş bir hayatın adıdır.
Kalbin Şehir Olduğu Zaman
Bu yürüyüş Medine’de başladı.
Çölün ortasında, kabile kavgalarıyla yorulmuş bir toplumda bir anda bambaşka bir hayat filizlendi.
Muhacirle ensar aynı sofraya oturdu.
Aç olanla tok olan arasındaki görünmez duvarlar yıkıldı.
İnsanlar ilk defa şu soruyla yüzleşti:
“Benim olan ne kadar benim, başkasına ne kadar ait?”
Resûlullah (s.a.v.), Medine’ye hicretten sonra kardeşliği ilan ettiğinde bu bir temenni değil, fiilî bir paylaşımdı.
Bu kardeşlik, yalnızca ahlâkî değil; hukukî ve iktisadî sonuçlar da doğurdu.
Miras paylaşımından iş ortaklıklarına kadar uzanan bu yapı, tarihte eşi benzeri az görülen bir toplum sözleşmesi niteliği taşıyordu.
Abdurrahman b. Avf ile Sa’d b. Rebî‘ arasında kurulan kardeşlik, bu ahlâkın özeti gibiydi.
Sa’d, malının yarısını teklif etti;
Abdurrahman ise sadece yolu sordu.
(Sahih Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 3)
İşte bu incelik, medeniyetin harcı oldu.
Medine’de üstünlük; soyla, servetle ya da kabileyle ölçülmedi. Kur’ân bunu açıkça ilan etti:
“Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.”
(Kur’ân, Hucurât 49/13)
Ve Resûlullah (s.a.v.) bu ilkeyi şu sözüyle hayata indirdi:
“Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap üzerine; beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”
(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 23489)
Böylece tarihte ilk defa güç, ahlâkın emrine verildi.
İlimle Yükselen Şehirler
Zaman geçti, yollar uzadı.
Medeniyet yalnızca yayılmadı; derinleşti.
Şam’da devlet aklı şekillenirken, Bağdat’ta ilim bir medeniyet hâline geldi.
Abbâsîler döneminde kurulan Beytü’l-Hikme, yalnızca bir tercüme merkezi değil; farklı kültürlerin aynı çatı altında buluştuğu bir düşünce havzasıydı.
Bağdat sokaklarında sabaha kadar yanan kandiller vardı.
Ama o ışık sadece taş duvarları değil, insanlığın ufkunu aydınlatıyordu.
Bir âlim, Yunan’dan gelen bir metni çevirirken bunu entelektüel bir üstünlük için değil, hakikate biraz daha yaklaşmak için yapıyordu.
Çünkü Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu:
“İlim talep etmek her Müslümana farzdır.”
(İbn Mâce, Mukaddime, 224)
Bağdat’ta bir hekim hastasını tedavi ederken şifanın yalnızca ilaçtan gelmediğini biliyordu.
Vakıf sistemi sayesinde yoksul hastalardan ücret alınmaz, tedavi bir sadaka olarak görülürdü.
“Şifa Allah’tandır, biz sadece vesileyiz” sözü bir tevazu cümlesi değil; bir meslek ahlâkıydı.
Bu medeniyette ilim, insanın üzerine çıkmak için değil; insanı ayağa kaldırmak için vardı.
Zamanla ilmin yükü başka omuzlara taşındı.
Nil kıyısında Kahire yükseldi.
el-Ezher’de sabah namazından sonra başlayan ders halkalarında, yaşlı bir âlimle genç bir talebe aynı hasırda diz çöktü.
Soru soran susturulmadı, bilmeyen aşağılanmadı.
Çünkü merhamet, ilmin de ahlâkıydı.
Birlikte İnsan Kalabilen Şehir
Medeniyet batıya yürüdüğünde Endülüs çıktı karşımıza.
Kurtuba, yalnızca bir İslam şehri değil; çok dinli, çok kültürlü bir birlikte yaşama tecrübesiydi.
Özellikle X. yüzyılda, III. Abdurrahman döneminde (912–961) şehir, sadece siyasî bir merkez değil; ilmin, sanatın ve hukukun birlikte yükseldiği bir medeniyet vitrini hâline geldi.
Tarih kayıtları, bu dönemde Yahudi ve Hristiyanların kendi hukuklarıyla yaşadığını; ilmî ve ticarî hayata aktif biçimde katıldığını gösterir.
Kurtuba’da yüz binleri aşan nüfus, kütüphaneler, hastaneler ve düzenli sokak aydınlatmalarıyla dönemin Avrupa şehirlerinden açık ara ayrılıyordu.
Bir Müslüman âlimin kütüphanesinde, bir Yahudi tabip ve bir Hristiyan filozof aynı masada tartışabiliyordu.
Ezan sesiyle çan sesi aynı gökyüzüne yükselirken, kimse bunu bir tehdit olarak görmüyordu.
Çünkü Kur’ân çoktan hükmünü vermişti:
“Dinde zorlama yoktur.”
(Kur’ân, Bakara 2/256)
Bir Yahudi âlimin hatıratında şu cümle yer alır:
“Bu şehirde farklı olmaktan korkmadım. Çünkü adalet vardı.”
Avrupa karanlık bir çağdan geçerken, Kurtuba geceleri aydınlıktı.
Sokakları lambalarla, zihinleri fikirlerle doluydu.
Gücün En Ağır İmtihanı
Ama belki de bu medeniyetin en ağır imtihanı Kudüs’te yaşandı.
1099’da Haçlılar şehre girdiklerinde tarih, büyük bir katliam kaydetti.
Sokaklar kanla dolmuş, mabedler aylarca kapalı kalmıştı.
1187’de Kudüs’e giren Selahaddin Eyyubi ise tarihin alışık olmadığı bir yol seçti.
İntikam alabilirdi, almadı.
Gücünü gösterebilirdi, göstermedi.
Affetti.
Fidye ödeyemeyen yaşlıların ve yoksulların kurtarılması için hazineden ödeme yapılmasını emretti.
İbadethanelere dokunulmadı.
Hristiyanların kutsal mekânları koruma altına alındı.
Kudüs’te zafer, kılıçla değil; ahlâkla mühürlendi.
Bu sahne, İslam medeniyetinin en sade ama en çarpıcı özetidir.
Çünkü bu medeniyet,
“Yenince ne yaparsın?”
sorusuna verdiği cevapla tanınır.
Taşın Ötesinde Bir Miras
Asırlar sonra bu ruh İstanbul’da yeniden vücut buldu.
Camiler yalnızca ibadet için yapılmadı.
Yanlarında imarethaneler vardı; aç kalan için.
Şifahaneler vardı; hastalanan için.
Medreseler vardı; düşünen için.
Vakıf sistemiyle şehir, baştan sona bir merhamet ağına dönüştü.
Osmanlı’da bir kadının kadı huzurunda padişahı dava edebilmesi, bir istisna değil; adalet anlayışının tabiî sonucuydu.
Çünkü adalet, kâğıtta değil; hayatta olmalıydı.
Ve bütün bu şehirler, bütün bu çağlar bize aynı hakikati fısıldar:
İslam medeniyeti bir coğrafya meselesi değildir.
O, insana nasıl baktığın meselesidir.
Gücü eline aldığında ne yaptığın,
bilgiyi kimin için ürettiğin,
farklı olana nasıl davrandığın meselesidir.